Yüzsüzlüğün sınırı var mı?

Diğer ihsanda bulunduklarının hiçbiri benzer bir tavır göstermedi. Hepsi, ne verdilerse kabullendi. Hatta daha fazlasını ister oldular. Baksanıza, “Kemal Bey bize beş on koltuk daha verseler de Meclis’te grup kursak” diyesiymiş birileri. Yüzsüzlüğün sınırı yok nitekim. Bazıları verdikçe fazlasını ister. Bazıları aldıkça fazlasını ister. Bu ikisi arasında bir fark da göremeyiz.

ÇAY bahçesinde yan masadaki CHP’liler, harareti yüksek bir tartışma içindelerdi. Partilerini kıyasıya eleştiriyorlardı. Partiden ziyade, “Sayın” demeye gerek görmedikleri Genel Başkan Kemal Bey’i...

Hepsinin birden anlaşmış gibi hücuma geçtiklerine bakılırsa, tam anlamıyla tartışma bile sayılmaz. “Tek başına girecekti” dedi biri, “Hiçbirini yanına almayacaktı. Ne HDP’yi, ne ötekileri!”.

-Kazanamazdı, oyu yetmezdi…

-Yine kazanamadı ki… Ne alırsa alsın, gir tek başına, gör bak ne oluyor! İkinci tura neticede ikisi kalırdı mecbur….

Öteki atıldı: “O Ümit Öz… Neydi? Öz bilmemne işte...”

-Dağ.

-Hay yaşa! Özdağ, o neyin nesidir? Partiye yaklaştırılacak adam değil.

-Partiyi ne hâle getirdiler!

Konuşma uzayıp gidiyor. Hepsini buraya aktarmanın imkânı yok. Özetlemek bile gereksiz. Ne dedikleri ortada.

Araba devrildikten sonra yol gösteren çok olur. Seçim kaybedilmiş, şimdi akıl veriyorlar kahve köşesinde. Çay bahçesi de bir tür kahve sayılır. Seçimden önce bu kıymetli düşüncelerini ortaya sermeyi hiçbiri göstermedi. Yanlış yapmalarını sineye çektiler. Eleştirmeyi aklına getiren olmadı. Genel başkanlarının tabiriyle “gidip tıpış tıpış oy verdiler”. “Cüneyt” isimli bir yiğit, daha ağır bir örnek vermişti ama onu burada anmaya gerek yok.

Şimdi seçim bitmiş. Yine mağlûbiyet, yine mağlûbiyet. İstedikleri kadar eleştirsinler, sabaha kadar akıl versinler, kimsenin bir işine yaramaz. Böyle konuşmaları sadece kendileri için bir tür terapi. Elli senedir, altmış senedir hep aynı terane!

Seçim öncesi pohpohlama, şişirme, gaz verme, göklere çıkarma, alkış tufan... Seçimden sonra ah vah… “Öyle olmazdı, şöyle olmazdı”. Hepsi boş! Eleştireceksen, vaktinde eleştireceksin. Beğenmiyorsan, ceza vereceksin. Ki o da kendine göre düşünsün, yaptığının yanlış olduğunu anlasın, hizaya gelsin.

“Biz atadan böyle gördük. Biz yedi göbek şuyuz buyuz. Bildiğimizden şaşmayız. Başkasına elimiz gitmez” demenin bir mânâsı var mı? Şaşmazsan, elin gitmezse, sonuca da katlanacaksın.

Bunların hepsini, yüzlerine baka baka, çayımı yudumlarken içimden söyledim.

Eleştirdikleri genel başkanları, seçimden önce herkesten destek talep etti. Hepsini toplasan “yüzde 1” olmayanlara kırk vekillik verdi. Önüne gelene “Cumhurbaşkanı Yardımcılığı” dağıttı. Partinin küçüğüne büyüğüne bakmadan bakanlıklar ihsan etti. Dile getirilmeyen daha nice vaatler söz konusu. Ucundan kıyısından belli olanlar da var, gizli tutulan konular da. Şöyle bir cümle duyulsaydı nasıl da yankılanırdı: “Çay güzel olmuş delikanlı. Çok beğendim. Eline sağlık. Sana bir bakanlık vereyim mi? Yoksa Cumhurbaşkanlığı Yardımcılığı mı istersin?”

Abes gibi görünüyor, abartılı bulunacağı aşikâr. Fakat elinizi vicdanınıza yaklaştırarak cevap verin. Diğerlerinin yani dağıttığı diğer makamların bundan ne kadar farkı var? Çayı getiren delikanlı, kendisinin sadece garson olduğunu, çayı ocakçının demlediğini, dolayısıyla bir paye verilecekse ocak başındaki arkadaşının hak etmiş olabileceğini söyler miydi? Orası da onun sütüne kalacaktır artık.

Diğer ihsanda bulunduklarının hiçbiri benzer bir tavır göstermedi. Hepsi, ne verdilerse kabullendi. Hatta daha fazlasını ister oldular. Baksanıza, “Kemal Bey bize beş on koltuk daha verseler de Meclis’te grup kursak” diyesiymiş birileri. Yüzsüzlüğün sınırı yok nitekim. Bazıları verdikçe fazlasını ister. Bazıları aldıkça fazlasını ister. Bu ikisi arasında bir fark da göremeyiz.