Yüz yıllık süreçte Bereketli Hilâl’in serencâmı

Irak’ta İslâm tarihinin en özel ve nadide eserlerini patlatan, şehirleri yaşanmaz hâle getiren, kendisine uymadığını düşündüğü Sünnî Arapları, Kürtleri ve de Türkmenleri katleden DAEŞ terör örgütü, Suriye İç Savaşı’nda ne Esad rejimi, ne Rusya, ne İran ve taşeronu Haşdi Şabi terör örgütü, ne de ABD ile çatışmaya girdi. DAEŞ’in tepki gösterdiği iki kuvvet oldu: Türk Silahlı Kuvvetleri ve Özgür Suriye Ordusu…

29 AĞUSTOS 1897 tarihinde, İsviçre’nin Basel şehrindeki bir tiyatro salonunda, dünyanın bütün algılarını daha büyük bir tiyatroya çevirecek bir temsil yapıldı. “Birinci Siyonist Kongre” adını alan buluşmada, Siyonizmin bir yurt bulmasına kendisini adamış yaklaşık 200 kişi, “delege” sıfatıyla bu buluşmadaki yerini almıştı.

Kongrenin sonunda, alınan kararlara en uygun olduğunu düşündükleri bir sembolü, kuracakları İsrail Devleti’nin bayrağı olarak tanıttılar. Beyaz zeminli bayrak, alttan ve üstten birbirine paralel iki mavi çizginin ortasına yerleştirilmiş Dâvûd (as) yıldızından oluşuyordu. Dâvûd (as) yıldızı devleti, iki mavi çizgi ise Fırat ve Dicle nehirlerini işaret ediyordu.

Binyıllardır yeryüzünün övülmüş ve hem maden, hem hammadde, hem de verimlilik açısından en zengin topraklarına sahip Fırat ile Dicle nehirleri arasındaki bölgeye, “Bereketli Hilâl” olarak da nitelendirilen “Mezopotamya” ismi verilmiş. Bu ismin “iki nehir arası” anlamına geldiğini de söylemeliyiz bu noktada.

Kaynakları ülkemizde bulunan bu iki nehri bayraklarına taşıyan Siyonistler, Yahudilerin devletini kurmak üzere yaptıkları bu girişimi boşuna “Siyonizm” olarak adlandırmamışlardı. Zira Babil öncesine dayanan Sion (Zion) şehri, bu teoriye ait zirve ideaydı. Buna göre Babil Hanedanı’nın doğduğu El-Hille köyü ile daha sonra imparatorluğa dönüşen devletin başşehri olan Nippur, tam da Fırat ile Dicle’nin birbirine en çok yaklaştığı alanı kapsıyordu. Tarih boyunca bu bölge, Sümer, Babil ve Akkad kaynaklarında en mukaddes topraklardan biri olarak betimlendi. Ve Sion, işte bu devletin inanç merkeziydi.

1897’deki bu ilk Siyonist Kongre’ye kadar, kongrenin toplanmasını sağlayan birkaç Yahudi grubun desteğini alan ve o günlerde sadece bir aktivist gazeteci olarak tanınan Theodor Herzl, ilk olarak 1896’da, İngiltere’deki Viyana Büyükelçiliği’nde Anglikan papazı olarak tanınan William Heclerx tarafından keşfedildi. Heclerx, düşüncelerini kabul ettiği Herlz’i, Baden Grandükü Birinci Frederick ile buluşturdu. Tabiî o da yeğeni olan Avusturya-Macaristan İmparatoru İkinci Wilhelm ile... Sonrasında Herlz, Wilhelm ile Kudüs’te dahi bir araya gelmeyi başardı. Evet, Wilhelm’in kendi ahbâbı saydığı İkinci Abdülhamid Han’ın hükmü altındaki Osmanlı’nın toprağı olan Kudüs’te!

Siyonistlerin, Yahudilerin devletini kurmak üzere düşündükleri iki toprak vardı: İlk alternatif Arjantin, ikinci alternatif ise Filistin’di. Elbette Kudüs, Filistin’de yer alıyor ve ilk kıblegâh Mescid-i Aksâ’yı barındırıyordu. Aksâ’nın bulunduğu alanda ise, tarihî Siyonist inanışına göre yukarıda bahsettiğimiz Sion din merkezine ait Sion Tapınağı bulunuyordu.

İkinci Wilhelm ile buluşabilen Herzl, İkinci Abdülhamid Han ile görüşememiş, Ulu Hakan tarafından reddedilmişti. Siyonist Kongre sonrasında, bugün tarihî kaynaklarda hangi sadrazamın sağladığı yer almasa da Osmanlı Sadr-ı A’zâmlığında bulunmuş biri aracılığıyla Polonyalı bir Yahudi olan Michal Newlenski’nin dostluğu kanalı ile elde ettiği Mecidiye Nişanı sayesinde bir görüşme ayarlayabildi. Görüşmede Herzl, Sultan İkinci Abdülhamid Han’a Osmanlı Devleti’nin tüm borçlarını ödeme karşılığında Filistin’e yerleşmeyi ve orada hayâl ettikleri devleti kurmayı istediğini ifade etti. Ulu Hakan, bu teklifi “kan ile alınan toprağı para karşılığında satmayacağını” belirterek reddetti.

 

İstanbul’dan umduğunu bulamayan Herzl, keşfedildiği Londra’ya gitti. Burada durum değerlendirmesi yapmak adına eski bir Yahudi hanedanı olan Makkabilerin temsilcileriyle buluşan Herzl, İngiliz Albay Albert Goldsmid ile buluşma fırsatı buldu. O toplantıdan sonra her şey, Alman hattından çıkarak İngiliz hattına geçti. Artık 29 Ağustos 1897 tarihinde Basel’de yapılan kongre için hazırlıklara başlanabilecek bir arka bulunabilmişti.

İngilizler için bir müşterek anlaşmaydı âdeta bu süreç. Zira 1800’lerin başında yerleştirmeye başladıkları arkeolog, jeolog, sosyolog ve gazetecileriyle bugünkü Irak ve Suriye topraklarında çeşitli toprak araştırmaları yapmış ve 1870’li yıllarda olumlu sonuçlar almışlardı. Burada petrolün yanı sıra doğalgazın, suyun ve verimli arazinin önemini de fark etmişlerdi.

Bu müşterek destek anlaşması sonucunda bir büyük plân hazırlandı. Afrika’nın doğusunda ve kuzeyinde yer alan Osmanlı Devleti’ne karşı bu kıtanın güneyinde konuşlanarak işgâl ve sömürge kolonileri kuran İngilizler, aynı kıtanın orta bölgesinde sömürü payı bulan Fransızları da yanlarına alarak enerji, maden, hammadde ve su kaynağına çöreklenmek üzere vakit kollayacaklardı. Toprak İslâm Hilâfetine ait olup da bölge Müslümanların yoğun olduğu bir alan olunca, kıvılcımı Osmanlı Devleti’ni zaten zayıflattıkları Balkanlarda, Saraybosna’da Avusturya-Macaristan Veliaht Prensi Franz Ferdinand’ı öldürterek çaktılar.

Avusturya-Macaristan, Britanya ve Rusya’nın liderleri, birer kuzen olarak birkaç günlük, hattâ saatlik suikast sürecini büyük bir ihtiras ve gerilim hesabıyla nihâyete erdirdiler. Artık savaş patlak vermişti. Britanya Krallığı, kuzeni Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nu Fransız ve İtalyan ittifakına satmıştı. İngiliz satmıştı da Rus Çarı kuzenini satmamış mıydı? Satmıştı. Tabiî Bolşevik İsyanı sırasında İngiltere’deki kuzeninin kendisini de satacağını nereden bilebilirdi ki?

Bağdat-Berlin Demiryolu ve Kobani gerçeği!

İngilizlerin yaptırdığı toprak araştırmalarını İkinci Abdülhamid Han da Alman ve Fransızların teknik bilgilerine başvurarak 1885’te bir tespit çalışması gerçekleşirmişti. Mezopotamya’da yoğunluk arz eden ve Kuzey Afrika’da işaretler taşıyan kaynak haritasının bir hırsızlık olayıyla ortadan kaybolduğu düşünülüyor. Ancak belli ki, öyle ya da böyle hırsızlığı gerçekleştirenler ile Osmanlı Devleti’ni parçalamayı plânlayanlar, aynı sofranın misafirleriydiler.

Bu haritadaki işaretleri yerleştiren Alman mühendisler, Dicle ve Fırat havzalarına dikkat çekerlen, Fransız mühendisler ise Bağdat, Musul ve Kerkük’ü belirlemişlerdi. Tabiî bir de Almanların döşeyeceği Bağdat-Berlin Demiyolu meselesi vardı. Demiryolu, Alman bir şirket tarafından döşenecekti. Almanların bu işten istedikleri, döşenecek demiryolunun 20 kilometre sağı ve 20 kilometre solunda bulunan alandaki kaynakları bulmak ve işletmekti. Bu istek kabul edilmişti. Ancak yapılan araştırmalarda işaretlenen bölgeler olarak Bağdat, Musul, Kerkük ve Dicle-Fırat havzaları, bir teminat hamlesi olarak İkinci Abdülhamid Han tarafından özel mülk olarak tapulanmıştı. 1908 yılında Ulu Hakan’ın tahttan indirildiği darbenin üzerinden geçen bir yılın sonunda bu özel mülk kamulaştırılarak Hazîne’ye devredildi ve sonrasında enerji kaynaklarına dayalı dış politiğimiz son buldu.

Burada tarihî bir detayı arz etmek gerekiyor!

Suriye İç Savaşı sürecinde Esad rejimi YPG/PKK ve DAEŞ terör örgütleri halka çok zulmettiler. DAEŞ terör örgütünün bu iç savaşta yerleştiği/yerleştirildiği şehirlerden biri de Ayne’l-Arab idi. YPG/PKK Suriye İç Savaşı’nda henüz etkin şekilde kullanılmıyordu ki, bu terör örgütüne bir mazeret üretmek adına DAEŞ, Ayne’l-Arab’da büyük katliamlara başladı ve dünya kamuoyu Ayne’l-Arab’dan ilk kez haberdar oldu.

Türkiye’de bir ahlâksız iftira dalgası, tam da DAEŞ’in (IŞİD) Ayne’l-Arab’da terör estirmesinden evvel, “Türkiye IŞİD’i besliyor, destekliyor” şeklinde tüm dünyaya yayılmaya kalkışıldı. Bu dalganın iki hedefi vardı: Biri Suriye’nin kuzeyinden başlamak üzere bölgeyi ABD güdümündeki YPG/PKK terörüne mahkûm etmek, diğeri de Türkiye’yi bu sınırların en önemli komşusu olarak doğrudan yeni bir iç savaş ülkesi, hattâ 15 Temmuz göstermiştir ki bir işgâl hedefi hâline getirmek…

DAEŞ’in Ayne’l-Arab’da yaptığı katliamın sorumlusu olarak, onun destekçisi olduğu iftirasını attıkları Türkiye’de Ayne’l-Arab’ın DAEŞ’ten temizlenmesi yönünde siyâsî baskı kurmaya yeltendiler. Bu baskının en dehşetli aracı, 6-8 Ekim 2014 tarihlerinde gerçekleşen kanlı HDP/PKK eylemi oldu. Eş Genel Başkanları Figen Yüksekdağ ve Selahattin Demirtaş’ın provoke ettiği eylemlerde HDP/PKK destekçileri, 50 vatandaşımızı katlettiler. Yani bir terör örgütünün Suriye’de yaptığı katliam, Türkiye’de bir başka katliam ile güya protesto edildi. Ve bu olaylar, tarihe “Kobani Olayları” ismiyle kaydedildi.

Hâlbuki dünyaya Suriye’de Kürtlerin katledildiğini ifade etmek üzere yansıtılan olaylar Ayne’l-Arab’da vuku bulmuştu. Birtakım ırk sömürücüsü vampir, bu şehrin adının Kürtçe “Kobani” olduğunu iddia ediyor, güya tarihî belgelerin bunu ispat ettiğini söylüyordu. İşte Bağdat-Berlin Demiryolu’nun Ayne’l-Arab hikâyesi de bu noktada ortaya konulmalıydı!

Zira Bağdat-Berlin Demiryolu’nu döşeyecek şirket olan Kobane Companie, bölgede üretim tesisleri kurmuş ve bölge insanını istihdam etmişti. Şirketin kurduğu tesislere giden halk, adres olarak birbirine “Kobane”yi söyleyip gösterir olmuştu. Yani “Arap pınarı” anlamına gelen ve bir tarihi olan bu şehre, İkinci Abdülhamid Han’a çalışan bir Alman şirket üzerinden isim, hattâ yepyeni bir tarih verildi, bu da daha önemli bir tarihe sahip bölge halkına “köklü tarih” diye yutturuldu. Yetmedi, bu şehir üzerine katlettikleri 50 mazlum vatandaşımıza karşılık kendi terörist başlarını “mazlum” ilân ederek şehre yeni bir atıfta bulundular ve Ferhat Abdi Şirin adlı Apo veledini “Mazlum Kobani” şekline büründürerek tüm dünya ülkelerinin başkent görüşmelerine entegre ettiler.   

3S: Sykes-Picot, San Remo ve Sevr

Birinci Dünya Savaşı en büyük vurgununu, savaşa başlangıçta dâhil olmak istemeyen Osmanlı Devleti’ne yapmıştı. Zira savaş, Osmanlı sınırları etrafında yaşanıyordu ve Osmanlı, Batı’nın muhtaç olduğu kaynakların yeryüzündeki büyük bir kısmına sahipti.    

Savaşın devam ettiği süreçte müttefiklerini bir kenara bırakan İngilizlerle Fransızlar, Londra’da iki generalin temsilinde baş başa oturdular. İngiliz Mark Sykes ve Fransız George Picot, 16 Mayıs 1916 yılında bir harita hazırladılar. Bu haritaya göre Osmanlı bâkiyesi tamamen parçalanıyor ve iki ülke arasında pay ediliyordu. Ancak daha önce bir kuzenini satmış birine kimse güvenemezdi, Fransız da güvenemedi. Musul petrolleri hakkındaki çatlak, iki ülkeyi karşı karşıya getirdi.

Bu anlaşmazlık dört yıl sürdü. Bu süreçte, 1917 yılında Rusya savaştan Bolşevik yönetimi kararıyla çekildi ve İngiliz, ikinci kuzenini de sattı. İngiliz ve Fransız, bir müttefiğini kaybetmiş olsa da savaşı kazanmanın verdiği rahatlıkla çâreyi İtalyan uzlaşısında buldu. İtalya, müttefiklerini San Remo’ya davet ederek konuyu çözebileceklerini ve kendisinin de nereleri alacağını göstermek istedi. Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin varlığını ve Mîsak-ı Millî vurgusunu en gür sesiyle ilân ettiği 23 Nisan 1920 tarihinden üç gün evvel, 20 Nisan 1920 günü San Remo’da İngiltere, Fransa ve İtalya masaya oturdular.

San Remo’da yapılan konferans, Sevr Anlaşması’nın altyapısını hazırlamıştı. Kaldı ki beş ay sonra, 10 Ağustos 1920 günü Sevr Anlaşması metni, İtilaf Devletleri’ne dikte edildi.

Sykes-Picot, San Remo ve Sevr’in işlediği bu üç parçalama metni, bizim “3S” diyebileceğimiz bir formla yakın tarihimizin hazin sayfalarına kaydedilmiştir.

Lozan Antlaşması ile Sevr metni ve haritası her ne kadar çekmecelere konulsa da bu alçak metin ve aşağılık haritalar, yerli işbirlikçilerle hararetlendirilen her döneminde Türkiye’nin karşısına bir tehdit mekanizması olarak o çekmecelerden çıkarılmıştır. Ancak 29 Ekim 1923’te gerçekleştirdiğini 15 Temmuz gecesi de gerçekleştiren aziz ve necip milletimiz, o metni ve haritayı sonsuza kadar bir araya gelemeyecek şekilde parçalayıp artık yerin dibine geçirmiştir.  

Suriye’deki iç savaşı anlamak için Siyonist plâna bakmalı!

Suriye’deki iç savaşı anlayabilmek için, Birinci Dünya Savaşı’nın ardından İngilizlerle daha çok temas kuran Siyonistlerin yapılanmalarına dikkat etmek gerekir. Şöyle ki…

Kendisi Avusturya’da büyüyen ve Avusturya-Macar İmparatoru İkinci Wilhelm ile hem de Kudüs’te görüşen Theodor Herzl’in mîrası, Kongre Delegasyonu tarafından iştahla yürütülüyordu. İkinci Dünya Savaşı öncesine gelindiğindeyse, Almanları daima övmüş biri olan Herzl’in ülkesinden zalim bir diktatör yetişti. Siyonistlerin sürekli şikâyet ettiği birlik olamamak problemi, âdeta bu diktatörün yaptığı organize işkence ve katliamlar ile psikolojik bir zemine oturtuldu. Faşist Nazi Diktatörü Adolf Hitler, milyonlarca Yahudi’yi suçlu-masum, kadın-erkek, çocuk-ihtiyar demeden katletti.

Tarihe “Holocaust” adıyla geçen bu sistemli katliamlar silsilesi, Avrupa’da dağınık hâlde yaşayan ve sağ kalabilen Yahudilerin güvenli bir bölgeye taşınması gerektiği sonucunu doğurdu. Bu süreçte İngiltere, Filistin’in yeni işgâlcisi olarak devreye girdi. Bu anlamda İngiltere’yi yönlendiren, Siyonistler idi. Zira alan aramaya gerek yoktu, hazırda bir alternatif vardı.

1897’deki kongreden sonra 1899 yılında Londra’da kurulan İngiliz Siyonist Federasyonu, bu alternatifi ve dolayısıyla Siyonist tüm düşünceyi İngiliz Kraliyet Ailesine aşılamak adına kolları sıvamıştı. 1902 ve 1903 yılında Theodor Herlz, bu girişimler paralelinde İngiliz Kraliyet Komisyonu’na yabancı göçü hakkında kanıtlar sunmak üzere çağrıldı. Burada Sömürgelerden Sorumlu Devlet Bakanı Joseph Chamberlain ile tanışma fırsatı buldu ve bugün Mısır’a bağlı olsa da yakın tarihte Mısır ile İsrail arasındaki her çatışmada İsrail’in kolaylıkla işgâl edebildiği Sina yarımadası konusunda fikirlerini aktardı. Herzl, Sina yarımadasında bir Yahudi kolonisi kurmaktan bahsetmişti. Ve Theodor Herlz, 3 Temmuz 1904 günü öldü. Onun fikirlerine bağlı bir oluşum olan JTO, Londra’da, 1905 yılında kuruldu. 

Sevr’in organizatörleri: De Bunsen Komitesi

İngiltere’de Siyonist düşünce yayılımını hızlandırmış ve güce ulaşmıştı. İngiliz hükûmeti, Birinci Dünya Savaşı sırasında hedefine aldığı Osmanlı bâkiyesini nasıl işgâl edeceğini ve savaş sonrasında nasıl bir politika izlemesi gerektiğini ele almak üzere Başbakan Asquith’in görevlendirdiği Sir Maurice De Bunsen öncülüğünde bir komite topladı. Komitede yer alan diğer isimler şunlardı: Koloniler Bürosu’nu temsilen G.R. Clark, Hindistan Bürosu’nu temsilen Thomas Holderness, Donanmayı temsilen Amiral Henry Jackson, Savaş Bürosu’nu temsilen C.E. Callwell, Board of Trade’yi temsilen Llewellyn-Smith ve Savaş Bakanı Lord Kitchener’i temsilen Mark Sykes.

Mark Sykes? Evet, yukarıda bahsettiğimiz 3S’nin ilkine imza atan ve Güney Asya ile Afrika’yı cetvellerle çizen İngiliz general…

İngiltere, Orta Doğu politikalarını bu komitede yer alan bu yedi isimle belirlemişti. Peki, bu yedi isim konuya nasıl yaklaşıyordu? Bugün Orta Doğu’da kullanılan ülke, bölge ve alan adlarına baktığınızda, söz konusu komitenin Osmanlı’nın koruduğu kök mîrası âdeta temizlemek için tekrar canlandırdığı Lâtin-Yunan isimler olduğunu görürsünüz: “Mezopotamya”, “Suriye”, hattâ “Filistin”…

Mark Sykes, Arap İsyanı’nın bayrağını çizen tasarımcı olarak da bilinir. Müslüman Arapların bulunduğu Kudüs merkezli topraklarda Gazze, Refah, Ramallah, Han Yunus gibi Sami dil ağacına mensup Arapça köklü şehir isimleri varken, Sykes, bu şehirleri kapsayan ülkenin adını, Lâtinlerden kalma “Palestina” (Filistin) ile isimlendirmiş, isyan bayrağına ise bu Lâtin imgeden bağımsız Arap aşılaması yüklemişti.

De Bunsen Komitesi’nin izlediği amaç, Osmanlı Devleti’nin bölünmesi ve büyük devletlerin politik ve ticârî nüfus bölgelerine ayırmak şeklinde taksimatı, Osmanlı Devleti’ni olduğu gibi muhafaza etmek, merkezî otoriteden yoksun federal bir Osmanlı Devleti kurmak ve ülkeyi beş vilâyete ayırmaktı. Bu beş vilâyet, “Suriye, Filistin, Ermenistan, Anadolu, Cezire ve Irak (Mezopotamya’nın kuzey ve güneyi) idi. Sykes-Picot haritasında çizilen de, Sevr’de Osmanlı Devleti’ne dikte edilen de buydu. Ancak San Remo’da Sevr’in altyapısı hazırlanırken, Türk Devleti’nin eli armut toplamıyordu. Tam üç gün sonra, Ankara’da yeni bir devletin ilk temeli atıldı!

İran-ABD-DAEŞ üçgeni

Yukarıda İkinci Dünya Savaşı ve sonrasından “Alman Nazi zulmü ve Holocaust” işaretleriyle bahsetmiştik. Gele gele Siyonist girişimleri, İngiliz desteğini almış ve Filistin toprakları içerisinde gayr-ı meşru bir devlet dizayn edilmeye başlanmıştı. 1947’de bu topraklara yerleştirilen Yahudiler için Filistin’de âdeta birkaç mahalleden mürekkep toprak ayrılmıştı. Bağımsız İsrail Devleti de ilân edildi. 1947’deki Paylaşım Plânı’nın ardından 1949 ilâ 1967 yılları arasında sistemli bir işgâl programı işletildi.    

Bundan sonraki süreçte İsrail’i, terör örgütleri kurarak Müslüman ve Hıristiyan Arapları katletmek ve korkutmanın yanında Mısır ve Suriye ile çatışırken görürüz. Suriye bu çatışmaların bedelini son olarak netleşen ve elinden hiçbir karşılık gelmediği Golan Tepeleri ile öderken, Mısır ise zaman zaman Sina yarımadası, zaman zaman da büyük askerî zayiatlar vererek ödedi.

İsrail, İkinci Dünya Savaşı’nın ardından arkasına bir başka güç olarak ABD’yi de almıştı. ABD ise, Müslüman Arap ülkeleri üzerinde fazlasıyla etkiliydi. Arapların üzerindeki ABD etkisi, İslâm dünyasına liderlik ve Siyonist İsrail ile arkasındaki güçlerle rekabet noktasında bir boşluğun doldurulması zemini oluşturmuştu. Bu boşluk, 1979 yılında İran’daki devrim ile dolduruldu.

İran, on yılda bir ABD referanslı darbelerle oyalanan Türkiye’nin kendine gelmesi zor görünürken ve Arap ülkeleri ABD-İngiltere güdümündeyken kendisine bir motto belirlemişti: “ABD tek düşmandır, şeytan ABD’dir!”

Müslümanlar İran’ın bu devrimci algısıyla oyalanadursunlar, İran ne ABD’ye, ne de İsrail’e, yaptıklarına karşılık bir kez olsun somut bir tepki göstermedi. Ancak coğrafyadaki mezhep düzenlemelerini kendi lehine çevirerek mezhep diplomasisi ve hattâ silahlı örgütleri teşvik etme yoluna girdi. Devrimi zirveye çıkarmak için Fransa’dan uçakla gelerek Tahran’a inen Humeyni’nin İran’ı, ilk olarak Sykes-Picot’la bölüşülen Osmanlı bâkiyesinin Fransa’ya tahsis edilmiş Suriye’sinin azınlıktaki yönetici egemenleriyle mezhep bağı kurdu. Daha sonra yine Fransız hegemonyasının sürdüğü tüm ülkelere düşünce ihracına başladı. Lübnan, bu noktada “Hizbullah” adlı örgütle İran’ın bu ihracından nasibini aldı.

Müslüman ülkelerde mezhep bağları kurup bu ülkelerin yaşadıkları problemlere merhem olmak noktasında hiçbir girişim yapmayan İran, ABD ile karşılıklı bir dövüşün büyüyen kutbu olmaya soyundu hep. Ancak Baba Bush’un Körfez Harekâtı’ndan sonraki ikinci ABD işgâli sırasında Irak, ABD’nin yaptıklarının yanında bir de İran’ın yaptıklarından çekti. Birçok insanlık suçu işleyen Saddam Hüseyin’in bir Şii katliamı işlediği gerekçesiyle idam edilmesinden tutun da Irak iktidarının doğrudan Şiilere teslim edilmesi ve onların da İran güdümünde olmaları, ABD ile İran’ı Irak’ta aynı paralele oturttu.

Irak’taki Şii yönetimden zulüm gören Sünnî Araplar, özellikle kurulan cezaevlerinde sistemli şekilde radikalleştirilerek terör örgütlerine peşkeş çekildiler. El-Kaide, Nusra ve daha pek çok örgüt bu süreçte palazlanırken, son olarak bizim ismini “DAEŞ” olarak çevirdiğimiz terör örgütü, “Irak-Şam İslâm Devleti” gibi bir isimle kuruldu. İslâmofobya adı altında İslâm düşmanlığını arttırmak amacıyla Avrupa’nın çeşitli şehirlerinde bazı kanlı eylemler yapan terör örgütü, en büyük zararı Müslümanların ülkelerine verdi.

Irak’ta İslâm tarihinin en özel ve nadide eserlerini patlatan, şehirleri yaşanmaz hâle getiren, kendisine uymadığını düşündüğü Sünnî Arapları, Kürtleri ve de Türkmenleri katleden DAEŞ terör örgütü, Suriye İç Savaşı’nda ne Esad rejimi, ne Rusya, ne İran ve taşeronu Haşdi Şabi terör örgütü, ne de ABD ile çatışmaya girdi. DAEŞ’in tepki gösterdiği iki kuvvet oldu: Türk Silahlı Kuvvetleri ve Özgür Suriye Ordusu…

DAEŞ’e karşı savaşması için YPG/PKK’nın yerleştirilmesinden önce Irak Bölgesel Kürt Yönetimi devreye alındı. Türkiye’den davullu zurnalı geçirilen peşmergeler için yapılan geçit töreni bugün dahi canımızı sıkmaktadır. Bölgeye geçirilen peşmergenin hiçbir fayda sağlamamasının yanında bir de sonrası için YPG/PKK’nın ABD ile ortaklaşa biçimde sahaya konuşlandırılması alçakça bir stratejiydi.

Sonrasında ABD ve küresel şebeke, DAEŞ’in işgâl ettiği bölgelere yığılan YPG/PKK terör örgütünün sahada büyük mücadele vererek DAEŞ’ten toprakları kurtardığı algısı oluşturuldu. Ancak bu algı, dünya medyasına yansıyan şekliyle, DAEŞ’li teröristlerin YPG/PKK’lı teröristleri bölgeye getiren otobüslerle bölgeden burunları bile kanamadan çıkarıldıklarını kaydeden görüntülerle dünyaya servis edildi.

Suriye’nin Sykes-Picot’tan hâmisi olan Fransa, YPG/PKK’yı sadece Elysee Sarayı’nda ağırlamakla kalmadı, Suriye’de işlettiği fabrikalarla donanım bakımından besledi. Son olarak Barış Pınarı Harekâtı’nın gerçekleştiği tüm alanda ortaya çıkarılan beton duvarlı yeraltı tünellerinin çimentosu, Fransız çimento fabrikalarından getirildi. Tabiî Barış Pınarı Harekâtı üzerine ABD’nin hamiyetinden çıkmış görüntüsü verilen YPG/PKK’nın bu seferki hâmisi de doğrudan Fransa oldu.

Peki, Türkiye ve Suriye’nin asıl sahipleri Özgür Suriye Ordusu’na (Millî Ordu) karşı çatışan DAEŞ, meselâ her sözde hutbelerinde çattıkları İsrail ile hiç çatıştı mı? Asla! Suriye’deki zafiyet bir yana dursun, DAEŞ, 1967’de işgâl ettiği Golan Tepeleri’ni topraklarına kattığını ilân eden İsrail’le hiçbir kez çatışmadığı gibi, bu ilânı kabul eden ABD ile de sahada vuruşmadı. Zira makalemizin en başından bu yana dile getirmeye çalıştığımız üzere, mesele ne Suriye, ne de Golan’dı. ABD eliyle yakın tarihin en büyük Siyonist hamlesi, ülkemizin en uzun sınır komşusunda gerçekleşiyordu.

Kitab-ı Mukaddes’te övüldüğü ileri sürülen Taberiye gölünün suyu ve verimli topraklarıyla meşhur Golan Tepeleri için Suriye ile İsrail, İsrail Devleti’nin kuruluşundan beridir çatışmadaydı. Fırat ile Dicle’ye ulaşana kadar İsrail’in en önemli su kaynağı buradaydı çünkü. Siyonist Büyük İsrail rüyasında Fırat ile Dicle nehirlerinin doğduğu kaynaklar olan Anadolu’nın kuzey doğusu ile başlayıp aşağıda 1991-1992’de gerçekleştirdikleri Çekiç Güç Operasyonu ile açılan 36’ncı Paralel’i kapsayan alana, Suriye’deki yapay vesayet savaşlarıyla 37’nci Paralel’i de böylece katmaya Golan Tepeleri’nde başladılar. Ve bunu yaparken Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nun aldığı 240 ve 339 numaralı kararları tanımazlıktan geldiler. Bu kural tanımazlığı âdeta kutsayan ABD Başkanı Donald Trump’un ismini ölümsüzleştirmek (!) üzere “Golan Tepeleri” ismini “Trump Tepeleri” ismiyle değiştirdiler.

Arap Baharı Suriye’de kime yaradı?

Bilindiği gibi Suriye İç Savaşı, 2010 yılının son günlerinde önce Tunus’ta başlayarak patlak veren ve adına “Arap Baharı” denilen eylemler sürecinin son halkasıydı. Bu süreçte Mısır’da halk ilk kez kendi idarecisini seçmişti. Ancak o güne kadar Mısır’ın ensesinde boza pişiren güçler bu iradeyi hazmedemeyerek seçilmiş ilk Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi’nin başında olduğu idareye darbe yapmıştı. Mursi’yi deviren darbecilerin arkasında ABD kontrolündeki Suudi Arabistan ve BAE vardı. Bunu daima alenî şekilde ilân ettiler.

Arap Baharı dalgası, 15 Mart 2011’de, Şam’ın güneyinde bulunan Deraa şehrindeki eylemlerle Suriye’ye sıçradı. Bu arada Deraa, Peygamber (sav) torunlarının ikâmet ettikleri yer olarak bilinir.

Deraa’da başlayan eylemler Hama, Humus ve Lazkiye’ye uzandı. Esad rejimi, bu şehirlerde başlayan eylemleri kanlı bir şekilde durdurmayı amaçlayarak Hama ve Humus’u birer hayâlet şehre çevirdi.

Türkiye, bu katliamların ardından Esad rejimini çok defa uyarsa da, bugün tekrar tartışılan bir dış politika olarak Türkiye’nin uyarıları rejimden sert karşılıklar gördü. Suriye’deki rejim saldırılarından kaçarak Türkiye’ye sığınan ilk mülteci gruplar, 29 Nisan 2011’de Hatay Yayladağı’ndan ülkemize giriş yaptılar. Sonrasında yaklaşık 4 milyona ulaşan mülteci sayısıyla Suriyelileri misafir eden ilk ülke Türkiye oldu.

Esad rejimi, ara ara Türkiye’ye dahi roketli saldırılarda bulunmaya başlamıştı artık. Akçakale’ye yapılan ilk saldırı, Eylül 2012’de oldu. Beş vatandaşımız bu saldırı sonrasında şehit düştü. Bunun üzerine Türkiye hamle geliştirmek üzere sert yüzünü gösterecekti ki Rusya ve İran, rejimin hâmiliğini yapmak üzere 2012 yılından itibaren Suriye’de üsler kurmaya başladı. İlk Rus üssü Lazkiye’de kuruldu. Türkiye ise, ABD’nin kontrolündeki Katar ve Suudi Arabistan’ın desteklediği Koalisyon ile rejim muhaliflerinden oluşan Özgür Suriye Ordusu’nu dizayn etti. Özgür Suriye Ordusu, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin eğitminden geçtiği süre içinde vatanperver bir silahlı ordu olarak toprağını savunmaya koyuldu.

Türkiye’nin yetiştirdiği ÖSO’ya karşı kayıplar veren Esad rejiminin yardımına DAEŞ terör örgütü yetişti. DAEŞ, ilk olarak El-Nusra terör örgütüyle ortaklaşa yaptığı eylemle 6 Mart 2013’te Taftanaz Hava Üssü’nü ele geçirdi. 6 Ocak 2014’te ise Rakka’yı işgâl etti. Ayne’l-Arab’daki katliam 17 Eylül 2014’te gerçekleşirken, bu katliamın yansıması, yukarıda bahsettiğimiz gibi “Kobani Eylemleri” adı altında Türkiye’de oldu.

DAEŞ’in durdurduğu muhaliflere yeni darbe ise bu kez Esad rejiminden geldi. 2012’de kısmen devam eden çatışmalar, 2013’te muhaliflerin tam da güçlenmeye başladığı süreçte DAEŞ tarafından kırılınca, Esad rejimi, Doğu Guta’da kimyasal katliamlara imza attı, bin 400 sivil, aşağılık bir oyunun kurbanı olarak feci şekilde can verdi.

DAEŞ terör örgütünün bölgeden temizlenmesi için YPG/PKK, hem psikolojik, hem de mühimmat ve para yönünden ABD desteğiyle sahaya indirildi. YPG terör örgütünün getirildiği otobüslere bindirilerek götürülen DAEŞ teröristlerinin çıkarıldığı bölgelerde YPG/PKK, tam da Türkiye sınırında üç kanton kurdu: Afrin, Kobani ve Cezire Kantonları…

Türkiye, YPG’nin bölgeye indirildiği günlerde sert tepkiler gösterse de, başta ülkemizdeki işgâl işbirlikçilerinin yürüttüğü iftira ve çukur siyaseti nedeniyle kendi içişlerine konsantre olmak zorundaydı. Bu süreçte YPG’nin geçişine itiraz eden Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’a ABD/AB arkasıyla güya telkin veren “malların” desteğiyle kurulan bu sözde kantonlar, ÖSO’nun varlığı sebebiyle birleştirilemiyordu. Suriye’de kalan DAEŞ teröristleri, işte bu noktada devreye girerek 2014 ve 2015 yıllarında sadece ÖSO’ya saldırdı!

2016 ve 2017’de bir kurşun dahi sıkmadan DAEŞ’ten bıraktığı alanları teslim alan YPG/PKK, azgınlığını artık doğrudan ÖSO’ya karşı gösteriyordu. Yani ÖSO (rejim muhalifleri), önce Esad rejimi, sonra Rus ve İran milisleri, sonra DAEŞ, sonra da YPG terör örgütleriyle savaş veren tek yerli kuvvet olarak dünyaya meydan okuyan bir tavır gösterdi.

TSK bu süreçte ne yaptı?

Türk Silahlı Kuvvetleri bu süreçte, öncelikle uzun süredir ilk kez düzenlenen bir zırhlı birlik harekâtı olarak Şah Fırat Operasyonu’nu, Karakozak’ta bulunan Süleyman Şah Türbesi’ndeki üç naaşı almak üzere tertipledi. 21-22 Şubat 2015’te gerçekleşen operasyon, DAEŞ terör örgütünün türbeyi sarması üzerine gerçekleştirilerek ordumuza manevra kabiliyetini hatırlattı ve özgüven aşıladı.

24 Ağustos 2016 günü başlayan Fırat Kalkanı Operasyonu ile TSK, Cerablus’tan Azez’e uzanan bölgede El-Bab merkezine kadar ilerledi ve İsrail’in güney güvenliğini sağlamak üzere ABD-İngiltere gözetiminde kurulacak sözde Kürt devletinin ilk kantonunu darmadağın etti. İkinci kalkan darbesi ise 2017’de İdlib’e gerçekleştirilen operasyon oldu. Böylece 3 milyon insan, Türkiye’nin bu operasyonla Astana Süreci’nde kabul ettirdiği “güvenli bölge”de sağlıklı yaşama imkânı buldu. İdlib etrafında TSK gözlem noktaları kuruldu ve yaşam teminatı sağlandı. 19 Ağustos 2019’da Esad rejimi askerleri bu bölgedeki 9’uncu Gözlem Noktası’nı kuşatsa da TSK bölgeyi terk etmedi. Rejim, sonrasında İdlib’e Rus destekli hava saldırıları yaparak İdlib gibi uluslararası güvenlik teminatı oluşturulan bir bölgede katliamlar yaptı.

Fırat Kalkanı ile sözde Cezire Kantonu’nu dağıtan TSK, 20 Ocak 2018’de gerçekleştirdiği Zeytin Dalı Operasyonu ile Afrin’e girdi. Bu kez sözde Afrin Kantonu darmadağın edilirken, YPG/PKK terör örgütü sığınacak kucak aramaya başladı.

Ve Barış Pınarı Harekâtı, Fırat nehrinin doğusunda bulunan YPG/PKK kamplarını temizlemek ve işgâl edilmiş edilmiş topraklarını rejim muhalifi yerli Suriyelilere teslim etmek üzere Suriye Millî Ordusu (eski adı “ÖSO”) ile 9 Ekim 2019’da TSK tarafından başlatıldı. Bu harekât da sözde Kobani Kantonu’nu dağıtmakta başarılı oldu. Sadece 10 günlük sürede hedeflenenden fazlası kazanıldı. Operasyonun sürdüğü esnada ABD ve Rusya, ülkemizle masaya oturmak zorunda kaldı. Rusya ile ortak devriye faaliyetlerine başlandı.

Suriye’de gerçekleştirilen bu önemli harekâtların yanı sıra Türkiye, güvenlik konseptini daha da geliştirerek Pençe Harekâtları ile Irak’taki PKK terör kamplarını da temizleyerek IKBY’nin dahi muhtaç olduğu bir kapasiteye ulaştı. Yerli silah gücünün bu süreçteki katkısı mutlaka kaydedilmeli.

Bunun yanında Sudan’daki Sevakin adası, Somali’de kurulan Anadolu Askerî Kışlası ve Katar’da açılan Askerî Üs, bir güvenlik üçgeni olarak Kızıldeniz’de yer alan ticaret yollarının üzerine âdeta döşendi. Böylece Türkiye, mazlumlara çâre olan tek adres olarak tüm dünyaya varlığını yeniden ispat etti.

Netîcede Suriye ve Irak coğrafyasında sahip olduğu millî teknoloji ve silah sistemleriyle, köklü devlet yapısı ve yürttüğü güçlü ve esnek politikasıyla Türkiye Cumhuriyeti, Batılı emperyalist güçlerin desteklediği sözde terör koridorunu Irak’ın kuzeiynde Pençe Harekâtları, Suriye’nin kuzeyinde de 3 harekât ve 3 mutabakat ile yok etmiştir!

Türkiye, Suriye’de mazlum halkların kendi topraklarında hür ve bağımsız yaşamaları için çalışan tek ülkedir. Ve Türkiye’nin bir başka ülke toprağında asla gözü yoktur. Bu harekâtları gerçekleştirirken, üzerinde bulunduğu ülkenin toprak bütünlüğünün koruyucusu olan tek ülke de Türkiye’dir.  

Allah devletimizi korusun, devletimize kuvvet versin ve kahraman ordumuzu milletimize ve ümmete bağışlasın!

 

*Emekli Tümgeneral