
TÜRKİYE’nin yüzölçümünün yedide biri, nüfusununsa
sekizde birine sahip Yunanistan’ın 2012 yılındaki ahvalinden söz ediyordum...
Kavala
sahiline indiğimizde, şehrin Haçlı zekâlı zenginleri henüz uyanmamış olmalı ki zenginlik
emaresinden eser yoktu. Geç de olsa uyanan ucuz giysili gençlik ise öğleden
sonra sefası için sokakları doldurmuştu.
“Okula
gitmezler mi, çalışmazlar mı?” sorularına cevap aramanın beyhude bir uğraş
olacağı besbelliydi. Çünkü 2008 yılında baş göstermesine rağmen, Yunanistan
Hükûmeti’nin geçmiş 10 yıllık ekonomik iktidarsızlığının eseri olan krizin son
evresine yetişmiştik ve Yunanistan dökülüyordu.
Bu
az uz bir dökülme değildi. Bir önceki bölümde kısmen değindiğim kriz, halkı
açlık sınırına taşımış, aileleri “çocuklarını aşevlerine bırakıp kaçacak”
seviyeye getirmiş, ticaret durma noktasına gelmiş, 4 yıl boyunca öncelikli
olarak Atina’da Cumhurbaşkanlığı binası önünde şiddet ve kaos yaşanmış, sonra
tüm şehir halkları ayaklanarak sokaklara akmıştı. Çok uzak değil, hepi topu 10
yıl öncesinden söz ettiğimiz, kendi ülke halkını yönetemeyenlerin bugün yüksek
perdeden demeçler vermeleri, Amerika ve Avrupa’ya yanaşmış üslûplarıyla güç
gösterisinden haz duyma fırsatını kaçırmamaları ilginç. İlginç, fakat bizim
açımızdan şaşırtıcı değil hiç. Zira biz onların cemaziyelevvelini çok iyi
biliyoruz.
Öyle
ki, Yunan Hükûmeti’nin yetersizliği tüm dünyaca bilinirken, halk post-modern
çağda “Avrupa” etiketine rağmen en feci mağduriyeti yaşıyordu.
Avrupa
Birliği’nde olan, geçmişte olduğu gibi -Bizans İmparatorluğu dönemi dâhil- taht
kavgalarında Osmanlı’dan yardım isteyen, İstanbul’un Fethi sonrası dünyaperest
zaaflarıyla yine Osmanlı’yı hami edinen, bugün ise ABD ve Avrupa’nın eteğine
yapışma stratejisini benimseyen Yunanistan, pek öyle Avrupaî görünmüyordu.
Tabiî,
ülkede ekonomik kriz olmasına rağmen sabahın ilk ışıklarına kadar sahil
şeridinde müzik eşliğinde sirtaki yapmak, tabak kırmak dışında…
Batı/lın
kırmak, yıkmak, işgal etmek, konmak, kışkırtmak, sömürmek üzerine kurulu dünya
anlayışı ile yorumlarsak, halkın televizyonunu satıp sardunyalı balkonlarda
ucuz alkol tüketmesi, zenginlerin hiç yere porselen tabakları kırmasını Avrupaî
sayabiliriz.
Ah,
bir de sokakların köşelerinde bir önceki gün gerçekleşmiş protestoların
kalıntısı yırtık pankartlar, izmaritler, kâğıt bayraklar, sapları kırılmış
dövizler, slogan yazılı evlerin duvarları arasından indiğimiz sahilde plastik
sandalyelerde oturup frappe içmek hayli Avrupaî idi(!).
Nasıl
olmasın, bu kahvenin hammaddesi Batı’nın en bilindik, hatta ismi tüm türlerini
işaret eden meşhur instant (Kranür) kahveden oluşuyordu. Biraz buz, biraz su ve
bir aparat yardımı ile köpürtülmüş bu kahveyi oturarak içmek ise muhtemel “Doğulu”
portresi çiziyordu. Çünkü geç uyanmış, kendini sokağa atmış gençlerin neredeyse
tamamı ayakta hem yürüyor, hem frappesini yudumluyordu. Başkaca da bir
kaygıları yok gibiydi.
Genel
manzaraya ve anlatılanlara baktığımda gördüğüm o ki, nefsî alışkanlıklarını
terk etmek yerine, tüm kriz şartlarına rağmen haz merkezli telaşları devam
ediyordu.
Diyesim,
tahrif edilmiş dinleri İslâm karşıtlığını ideadan sayarak küfrü besleyen
dinamiklerden beslenen küffarın görüp göreceği “güç”, bir ömürlük sefadan
ibaret görünüyordu.
Batı/l
coğrafyalarda halkın nesnel ihtiyaçlarından ibaret bir gayreti, hükûmetlerin
ise İslâm karşıtlığı ile “Haçlılar” olarak unvan kazanmış ve yekvücut olup
varlıklarını “öteki” ırk, din ve coğrafyalar üzerinde kurdukları hegemonel
yaptırımlarla izahlandırma çabaları moderniteye rağmen gizlenemiyor. Ve bu izah
ile güç gösterisinde bulunan Batı/lın yürekli olmak gibi bir meselesi de
olmuyor.
Çünkü
o yüreklilik, nesnel ihtiyaçlara olan düşkünlüğü ıslahtan geçiyor. Canını dahi
verebileceği kutlu bir gaye istiyor. İlâhî bir kudretin himayesinde olduğunu
fark etmekle başlayan ve tüm mâkâmların yerine kulluk mâkâmını esas alıp medya
kameralarına, haber kanallarına değil, İlâhî kameralara karşı mahcup olmaktan
imtina edebilmektir.
Böylesi
yürekli olanlar için güç, ferdî değildir. Kendisi gibi inananlarla birlik
olduğunda sağlanacak ve temas edilen toplumları mağdur etmekten imtina ederek saadeti
yeşertecek bir hedefe yürümektir.
Ülkelerin
kaderine uğrayan krizlerde, açlık için değil, acıkınca imanını yememek için
elbirliği ile sebat, sabır ve irade gösterebilmek, yürekli olanların harcıdır.
(Devam edecek inşallah…)