
KALPGÂHIMIN durma mekanizmasını kontrol ettim. Fren diski ve balatalar sağlam… Fakat bu durdurulamaz kalp sızıntısı nereden geliyor diye hissedişleri birbirine ulaştıran tesisata göz attım, dirsek bağlantıları, kontrol vanaları da mukavim.
Öyleyse iç gıcıklayan zaruri teessüflerin ve kendi güzergâhını benden azade belirleyen düşünce yolcularının hangi sistem unsuru üzerinde tepindiğini anladım. Bu, zihnimin tekraren denk geldiği meşhur insan arketipinin baskılanamaz kalp inikasıydı. Fikrimi öyle bir kuşattı ki sonunda, bunun hissedişe dönüşmesini engelleyecek ne kadar sistem gereksinimi varsa hepsi fonksiyonunu yitirdi.
Yürüyen söz öbekleri kâinatı aksiyonsuz bir kargaşaya sürüklüyor. O kadar harekete tâbi sözlü değişkeni, ses titreşimi yoluyla tabiata bırakıyorlar ki; hava boşluğu bu işlevsiz paragraflarla virgülsüz, noktasız dolup taşıyor. Bütün harfler birbirine giriyor, bütün anlamlar havada anafor etkisi bırakıyor. Ama içlerinden bir tanesi bile toprağa düşüp de tohuma, köke, börtü böceğe ya da en azından toprağın kendi mineral dünyasına katılım göstermiyor. Hiç olmadı bu hava boşluğuna karışan lügatler, buharlaşma yoluyla yağmur bulutlarına karışsa da dolaylı yoldan kâinata bir fayda verse... O da yok!
Bunlar öylece bırakıldıkları alanda girift ve çelişkili bir varlık sürülüyorlar, yeri geliyor süslü sıfatlarla esen rüzgâra karışıp rütbe kazanıyorlar, kulaklara, kalplere erişip bu eylemsizlik yükünü ruhlara kilitliyorlar.
Gündem ve acı dışı bir çöküşe değinmek de şu an için manevîyatımın rotasıyla uyumlu değil; ama bunca söz öbeğinin çevre kirliliği peydah ettiği bir vasatta, doğru ve faydacı eylemlerin birbirine eklenme ümidi de gitgide törpüleniyor. Zihnimin cidarları hep bu söz öbeklerinin fırtınalı girizgâhlarıyla yankılanıyor. Nasıl söze ehemmiyet veren bir ruhsal makamım varsa; akordu bozuk tınılar içimi gıcıklıyor.
Sözü üslûba bürümek, ahlâkla bezemek, nezaketle biçimlendirmek ve edeple muhataba aksettirmek ne raddede hayatîyse, sözün eylem vadeden muhtevasına sadakat göstermek de o ölçüde dirimsel… Bunun kâr ve zarar grafiğiyle, talep ve arz verileriyle, imkân ve mümkün girdileriyle de ahbaplığı yok. Bu tamamen söz öbeklerinin, süslü cümlelerin, vaatkâr paragrafların sahiplerinin; sesi söze dönüştürürken özenli ve cüretkâr urbaları tercih edenlerin, bizatihi şahsiyet ve kimlik meselesi.
İnsan sözünden düştüğünde hava boşluğunda cereyan edecek bir ah ünlemi bile bulunmuyorsa; sözün ağırlığını taşıyamayan lisanların bunca kelimeyi israf edişine mi yanmalı yoksa söz ve eylem uyumsuzluğunun, kal ve dil tutarsızlığının hoyratça sergilenmesindeki vahamete mi kahırlanmalı, bilemedim.
Kâinatı, yürüyen söz öbekleri işgal etti. Sözlerinde en hükümran anlamları mahfazalı camekânlarda izleyen gözlere cömertçe sergileyen fiyakacı dilbazlar, eyleme geçişte sıfırı tüketmekte ve hatta bu eylemsiz paragraflardan minimal bir mahcubiyet tesirine bile denk düşmemekteler.
Gelecek zaman ekli yüklemlere noktalar serpiştirenler, geçmiş zaman ekli nedamet ve özür cümleciklerini virgülsüz, noktasız ve hatta ünlemsiz bir kimsesizliğe terk ediyorlar. Soru işaretinin izin verdiği ölçüde samimiyet kapılarını aralık dahi bırakmıyorlar. Samimiyete, dürüstlüğe, insanî ölçüde muhatabına biçilecek değere atıfta bulunacak bütün ardıl cümleleri, deyimleri sözlük dışı bırakıyorlar.
Şahsiyet çok katmanlı, devasa beden duvarlarıyla tahkim edilmiş bir binadır ki vitraylarından rengârenk gün ışıkları süzülen, asma tavanında en mahir ressamların fırçalarından çıkmış fresklerde kompozisyonlar anlatan, taç kapılarındaki taş işçiliğinde ince dantel motifleriyle göz kamaştıran bir şaheserken, bütün bu sistemi birbirine kenetleyen harç; söz ile kalbin, lisan ile eylemin birbirine ahenkle refakat etmesi ve bir antagonizma ile anlamı kaybetmemesidir.
Söz şahsiyettir. Kaybetmemeli.