“Yurtta sulh, cihanda sulh” diye diye

Elimizdekini küçümsemekten başka yaptığımız bir şey yok. Bu, yeni neslin suçu değil aslında. Bizim nesil de, bizden bir önceki de suçlanamaz bu konuda. Bu suç, bizi Batı’nın her zaman iyi olduğuna inandıran sistemin sahiplerinde! Medenî Kanun’u, Ticaret Hukuku’nu, insan haklarını Batı’dan alanların, kendi dilinden vazgeçip Batı’nın dilini seçenlerin, dininden rahatsız olup kurbana hayvan hakları, ezana gürültü, tesettüre gericilik kılıfı ile karşı çıkanların suçu!

BÜYÜK bir yabancı hayranlığı var içimizde. Çocukluğumuzdan beri Almanya’da trafik kurallarına nasıl uyulduğunu, İsviçre’nin vatandaşına nasıl ambulans uçak gönderdiğini, İngiltere’de hava tahminlerine göre aylar öncesinden plânlanan Prens Charles-Lady Diana düğününü, Brezilya’daki Yalan Rüzgârı dizisini, Avrupalı, Amerikalı emeklilerin dünyayı gezip doya doya tatil yapabildiklerini, orman yangınlarından veya tabiî afetlerden nasıl olup da neredeyse hiç zarar görmeden kurtulabildiklerini izleyip durduk.

Gün geldi, devran döndü…

Rize’de coğrafî yapının mecbur bıraktığı toprak kaymalarının, metrekareye 200 kilodan fazla yağmur düştüğü gün 8 canımıza mâl olduğu haberlerinin ertesinde, Almanya’dan ve Belçika’dan gelen sel haberleriyle sarsıldık. Sarsıldık, çünkü onlar “medenî” ülkelerdi ve böylesine afetlerden kurtulmanın yolunu bilirlerdi. Nasıl olurdu da 200’e yakın can kaybı yaşanabilirdi? Demek ki “çok büyük” bir afet olmuştu!

Henüz sezonun başındayız gerçi ama Türkiye’de orman yangınları ufak tefek can yakmaya başladı. “Yanan araziye otel yapılacak”, “Helikopter ve uçak filomuz yetersiz”, “Bu cahillikle daha çok yangın yaşarız” gibi serzenişleri duyduk hep. Kimse “Bak, PKK temizlendikçe yangınların hasarı da azalıyor” diye pâye vermedi Hükûmet’e. Ama ABD’de çıkan ve günlerce söndürülemeyen yangınlarda “tabiatın özgür iradesi” ile büyüyen hasarları, zarar gören hayvanları, evlerini terk etmek zorunda kalan Amerikalıları neredeyse gözyaşlarıyla izledik. Kimse “Şu yangını neden söndüremiyorlar?” diye sormadı.

Turizm sektörü, Devletimizin önemli gelir kaynaklarından biri olduğunda, “Adamlar emekli olup tatile yurt dışına gidiyor, sistem güzel kardeşim” dedik de neden Türkiye veya Yunanistan gibi Avrupa’nın doğusuna akın ettiklerini, İspanya ve İtalya gibi dünyaca ünlü sahillere neden gidemediklerini sorgulamadık hiç. 65 yaşına kadar, deyim yerindeyse “köpek gibi” çalışan Avrupalı emekliye imrenirken, vatandaşını 38 yaşında emekli edip sigorta sistemini batıranları da “Açız aç!” diye bağıran toplumun Bodrum’un nüfusunu nasıl olup da yazın 1 milyona çıkardığını, Avrupa’nın en pahalı şehirlerine Türkiye’den yapılan turlarda yer bulmanın nasıl da zor olduğunu görmezden geldik.

Onlarca Türk dizisi Türkî cumhuriyetler, Pakistan, Arap ülkeleri, Doğu Avrupa ve Güney Amerika’da izlenme rekorları kırarken, senelerce Brezilya’dan saçma sapan senaryolarla abuk sabuk ilişkileri evlerimize sokanları değil, Türk dizilerini seyreden ülkeleri eleştirmeyi marifet bildik. Bütün yabancı filmlerde kilise ritüellerini ilgiyle izlerken başrol oyuncusunun namaz kıldığı bir sahne varsa o filmi gerici ilân ettik de yeni nesil dizilerin neredeyse hepsine giren bir LGBT karakterini ilgiyle izledik.

Kraliyet düğünü için son yüzyılda yağmur yağmama istatistiklerine göre gün belirleyen İngilizleri baş tacı ettik de Ömer Hayyam ve ekibinin neredeyse bin yıl önce kurdukları rasathanede, bugünkünden bile çok daha hassas bir takvim üretmiş olduklarını hatırlamak yerine, Hayyam’ın rubailerinden muhalif anlamlar üretmeyi tercih ettik.

Avrupa’da yaşayan vatandaşların yurda geldiklerinde anlattıklarından, sürücülerin hız sınırına nasıl riayet ettiğini, okul taşıtı durunca nasıl durup öğrenci geçişlerini güvence altına aldıklarını, kırmızı ışık ihlâli yapmanın ne kadar büyük bir suç olduğunu, emniyet kemeri takma alışkanlığının ne kadar yaygın olduğunu, otobanların güzelliğini ve rahatlığını öğrendik. Kurallara yurt dışında harfiyen uyan “gurbetçilerin” Türkiye’de yaptıkları ihlâlleri kendi trafik keşmekeşimize, kazaları yollarımızın bozukluğuna bağladık, yurt dışındaki ihlâl cezalarının büyüklüğünü caydırıcı olarak ballandıra ballandıra anlatırken bizdekileri “Bütçe açığını kapatıyorlar” diye eleştirdik.

Peki, ne oldu şimdi?

Almanlar gibi yollarımız, İngilizler gibi meteoroloji merkezlerimiz, Brezilyalılar gibi dizilerimiz, “zengin Avrupalılar” kadar gezen Türk turistlerimiz, orman yangınlarına zamanında müdahale edip dünya ortalamasının altında sürelerle başarı sağlayan ekiplerimiz oldu. Ama mutlu olamadık!

Elimizdekini küçümsemekten başka yaptığımız bir şey yok. Bu, yeni neslin suçu değil aslında. Bizim nesil de, bizden bir önceki de suçlanamaz bu konuda. Bu suç, bizi Batı’nın her zaman iyi olduğuna inandıran sistemin sahiplerinde! Medenî Kanun’u, Ticaret Hukuku’nu, insan haklarını Batı’dan alanların, kendi dilinden vazgeçip Batı’nın dilini seçenlerin, dininden rahatsız olup kurbana hayvan hakları, ezana gürültü, tesettüre gericilik kılıfı ile karşı çıkanların suçu!

Bu suç, “Yurtta sulh, cihanda sulh” diyerek haklarından vazgeçenlerin, savaşmadan kazanmanın mümkün olmadığını, kazanmadan güçlü olunamayacağını düşünemeyenlerin, İngilizlerin İstanbul’u tek kurşun atmadan terk etmesini Lozan’ın başarısı gibi gösterenlerin suçu!

Artık gün, kendimize gelme günüdür! Bayram ertesine denk gelen Lozan’ın yıldönümünde Lozancılara geçen yıl Ayasofya ile verilen cevabı Kanal İstanbul ile beyinlere kazıma günüdür!

F-35’lerde yediğimiz kazığı yeni müjdelerle unutturmanın, S-400’lerin yerine kendi savunma sistemlerimizi monte ederek -sözde- müttefiklerimizi susturmanın, kendi kendimize yetecek enerji yatırımlarını tamamlayıp gerçek özgürlüğe kavuşmamızın, Suriye’deki haklarımızı gasp edenlere tokat gibi cevaplar verip Kıbrıs’ta, Azerbaycan’da, Libya’da, Ukrayna’da kurduğumuz plânları bir bir işletmenin günüdür bugün!

Bugün, ezik siyasetçilerin ezik politikalarından kurtulmuş olmanın meyvelerini toplayacağımız günlerin habercisi ve Türk-Müslüman âleminin kurtuluşu olsun, Kurban Bayramımız mübârek olsun!