Yüzüncü yıl arzuhâli

Ekim 1923’te Allah, Türk milletine yine bir devlet kurmayı nasip etti. Bugün 100’üncü yılını kutladığımız Devletimiz damarlarını iki bin yıllık tarihinden beslerken, ülküsünü ise geçmişinin mirasından belirler. Varis odur ki, mirasa lâyıkıyla sahip çıkıp hazinesini kimseye yağmalattırmasın.

EY gafletin kucağında soluğu kesilmiş ve şuuru kaybolmuş nesil! Cellatlara mazinin boynunu vurdurup haramilere hazineni yağmalatmayı uygarlık mı sandın? Hafızanı kemirenler alamayınca hıncını geçmişinden, öfkelerini senin lisanına yerleştirmişler. Oysa şecerene dönüp baksan Altaylardan Urallara uzanan destanların cümleleriyle kamçılarsın hafızası donmuş ruhunu.

Bugünkü gölgegâhın, yok saydığın kılıçların kınından minarelerle yükselen medeniyetlerin kubbeleridir. Yoksa sen, kendini sadece bir nefer mi sandın sınırların peşini kovalayan? Tunçtan, çelikten ve demirden zırhların içine Miraç’ın ruhunu kattın. Ukbânın ağlarının örüldüğü hücrelerde, ecmel lafızların harflerinde şeddelerle çekildi nefsinden ruhun bir tülü yırtarcasına. Artık mesulsün dünden, bugünden ve yarından!

Rüçhan olduğun sır hem göğsünde, hem düşünde gördüğün çınarın fışkıran dallarındadır. Kalk! Ayaklan! Aç kapattığın tüm kapıları! Bugün senin gözlerine mil çekenler, sahiplendiğin iki cihan dâvâsından mustarip olanlardır. Reha sendedir; zamana gömdüğün hazinede. Bir gözün ufku seyrederken uzat elini tarihine; “eski” dediklerin, kurtuluşun için senin sırlar sandığındır.

***

Ecdad, silsileler boyunca Vahyin şuuruna mazhar olma nimetiyle medeniyetler inşâ etti, köklendi ve her bir dalı bir devlet nimeti tattırdı milletine. Asya’nın steplerinden esen rüzgârlarla yarışıp Anadolu’nun kapılarını açarken engellenemez bir yazgının tecellisi zuhur ediyordu artık her merhalede. Kaderî hüküm zaman, mekân ve sebepler zincirindeki kişilerle eşleştikçe yol açılıyor, medeniyetler inşâ ediliyordu. Bir boydan küheylanların nal izlerine teslim oluyordu sınırlar, diğer boydan kalemden dökülen mürekkepler, lafızlardan süzülen kelimelerle burçlar örülüyordu topraklara ve kalplere. Üç kıta tesis ediliyor, küfrün bağrına adalet gürzleri vurdukça inliyordu dünya.

Fakat Mülkün Hâkimi, bu defa başka bir destanın kahramanı olmayı murat etti bu halka. Kimi “çöküş” dese de adına, ruhunun özüne inme imtihanıydı bir bakıma.

Yükselmek, kazanmak veya büyümek mi başarıyı, gücü ve kudreti resmeder? Bana göre tam aksi. İnsan gerek fert, gerekse topluluk olarak kazanımlarından güç ve değer kaybına uğradığında durumu karşılama tavrı, mücadele ruhu, kıymetlerini muhafaza için direnme potansiyeli, karakteristik özelliklerini ve kutsallarını ne denli savunduğunu ortaya çıkarır -ki asıl güç olgusu burada saklıdır-. Bu dizilimin en kavi örneğini, milletimizin bağımsızlık ve varlığını muhafaza adına savaştığı, millî mücadelesini verdiği Birinci Cihan Harbi’nde ve sonrasında ortaya koymuştur. Öyle bir mücadele ki, kadını, erkeği, çocuğu birer dev; dağı, nehri, şehri sessiz birer asker olmuşlardı.

Belki bir minnet, belki bir hicap, en çok da bir gururun hissi dolaşır Millî Mücadele’nin hikâyelerini dinlerken göğsümün diyarlarında. Köpüren yüreğimi şu hislerle coşturur ve yurdumun künyesini şu cümlelerden okurum meraklısına:

“Nene Hatun’u mu yazsam vatanın bağrına mücahit diye, yoksa Kara Fatma’yı mı? Seyit Onbaşı’nın omzundaki o koca mermi bir “on beşli” eder mi?” Yakılan gurbet türkülerine eş olsun diye Sarıkamış’a mı yaksam ağıtımı, Erzurum’a mı? İndirilen örtüsünden dolayı Maraş’a mı akıtsam gözümün yaşını, yoksa elinin kınasıyla koştuğu Dumlupınar’a mı? Arıburnu’ndan seyretsem Anadolu’yu duyar mıyım kağnıların inleyen gıcırtılarını? Conkbayırı’nda mı okunur namelerin yanık satırları, Seddülbahir’den mi?

Ey benim nazlı yurdum! Sen bir gelin gibi mahcup, bir kısrak gibi hür ve coşkulu... Başındaki al duvağın nazlı nazlı salınırken namahrem değmemiş yüzüne göz dikenler mi oldu? Sen rüzgâra karşı savururken yelelerini, boynuna kement atanlar mı vardı? Hangi yanına kulağımı dayasam sinenden bir inilti geliyor. Küfrün gözleri dikmiş bakışlarını şehadet kokan dört bucağına. Korkma, giymiş heybet urbasını Toroslar, Munzur, Allahuekber dağları, saf tutmuş ve kükremiş Karasu, Aras, Sakarya, bekliyor namusunu!”

Vatan, toprağı yurt bilmek kadar, o toprağa sahip çıkmayı, göğsünü siper etmeyi bekler daima. Tırnaklarını her karışına geçirip bir kum tanesini dahi parmak arasından kaçırmamayı gerektirir. Mirasını nesilden nesle taşıyıp sana armağan edenleri lâyıkıyla yâd etme şuurunda olmak, vatana en büyük vefa borcudur.

Ekim 1923’te Allah, Türk milletine yine bir devlet kurmayı nasip etti. Bugün 100’üncü yılını kutladığımız Devletimiz damarlarını iki bin yıllık tarihinden beslerken, ülküsünü ise geçmişinin mirasından belirler. Varis odur ki, mirasa lâyıkıyla sahip çıkıp hazinesini kimseye yağmalattırmasın. Cumhuriyet’in 100’üncü yılı Devletimize, bayrağımıza ve milletimize kutlu olsun. Allah bu devleti daim muzaffer kılsın! (Âmin.)