“Yürekler kabarık, gözlerde damla, Mehter’i saygıyla dur da selâmla”

Enerji yüzünden yüzyılımızı çalanların Orta Doğu’yu kan gölüne, Afrika’yı köle pazarına çevirenlerin hesaplarını akıllı ve ecdâd şânına yakışır bir vakarla yerle yeksan eden Devletimizin bânisi Ertuğrul Gazi oğlu Osman Bey’in kurduğu Osmanlı Devleti’nin yükseliş hükümdarı olan “Fatih” ismiyle sembolleşen sondaj gemimizle Karadeniz’de bulunan gaz yataklarına sevinmek ve şükür secdesine kapılmak neden birilerinin zoruna gidiyor?

ALLAH’IN (cc) Esmâsı anılınca veya Hazreti Muhammed’in (sas) ismi telâffuz edilince gönül titrer, göz yaşarır ya, hakeza, ay yıldızlı bayrağımız nazlı nazlı sallanır ya, dahası Mehteran bir marş seslendirir ya, o zaman hüzünlenip gözyaşlarına boğulanlara “Bunlar ne sulu gözlü!” diyenler, -bir kısmı iyi niyetli de olsa- akan gözyaşının hikmetinden bîhaberlerdir.

Birileri de var ki, o gözyaşlarının sırrını bilir ve istihza ile kıs kıs gülerek “Ne olacak, sulu göz!” der ve aklı sıra karşısındakinin hâline acımış (!) olur. Bununla alâkalı tek bir misâlle yetinelim (gözyaşı rahmettir, alay edense gayr-ı ciddî ve kem niyetlidir)…

Ebû Ümâme Suday İbni Aclân el-Bâhilî’den (ra) rivâyet edildiğine göre, Peygamber Efendimiz şöyle buyurdu: “Allah katında hiçbir şey, iki damla ve iki izden daha sevimli değildir: Allah korkusuyla akıtılan gözyaşı damlası ve Allah yolunda dökülen kan damlası… İki iz ise, Allah yolunda çarpışırken alınan yara izi ve Allah’ın emrettiği farzlardan birini yerine getirmekten kalan kulluk izidir.” (Tirmizî, Fezâilü’l-Cihâd, 26)

Rahmetli Yahya Kemal’in “Bin atlı, akınlarda çocuklar gibi şendik/ Bin atlı, o gün dev gibi bir orduyu yendik” mısralarındaki ecdâdımıza yüz sene önce reva görülen ve Sykes-Picot ile dayatılmış sınırlarla Tuna boylarında atlarını süren Akıncıların yurdu cetvellerle bölünmüştü. Bize Sevr’i dayatanlar, Anadolu’nun küçük bir köşesini bile fazla görmüşlerdi.

Emperyalist Batı’nın sanayi terakkisi ve makine endüstrisinin kalbi olan “neft”, bizim hâkim olduğumuz topraklarda ve gönül coğrafyamızda idi. Müstevlilere göre, behemehâl bu doku bozulmalı, o iksir (neft) onların ellerine geçmeliydi. Her ne kadar milletimize dayatılan “Sevr” paçavrası yırtılıp atılmış olsa da emperyalist Batı, “Haçlı Seferleri” ile muvaffak olamadığı askerî operasyonlarının yerine, bize dayattığı cici demokrasi ideolojisi ve içimizden devşirdiği “mankurtlarla” ülkemizi daima ne öldürmek, ne de oldurmak noktasında tutmak istiyordu. Türkçesi, bizi hep içimizde oyalayarak “Cambaza bak” oyunuyla tutup mâverâyı göz ardı etmemizi istiyor, ileriyi görmemizin önüne perdeler koyuyordu.

Şarkiyatçıların o bilinen alavere dalavere oyunlarıyla hâlâ “Neft” bölgesini kurdukları cetvel devletlerle ellerinde tutuyorlar. Biz, konumuzun tarihî serencâmına bakalım...

Büyük oyun!

Ülkemizdeki kardeş çocuklarını, Anadolu kapılarını Müslüman Türk’e açan Sultan Alparslan ile Şarkın Sultanı Kudüs Fatihi Selahaddin Eyyûbî’nin torunlarını, Yavuz Sultan Selim Han’la İdrîs-i Bitlisî’nin torunlarını birbirine düşürmek, onların projelerindendir.

Yıllardır başımıza musallat ettikleri “PKK” denilen Marksist/Leninist katil çetesinin bu projenin ürünü olduğu aklıselim olanın malûmudur.  Yüz yıllık ihânet ve şeytan kumpasından kurtulmak isteyen münevverimiz, ayanımız ve dinamik gençliğimizin karşısına yıllar yılı çıkarılan bahane, “Bizden bir şey olmaz! Başkaları yapar biz bakarız, medeniyet Batı’da” gibi zırvalarıdır.

Daha evvel de birkaç kere şartlar muvacehesinde arz etmiş idim. Osmanlı Cihan Devleti yerine geçen Cumhuriyet Devleti’nin kurucu iradesinin içinde bulunduğu ahval ve şeraitin (o dönemin şartları), eşyanın tabiatına uygun olarak (!) yeni kurulan devlet yapısını metihle eskiyi tenkit ederek muvaffak olmak ister. Bu hâl belli ölçülerde kabul edilebilir, lâkin eskiye dair ne varsa reddetmek, kurumları ve mîrası pây-mâl etmek akıl kârı değildir.

Zaman içinde yetişen nesiller için, o dönemlerin Millî Eğitim Bakanlığı’nın müfredatı gereğince tarihler bize yabancı, hedefler kadük, yarınlardan bîhaber, ecnebi (yabancı) hayranlığı hâd safhadadır. Bu menfi şartlara rağmen yerli-millî gençlerden kimi gruplar, bu gidişattan hoşnut değildir. Onların “Karadeniz çırpınınca” gözleri dolar; “Yürekler kabarık, gözlerde damla;/Mehter’i saygıyla dur da selâmla” terennümü karşısında bir hoş olurlar.

Ancak vesâyet rejimleri öyle baskı kurmuş ki, her on senede bir müdahale ile balans ayarı yaptılar. Kendilerine yardımcı “mankurtlar ordusu” olarak PKK, THKP-C ve türevlerinin yanı sıra FETÖ/PDY var. Bu nevzuhur ve şen’i mihrakların yerli ortakları olan partiler ve kıtalar ötesi hâmileri de var.

“Ülkümüz göklerde dalgalanan bir sancak/ Allah’ın huzurunda eğiliriz biz ancak” diyenler, “Sakarya, saf çocuğu masum Anadolu’nun/ Dîvânesi ikimiz kaldık Allah yolunun” diyen nesiller,  “Sakın ‘Kader’ deme, kaderin üstünde bir kader vardır/ Ne yapsalar boş! Göklerden gelen bir karar vardır” düsturuyla iman ettiler ve makûs talimizin kırılması için kavl u karar ettiler.

2000’li yıllarda başlayan yerli-millî hamlelerimizi berhava etme ihalesini alan kirli PKK, FETÖ ve THKP-C koalisyonu, ağababalarının talimatıyla evvelâ Cumhuriyet’i kurtarma (!) mitingleri yaptılar, sonra MİT Krizi’ni çıkarttılar ve sonra ağaç bahanesi ile Taksim’de kalkışma denediler. Hiçbiri olmadı. Bu sefer 17-25 Aralık gibi adlî yönden bir işgale kalkıştılar. Ve de eroinmanların son “altın vuruşu” gibi, 15 Temmuz ihanet kalkışmasını denediler…

Kur’an âşıkları, “Gevşemeyin, hüzünlenmeyin. Eğer (gerçekten) iman etmiş kimseler iseniz, üstün olan sizlersiniz” (Âl-i İmran, 139) şiarıyla bütün kumpasları tek tek parçaladılar. Milletimiz önce 15 Temmuz işgaline kalkışan silahlı FETÖ ve ağababalarına gereken dersi verdi, peşinden “neft” için Orta Doğu’yu kan deryâsına çeviren ABD, Rusya ve Sykes-Picot anlaşmasının taraflarının plânladıkları terör koridorunu evvelâ Fırat Kalkanı, sonra dostlara Zeytin Dalı’nı uzatarak bir “Barış Pınarı” ile sundu. “Süleyman Şah’a selâm olsun” dediler ve İdlib’de baharı getirecek operasyonlar yaptılar.

Dün bize Sevr’i dayatanlar, içimizdeki mankurtlara ulûfeler dağıtarak Akdeniz çevresinde karşımıza ikinci Sevr ile çıktılar.

Ancak biz, dostlarımızı yalnız bırakmayız!

1519’da Tâcûra’dan İstanbul’a gelen bir heyet, bugünkü Libya’nın kurtuluşu için Osmanlı Sultanına müracaat etmişti. Kanûnî Sultan Süleyman’ın talimatıyla Hadım Murat Ağa, bir filo ve yeterince askerle birlikte Tâcûra’ya gönderildi. İspanyolların Malta Şövalyelerine devrettiği Trablus, nihâyet 15 Ağustos 1551’de, Turgut Reis’in gayretleriyle fethedildi.

İşgal döneminde iç kesimlerle bağlantısı kesilen ve ticareti körelen Trablus’un yıldızı yeniden parlamaya başladı. Libya ocağı, Osmanlılar için Mağrip ocakları bakımından bir gelir kaynağı olmaktan çok, devletin ve İslâm dünyasının savunmasında ileri karakol olarak görülüyordu.

Deniz akıncılığı ve korsanlık, Akdeniz’deki seyr ü seferi kontrol altında tutmaya yarıyordu. Yerli halkın denizciliğe ve savaşçılığa meylinin bulunmaması ve örgütlenmeye müsait olmaması sebebiyle gerekli kadrolar 3 yılda bir Anadolu’dan devşiriliyordu. Tamamen Türk unsurundan oluşan asker ve leventlerin yerli halkla evlenmesinin yasak olmasına rağmen, zaman içinde bu tür evlilikler yaygınlaşarak “Kuloğlu” adı verilen melez bir nesil ortaya çıktı. Nasıl ki Suriye Afrin’de, Halep’te Süleyman Şah’ın, İkinci Sultan Abdühamid Han’ın mîrasına sahip çıkıldı ise, Libya’da da evvela Kanûnî Sultan Süleyman Han ve Turgut Reis’in hatırasına ve mîrasına sahip çıkılmıştır, Kuloğlu Ailesine tazim ve vefâ edilmiştir.

Burada, “Afrin’de, Libya’da ne işimiz var?” diyen mankurtları da unutmuyoruz.

Nereden nereye?

Bu fakirin de dâhil olduğu nesil olarak, Sayın Devlet Başkanımızla farklı ama yerli ve millî gençlik gruplarına mensuptuk. Belki zamanenin fitneleri yüzünden, özellikle “FETÖ” denilen fitne hareketinin basın-yayın vâsıtalarını manipüle etmesinden, Millî Görüş’e mensup kardeşlerimizin devlet etme şekline teenni ile bakıyorduk. Ne zamanki o dönemin Başbakanı olarak şimdiki Devlet Başkanımızın İsrail’in şahsında küfrün kal’alarına “Bir dakika! Sizler zalimsiniz, öldürmeyi iyi bilirsiniz” haykırışını gördüm, o akşam “şükür secdesine” kapanıp Allah’a hamdettim.

Ondan sonra atılan her adımın, yapılan her faaliyetin bize ait bir medeniyet tasavvuru ile gerçekleştiğine şâhitlik eder olduk.

İnsan zaafından kaynaklanan bazı olumsuzluklar mümkündür, kurumlar ve kişiler “İsmet” sıfatından münezzeh değildir. Hatâ yapmak kulun fıtratında vardır, aslolansa bunu bir itiyat hâline getirmemektir. Hâl böyle olunca, cümle hayırlı işi zemmetmek, ancak kem bakışlı kötü niyetlilerin işidir.

Yazımızın girişinde arz etmiştim, nasıl Türk bayrağını gördüğümüzde gözyaşına boğulur, her ezan okunduğunda şükürler edip Hakk’a sığınıyorsak, yıllarca hasretini çektiğimiz ve imkânsız görünen kıymetli meselelerin çözülmesi ile de seviniyoruz.

Milletçe beşerî ölçülerde sevinmek yadırganmamalıdır. Feth-i Mübîn’in sembolü Ayasofya-i Kebir Cami-i Şerîfi’nin yeniden ibâdete açılmasına da gözyaşları ile hamdettik meselâ...

Bu kutlu zamana ve mekâna kulp takan ve Devlet Başkanımıza bunun üzerinden lâf edenler, gafil değillerse, haindirler. ABD’nin ve Papa’nın borazanını çalıyorlardır. Enerji yüzünden yüzyılımızı çalanların Orta Doğu’yu kan gölüne, Afrika’yı köle pazarına çevirenlerin hesaplarını akıllı ve ecdâd şânına yakışır bir vakarla yerle yeksan eden Devletimizin bânisi Ertuğrul Gazi oğlu Osman Bey’in kurduğu Osmanlı Devleti’nin yükseliş hükümdarı olan “Fatih” ismiyle sembolleşen sondaj gemimizle Karadeniz’de bulunan gaz yataklarına sevinmek ve şükür secdesine kapılmak neden birilerinin zoruna gidiyor?

Edilen lâfların gösterdiği, bir akıl tutulmasının ötesinde, Ebu Cehilliğin katmerlisidir. Bu millet daha nice hayırlı müjdeler almayı hak ediyor. Rabbim bunu nasip edecektir…

Sözümüzü, Devlet Başkanımızın da Dâvûdî sesiyle okuduğu, Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu’nun “Malazgirt Marşı” adlı şiirinin son dörtlüğü ile bitirelim:

“Yiğitler kan döker, bayrak solmaya;
Anadolu başlar vatan olmaya…
Kızılelma’ya hey, Kızılelma’ya!
En güzel marşını vurmadan Mehter,
Ya Allah... Bismillah... Allah-u Ekber!”