Yüzüncü yılında 1921 Anayasası

1921 Teşkilât-ı Esasiye Kanunu, kısa olması bakımından dikkat çekicidir. Uzun ve ayrıntılı olan anayasa metinleri için değiştirilme ihtiyacı daha çok olmaktadır. Meclis’in görevleri arasında şeriat kurallarının sayılması halkın gönlünü almanın ötesinde bir işleve sahip olmuştur. Bu tür maddelerle meşruiyet kazanan, otorite elde eden Ankara Hükûmetleri daha sonra bu maddeleri tehdit saymışlar, “irtica” adıyla onlara karşı mücadele etmeyi varlık nedeni bilmişlerdir.

TÜRKİYE tarihinde anayasalar, yürürlüğe girdikleri tarihle adlandırılmış ise de bunun bir istisnası olarak 1921 ve 1924 Anayasalarının ortak adı “Teşkilât-ı Esasiye Kanunu”dur. Yüzüncü yıl dönümü olan 1921 Teşkilât-ı Esasiye Kanunu, hem yapılış şekli, hem de muhtevası ile Cumhuriyet dönemi anayasalarından farklıdır. Bu anayasa için en çok kullanılan ifadeler, kurucu ve en demokratik anayasa olduğu yönündedir.

1921 Teşkilât-ı Esasiye Kanunu’nu demokratik saydıran temel özelliği, Meclis’te muhalefetin varlığıdır. O tarihte Meclis’te, değişik siyâsî partiler yoktu. Ancak birbirinden oldukça farklı görüşleri olan milletvekilleri vardı. O vekiller ise, Meclis faaliyetleri içinde görüşlerini bir korku ve endişeye kapılmadan özgür bir atmosfer içinde ortaya koymuşlardı.

Meclis’te milletvekili olarak bulunanlar, normal bir seçimle oraya gelmiş değillerdi. Bir kısmı İstanbul’daki Meclis-i Mebusan’ın kapatılması ile Ankara’ya gelmişti. Bir kısmı da illerde vali, belediye başkanı, ticâret odası ve askerî mâkâmlar tarafından Ankara’ya milletvekili olarak gönderilmişlerdi. Meclis hemen hemen her vesileyle Padişaha/Halîfeye bağlılığını ve onu düşman esaretinden kurtaracağını ilân etmişti. Düşmanla mücadele etmeyi öncelikli hedef olarak seçmişti. Milletin inançlarına karşı değil, o inançlar doğrultusunda çalışmayı vazife saymıştı.

İşte bu üç madde, halk için Meclis’in meşruiyetini temin etmişti.

1921 Teşkilât-ı Esasiye Kanunu, TBMM’de üç aylık bir komisyon çalışmasının sonunda genel kurul tarafından kabul edilip 20 Ocak 1921’de ilân edilmişti. Yirmi üç maddeden oluşmuştu. Hâlen yürürlükte olan 1982 Anayasası’nın değiştirilen ve eklenen maddelerle birlikte 200 maddeden oluştuğu düşünüldüğünde, 1921 Anayasası oldukça kısadır.

Osmanlı Kanun-i Esasi’si kabul edilmediği için 1921 Anayasası yapılmış değildi. Müzakere zabıtlarında da görüleceği gibi, Kanun-i Esasi’de yer almayan, başta mahallî idareler ve Ankara’daki Meclis ile hükûmetin görev ve yetki alanlarını kapsayan maddelerden oluşmuştur bu anayasa. İkinci ve üçüncü maddelerinde açıkça yasama ve yürütme yetkisinin Meclis’te olduğu belirtilmiştir. Yedinci maddesinde Meclis’in görevinin şeriat kurallarını uygulamak olduğu yazılmıştır. Yine aynı maddede, çıkarılacak yasaların nassa (âyet ve hadîslere) aykırı olamayacağı vurgulanmıştır. Dokuzuncu madde ile Meclis Başkanı, aynı zamanda Hükûmet ve Devlet Başkanı da sayılmıştır.

Cumhuriyet’in ilân edildiği esnada 1921 Teşkilât-ı Esasiye Kanunu yürürlükteydi. Bundan dolayı bu anayasa, Cumhuriyet için “kurucu anayasa” kabul edilmektedir. Birinci maddesinde yer alan “Hâkimiyet kayıtsız şartsız milletindir. İdare usulü halkın mukadderatını bizzat ve fiilen idare etmesi esasına dayanır” hükmü ile Cumhuriyet’in kastedildiği iddiası yaygındır (Bülent Tanör, Osmanlı Türk Anayasal Gelişmeleri, İstanbul 2019; Rıdvan Akın, 1921 Teşkilât-ı Esasiye Kanunu’nun Hukuk Tarihimizdeki Önemi vb.).

“Millet hâkimiyeti” kavramı Yeni Osmanlılar zamanından beri (1868-1876) kullanılmıştır. Zaten bu anlayış ile ilk Osmanlı Kanun-i Esasi’si hazırlanmıştır. İkinci Meşrutiyet döneminde millet hâkimiyeti ve millî hâkimiyet kavramı daha çok ve sık kullanılmıştır. Bu kavramın 1921 Anayasası ile ortaya çıktığı, özellikle Cumhuriyet’in ilânından sonra yönetimin temel ilkesi olduğu iddiası inandırıcı değildir.

Ne oldu da üç yıl sonra anayasa değişti?

Türkiye’de Cumhuriyet’in ilânı, demokratik bir içeriğe sahip değildir. 1921 Anayasası’nı demokratik eden temel özelliği, dönemin Meclis’inde muhalefetin olmasıdır. Oysa 1923 seçimlerinden sonra TBMM’de muhalefet yoktur. 1920’de Ankara’ya gelen milletvekillerini Kemal Paşa, vali, belediye başkanı, ticâret odası, askerî erkân gibi kişi ve mâkâmlar seçmişken, 1923’te ise bütün ülkede tek seçici Kemal Paşa olmuştur. O da muhalefet eden veya muhalefet etme potansiyeli olan hiç kimseyi aday yapmamıştır. Meclis’e gelen milletvekillerinin tümünü tek başına Kemal Paşa tayin etmiştir. Tayin edilen kişilerden oluşan Meclis’in demokratik vasfını, halkı temsil ettiğini iddia etmekse inandırıcılıktan uzaktır. Muhalefetin olmadığı, kararların bir çeşit emir komuta zinciri içinde alındığı meclislerin millî hâkimiyet esasına göre çalıştıklarını veya millî hâkimiyeti temsil ettiklerini düşünmek, hayâl sınırlarını zorlamakla mümkün olabilir.

Yönetim değişikliklerini yalnızca bir ülkenin içişleri olarak veya ülkenin karar organlarının aldığı kararların sonucu olarak düşünmek gerçekçi değildir. Birinci Dünya Savaşı’nın galibi olan İtilaf Devletleri’nin, savaşı kaybeden ülkelerdeki (İttifak Devletleri’ndeki) yönetim değişiklikleri le ilgilenmediklerini, müdahale etmediklerini düşünmek, olup bitenleri yok saymaktır. Savaşı kaybeden ülkelerden Almanya, Avusturya, Macaristan ve Bulgaristan ile İtilaf Devletleri, 1919 yılı içinde barış anlaşmaları yapmış, adı geçen ülkelerde krallık/padişahlık yerine cumhuriyetin kurulmasını temin etmişlerdir.

1921 şartlarında Ankara’daki yöneticilerin, doğrudan veya dolaylı olarak İtilaf Devletleri ile bir barış anlaşması yapmanın “bir yönetim değişikliği” şartına bağlı olduğunu bilmemeleri de mümkün değildir. İstanbul’un 13 Kasım 1918’de işgal edilmesi, padişah ve ona bağlı Osmanlı hükûmetlerinin çalışamaz duruma getirilmesi, Osmanlı Mebusan Meclisi’nin işgal edilerek zorla Rauf Orbay, Kara Vasıf gibi bazı milletvekillerinin İngilizler tarafından tutuklanmış olmaları ile İngilizler, İstanbul’daki idareyi adı var ama kendi yok durumuna getirmişlerdi. Mart 1921’de Londra Konferansı’ndan itibaren İngilizler ile Ankara Hükûmeti fiilen birbirini tanıyıp muhatap saymıştır. 1921’de önce İtalya, sonra Fransa ile Ankara Hükûmeti’nin resmî anlaşmalar yapması da Osmanlı Devleti’ni “bir varmış, bir yokmuş” durumuna getirmiştir.

Geriye uygun bir zamanı beklemek kalmıştır.

Padişah Vahdeddin Han ve ona bağlı hükûmetler de yapıp ettikleri yanlışlar ile Ankara Hükûmeti’nin işlerini kolaylaştırmış, bütün güç ve otoritenin Ankara’da toplanmasını muhtemelen hiç istemeden temin etmiştir.

Osmanlı Hükûmeti ile daha önce Mondros Mütarekesi’ni imzalamış olan İtilaf Devletleri’nden Fransa ve İtalya, 1921’de barış anlaşmaları da yaptıkları hâlde 11 Ekim 1922’de Ankara Hükûmeti ile Mudanya Ateşkesi’ni imzalayarak Osmanlı padişahını ve hükûmetini fiilen yok etmişlerdir. Dolayısı ile İtilaf Devletleri bu davranışları ile Osmanlı’nın tasfiyesi için lâzım geleni yapmışlardır. Bu şartlar altında geriye kalanı Ankara Hükûmeti ve Meclisi tamamlamıştır.

Kemal Paşa, 1 Kasım 1922’de Meclis’te padişahlığın kaldırılmasına itiraz eden milletvekillerine karşı “İhtimâl, bazı kafalar kesilecektir” diyerek tercihini ortaya koymuştur. Padişahlık/saltanat bu tehditler altında kaldırılmıştır. İtilaf Devletleri önce ateşkes, sonra barış anlaşması içinde tek muhatap olarak Ankara Hükûmeti’ni kabul edince içerideki ve dışarıdaki şartlar Osmanlı Devleti’nin tasfiyesini tamamlamıştır.

Bütün bu olayların 1921 Teşkilât-ı Esasiye Kanunu ile açıklanması elbette mümkün değildir. Bu anayasanın kurucu ilkeleri çerçevesinde Cumhuriyet’in ilân edildiğini iddia etmekse geçmişi kurgulamaktır. Cumhuriyet’in ilânında Karabekir, Kemal Paşa, Rauf Orbay, Ali Fuat Cebesoy gibi isimler arasında ortaya çıkan ayrılık, önceden kendi aralarında Cumhuriyet’in ilânı için bir anlaşma ya da fikir birliğinin olmadığını göstermiştir.

Yine 1919-1922 döneminde yöneticilerin, Meclis’in sürekli padişaha bağlılık açıklamaları, padişahı esaretten kurtarmaya çalıştıklarını söylemeleri, Millî Mücadele’nin amaçları ve bu süreçte yapılan tüm açıklamalar, ister istemez Millî Mücadele’nin hedefini ortaya koymaktadır. Millî Mücadele esnasında asla “Padişahı kovacağız, cumhuriyeti kuracağız” diye bir söylem yoktur. Mücadele bittikten sonra yapılan işler ile mücadele esnasında söylenmiş olanlar arasında hiçbir uyum yoktur. Bu yüzden Cumhuriyet’in ilânını, tek parti-tek adam idaresinin kurulmasını Millî Mücadele’nin doğal bir sonucu gibi görmek, esaslı bir yanlışlıktır.

Savaşı kaybetmiş olan diğer İttifak Devletleri’ndeki rejim değişikliklerine müdâhil olan İtilaf Devletleri’nin söz konusu Türkiye olunca rejim değişikliğine müdahale etmemiş olmaları, hayatın doğal akışına uygun değildir. İstanbul’un işgalinden başlayarak hemen karar ve uygulamaları ile İtilaf Devletleri, Osmanlı Devleti’nin devam etmesini istemediklerini göstermişlerdir. Yüzlerce yıl Avrupa’nın içlerine kadar fetihler yapmış olan Osmanlı Devleti’nden intikam almanın zamanının ve fırsatının geldiğini görmüş olmalıdırlar.

1921 Teşkilât-ı Esasiye Kanunu, kısa olması bakımından dikkat çekicidir. Uzun ve ayrıntılı olan anayasa metinleri için değiştirilme ihtiyacı daha çok olmaktadır. Meclis’in görevleri arasında şeriat kurallarının sayılması halkın gönlünü almanın ötesinde bir işleve sahip olmuştur. Bu tür maddelerle meşruiyet kazanan, otorite elde eden Ankara Hükûmetleri daha sonra bu maddeleri tehdit saymışlar, “irtica” adıyla onlara karşı mücadele etmeyi varlık nedeni bilmişlerdir.

1924 Anayasası, Meclis’in görevleri arasında şeriat kurallarını saydığı gibi, ikinci maddesinde de “Devletin dini İslâm’dır” diyerek bir adım daha öne geçmiştir. Askerî otoritenin yardımı ile her türlü değişikliğin yapılabileceği mümkün görülmemiş, yine de her ihtimâle karşı anayasada bu tür maddelere yer verilmiştir.

Cumhuriyet’in kurucu metni olarak 1921 Teşkilât-ı Esasiye Kanunu’nu görmek gerçekçi değildir. Evet, rejim değişikliği esnasında böyle bir anayasa vardı, ama bu anayasa olmasaydı da sonuç değişmezdi. Çünkü Ocak 1923’te, İzmit’te bir basın toplantısı yapan Kemal Paşa, “Unutulmasın ki, bir de ihtilâl hukuku vardır” demiştir (Arı İnan, Atatürk’ün  Eskişehir-İzmit Konuşmaları, TTK, Ankara, 1982).

İhtilâl hukuku yazılı değildir. Neleri kapsadığını, kimlerin nasıl uygulayacağı da elbette bilinmemektedir.