
BUNDAN on yıl öncesiydi.
Yunanistan’da yaşayan aile dostumuzu ziyaret için yola koyulmuştuk.
Karayolu
ile İpsala’dan Yunanistan’a geçerken Meriç nehrinin durgun sularını tarihî
yorgunluğuna yormuş, zihnen tarihî bir yolculuğa çıkmıştık.
Osmanlı
Devleti’nin 1363 yılında Batı Trakya’yı topraklarına katması ile başlayan Türk-Yunan
ilişkisindeki bitimsiz siyâsî ve stratejik ilişkinin gerekçelerini konuşurken, Sırpsındığı
Muharebesi’ni (1364), Yıldırım Bayezid’in Atina ile Mora yarımadasını ele
geçirişini (1397), İkinci Murad’ın Selânik’i fethini (1430), Fatih Sultan
Mehmed’in Atina’yı tekrar alışını (1458), Osmanlı kuvvetlerinin İnebahtı, Koron
ve Methon şehirlerini alışını, Atina’nın, Selânik’in ve Mora yarımadasının
defalarca işgal edilerek yönetim değiştirmesini yâd etmiş, kronolojik akışın
sadece 1500’lü tarihine kadar gelebilmiştik…
Üç
saatlik yolculuğumuzda hafızalarımızın kronolojik akışında iki yüzyıllık
“Osmanlı Barış Dönemi”nin (1500-1700) bu coğrafyaya aldırdığı soluk nispetinden
pay aldık ve aile dostumuzun, “ekonomik kriz ve Yunanistan kültürünün bize
uymayan temizlik anlayışı”nı gerekçe göstererek otelde kalmamıza rıza göstermeyip
ısrarla evine davet etmesiyle nihayetlenmiştik.
İskeçe’deydik
ve bir evde kalmanın huzuru tarihî yolculuğumuzu teskin ederken, balkonlarında
çaylarımızı yudumluyorduk. Fakat o da ne? Tam karşılarındaki tepede devasa bir
haç işareti (istavroz) arz-ı endam ediyordu. İslâmî hassasiyetlere sahip aile
dostumuzun iki küçük yavrusu vardı, bu manzara ile nasıl baş ettiklerini,
görsel zihin yıkamaya karşı ne tür bir metot geliştirdiklerini merak ettimse de
sormadım. Çünkü ayaklarımdan daha hızlı seyr-ü sefer eyleyen zihnim, Bosna
Savaşı esnasında merhum Aliya İzzetbegoviç ile Hırvat komutan arasında geçen
bir diyalogu hatırlatıvermişti…
Bosna Savaşı esnasında bir gündüz vaktidir. Osmanlı mirası
Mostar Köprüsü’nün bulunduğu Mostar şehrinde Aliya İzzetbegoviç, Hırvat
komutanla görüşmektedir. Komutan, görsel tehdit havasında dağın tepesine
dikilen devasa haçı gösterir ve imalı sesinin yanında kibirli inanmışlığıyla, “Bak,
biz haçı nasıl diktik. Şimdi sizin hilâlden daha yukarıda bir haçımız var. Bunu
kaldırmaya gücünüz yeter mi?” diye sorar. Aliya İzzetbegoviç gülümser ve “Hele
gün geceye dönsün” der.
Akşam olur, karanlık çöker. Merhum Aliya İzzetbegoviç, Hırvat komutanı
dışarı davet eder. Şehadet parmağını “Allah Bir!” dercesine kaldırarak hilâli
işaret ederek şu sözleri söyler: “Sayın komutan, şimdi sen de bir semaya bakıver!
Şu hilâli ve yıldızı görüyor musun? Senin onları yok etmeye gücün yeter mi? Ne
kadar yükseklere haç dikseniz de onu geçemezsiniz ve asla onu oradan indiremezsiniz.
Onlar semada olduğu müddetçe biz de inşallah varlığımızı devam ettireceğiz!”
***
Bu
tüyleri diken diken eden hakikatin tesiri ile ürperdiğimi ve içimden, İslâm
inancının gözle değil, ruh ile kalplerde ikâme olacağı hakikatini kalbimde ve
zihnimde tazelediğimi ve bir şey sormadığımı hatırlıyorum şimdilerde.
Evlerinde
bizi misafir eden Erkan Bey ve İlknur Hanım’ın (kendilerine kalbî
teşekkürlerimi tazeliyor ve “İyi ki…” diyorum) biri kız, biri erkek, iki
yavrusu Zeynep ile Ömer’in ellerini tutarak, gökyüzüne taht kurmuş, gecenin
karanlığına umut olmuş dolunayı gösterip, çocukluğumdaki -hakikatin ta kendisi
olan- bir tekerlemeyi öğretmiştim: “Ben çocukken gece dışarıdaysak ve Ay’ı
görüyorsak, babacığım ellerimi tutar, birlikte, ‘Ay gördüm Allah! Amentü
Billah! Ay’ım mübârek olsun, çok şükür, elhamdülillah!’ derdik.”
İki
masum kalp, iki ışıltılı yüz, o gece boyunca bu ifadeleri tekrar edip durmuşlar,
benim de ruhuma huzur ikram etmişlerdi.
***
Yıl,
2012 idi. Fakat adeta 1981 yılında AB’nin bir batı ülkesine giriş yapmıştık. İzmir’in
şu anki bakımsız ve eskimiş yüzünden daha eski, daha yoksul, daha sükûn bir
coğrafya ile yüzleşmenin şaşkınlığını yaşadığımı hatırlıyorum.
İlk
görüşte bu şaşkınlığımı izale eden yegâne manzara, balkonlardan sarkan ve
sokaklara sakızımsı kokusu taşan sardunyalar olmuştu.
Gümülcine’den
başlayan ziyaretimiz İskeçe ve Kavala şehirleri ile devam etmişti. Sokaklardan
geçerken, sahilde kahve içerken, alışveriş için mağazaları seyrederken gördüğüm
manzara içler acısıydı. Mağazaların vitrinleri boş denecek kadar ale’l-usûldü.
Market raflarındaki birkaç çeşitten kalan üç beş ürün “talan” hissi
uyandırıyordu. Temel ihtiyaç maddelerinin pek çoğu yer almıyordu bile. “Biraz
içecek, birkaç bisküvi, birkaç parça hububat paketinden başkaca bir şey yoktu”
diyebilirim.
Mağazaların
çoğu kapalıydı. Meğer Yunanlar sabah 11:00’da açıp dükkânlarını, zaten gelmeyen
müşteriyi çokça beklemeye gerek görmeden, ikindiye varmadan, saat 14:00 gibi
kapatıyorlarmış.
Sokakta,
ellerinde kocaman bir eski tip tüplü televizyonla yürüyen kişiler görmeniz
mümkünmüş. Çünkü kriz öyle derinmiş ki, insanlar ev eşyalarını satıp akşama
sardunyalı balkonlarında ya da şehirdeki hiç kapanmayan “pub”larda keyif
çatmaya koşarlarmış.
Evlerin
oda metrekaresinden daha büyük balkonlarının olması ve balkonlardan çiçeklerin
sarkması da Yunanların ehl-i keyf oluşlarından kaynaklanıyormuş. “Dışa dönük
yaşıyorlar. Evlerde pek oturmaz, yokluk nedir anlamaz, ne bulurlarsa kafa
çekmek için kullanırlar” demişti Erkan Bey.
Tam
burada, vatan sınırlarının dışa dönük yaşamakla korunamayacağını, bir milletin
içeriye dönük bir niyeti yok ise, içinde bir gaye, bir inanmışlık, bir dâvâ,
bir gelecek menkıbesi taşmıyorsa silahlarla coğrafya sınırlarını korumanın ne
de imkânsız olduğunu söyleyerek, haftaya devam etmek üzere müsaadenizi
istiyorum.
Hâd
şuuru olmayan hâdsizler ahkâm kesince, avamî kültürde “Yürek mi yedin?” diye
sorarlar. “Yürekli olmaktan bîhaber olan Yunanlar, varsın, yürek yemeye
devam etsinler!” diyorum.
(Devam edecek inşallah…)