Yüreğini gördüm onun

Bir arayış, bir buluş, iki yürek… Yüreklerin birlikte çarpmaya başlaması, konuşamama, ilk umut ve ilk umutsuzluk, susuzluk, uykusuzluk, yarımlık, yarım kalmışlık, kaybetme korkusu, ölümün soğukluğu, dik başlılık, karşı koyma, uzun bir tatil ve kaçınılmaz son… Ve ölüm…

İNSAN diyorum, yarımdır bir başına, eksiktir; bulmak, bulunmak ve tamamlanmak ister, arar durur bazen farkında bile olmadan, bilmez, bilemez nerede, nasıl bulabileceğini diğer yarısını. Bulabilecek mi, bulamayacak mı? Kimi zaman bulur, kimi zaman bulduğunu zanneder. Kimi zaman bir sözle kaybediverir yine, yıkıverir her şeyi, kimi zaman gözünden sakınır, esen yelden, uçan kuştan kıskanır diğer yarısını.

Bilmez, bilemezsiniz; belki yanı başınızdadır da yıllarca ararsınız bile bir söze, bir güzelliğe bakar bulmak. Bilemezsiniz kimdir, nedir, nicedir, nasıldır? Aklınızdakiyle gönlünüzdeki, yüreğinizdeki yani, yani diğer yarınız bambaşka biri de olabilir.

Çoğu zaman gözüyle bakar, gözüyle arar, aklıyla arar insan. Çoğu zaman nefsince arar kendine gâib olanı. Ölçer biçer, renkten renge sokar aklınca aradığını. Oysa bilmez çoğu zaman… Oysa siz bilmezsiniz, yüreğiniz bilir, yüreğiniz tanır gözlerinizin tanıyamadığını.

Gözbebeğinizden girip de yüreğinize oturuverir biri bir gün gelir. Gözünüzden perde kalkar, gönlünüzle görmeye başlarsınız ondan sonra dünyayı. Fark etmediğinizi fark eder, duymadığınızı duyar, hissetmediğini hissedersiniz bir gün gelir. Bir gün gelir, en çok yağmuru seversiniz sırılsıklam. Bir haller olur baştan ayağa size; şiir gibi konuşur, şiir gibi duyarsınız birinin sözlerini. Bütün ölçütlerinizi toplayıp çöpe atarsınız. Ne dese beğenir, ne giyse yakıştırır, ne yapsa hoşlanırsınız. Ruhunuza bir çocuk gelip oturur o zamanlarda. Çocukça güler, çocukça ağlarsınız yerli yersiz. Kuşlar ve çiçeklerle konuşur, gökyüzünü kucaklamak istersiniz delicesine. Bir söz var ya hani, "Birini gerçekten sevdiğin zaman, yaşı, ne kadar uzakta olduğu, boyu, kilosu sadece lanet birer sayıdır" diye, bilmem ama gerçekten öyle midir? Fakat öyle olsun ister insan…


“Senden Önce Ben”

İşte görmek, işte duymak istemez konuşulan olumsuz hiçbir şeyi. Olmasını istediği gibi sevmez yani insan, olduğu gibi sever. Eğer cesursa yeterince, eğer yetiyorsa yüreği ömrünün geri kalanını karşısındakiyle geçirmeye, kusurlarını görmez değil, görür; görür ve kabul eder, eksikliğini tamamlar karşısındakinin, kendi eksikliğini giderir onunla. Ve bir olur, bütün olur, tam olur, tamamlanır her şeye rağmen. Bozar bütün gelenekleri bazen insan, bazen bütün yakıştırmaları görmezden gelir. “Bizi de yakıştırmasınlar birbirimize” der bazen, “Kim ne derse desin” der, “Yüreklerimiz çok yakışıyor birbirine”. “Yüreğini gördüm onun” der, davulu dengi dengine vurmayı reddeder yani. Yani sever bazen insan… Sever…

İşte “Senden Önce Ben”de her iki taraf açısından da bunları göreceksiniz desem yeridir sanıyorum. Lou ve Will… Varlık içinde büyümüş, bir zaman uçarı, bir zaman su gibi para harcayan, bir zaman burnu havada, bir zaman insanlara tepeden bakan bir adam Will. Ve kentin taşrasında büyümüş genç bir kadın…

Aynı yerlerde bulunmuşlar ayrı ayrı, aynı insanlarla karşılaşmışlar belki yine ayrı ayrı, ayrı ayrı aynı yolları arşınlamışlar belki, fakat yürekleri, onları bir kazadan sonra buluşturmuş. Başına gelen kaza Will’i daha hırçın bir hale getirirken bir yandan, bir yandan da kendi kabuğuna çekilmesine neden olur, pek kimseyle görüşmek ve pek kimseye görünmek istemez. Bakıma muhtaçtır. Her gelen bakıcıyı ya bıktırır, ya kovar bir süre sonra. Ta ki bakıcılık işi için Lou gelene kadar…

Will, korkunç denebilecek bir karşılama yapar Lou’ya. Birbirlerine verebilecekleri hiçbir şey yoktur aslında. Aslında yerkürenin iki ucu kadar uzaktırlar birbirlerine önceleri. Kültürleri farklıdır aynı şehirde yetişmiş olsalar da. Aynı yollarda koşmuş olsalar da çocukken, eğlenceleri, üzüntüleri, gülmeleri, ağlamaları farklıdır. Aynı zaman diliminde, apayrı iki dünyada yaşamaktadırlar.

Bir insana ne kadar katlanabilirsiniz, hele en temel ihtiyaçlarını bile göremeyen bir insana? Nelere tahammül edebilirsiniz? Sabrınızın sınırı nereye kadardır yani? Yani sabır taşınız nerede çatlar? Will, en sabırlı insanı bile çıldırtabilecek hareketlerde bulunur sık sık, küçümser, alay eder şakayla karışık. Önemsemez ya da önemsemez görünür kendinden başkasını. İlle de aklına koyduğu şeyi anne babasına verdiği mühlet sonunda yapacaktır. Umutsuz, huzursuzdur. Küskündür belki, belki çekilmezdir.

Peki, Lou olağanüstü bir insan mıdır? Nereye kadar sabredebilir ki bir insan? Will’e karşı bir acıma hissi midir, yoksa daha kendine bile itiraf etmekten korktuğu gerçek midir ona bu sabır ve şefkati veren?

Lou’nun, önceleri sadece ailesine biraz da olsa maddî katkıda bulunmak kaygısıyla kabul ettiği iş, bir süre sonra işi bırakıp kaçması ve sonrasında gösterdiği incelik ve çaba ile ölümünü planlayan bir adamı kurtarma çabaları… Yaşamdan umudunu kesmiş bir adam ve adamın her anına bir umut ekmeye çalışan bir kadın… Yarım kalan eğitimine devam etmesi için kadını cesaretlendiren de aynı adamdır hâlbuki. İkileme bakar mısınız? Umutsuz ve başarısız girişimler sonra, sonra bir düğün ve tekerlekli sandalyede bir dans… İlk yakınlaşma…

Bir arayış, bir buluş, iki yürek… Yüreklerin birlikte çarpmaya başlaması, konuşamama, ilk umut ve ilk umutsuzluk, susuzluk, uykusuzluk, yarımlık, yarım kalmışlık, kaybetme korkusu, ölümün soğukluğu, dik başlılık, karşı koyma, uzun bir tatil ve kaçınılmaz son… Ve ölüm…

Moyes, hayatımızdaki önyargıyı, insanoğlunun ihtirasını, yükselip yükselip bir anda yere çakılmasını, koskocaman şeylerde, mal varlığında, parada bulunamayan ve fakat küçücük şeylerde bulunabilen mutluluğu ve mutsuzluğu, yüzüstü bırakılmayı, aldatılmış olmayı, sîneye çekmeyi ve pişmanlığı işlemiş “Senden Önce Ben”de. En önemlisi ise umudu işlemiş ince ince, nakış nakış. Buldum zannedilip bulunamayanı, hiç umulmayanda bulunan saflığı, dürüstlüğü ve sevgiyi dökmüş ortaya kitabında…

Yaşam bir mucize, bir imtihandır. Her doğan gün bir hediyedir insana. Kimi zaman arzunun elde edilememesi, kimi zaman akla gelenin başa gelmesidir. Dilim dilim, ağ ağ örülmüştür hayat. Kendine has bir etkisi vardır onun: “Kelebek etkisi”. Son nefesini verirken bir insan bir yerinde dünyanın, başka bir yerinde ilk nefesini almaya başlar başka bir insan.

Bir de bir tarladır hayat, umudun ekildiği bir tarla. En kötü anında gülümsemektir bazen hayat. Mutlu olmayı öğrenmek, mutlu olmayı bilmektir sahip olduklarınla ve mutlu etmeyi bilmektir. Bazen küçücük, belli belirsiz bir tebessümdür. Bilmez, bilemezsiniz; küçücük bir tebessüm dalga dalga yayılır, büyür, bir kahkaha tufanı olur ve bir mutluluk ağı kurar kendine. Has niyetiniz önemlidir. Temiz, halis niyetle, yüreğinizle yaptığınız en küçük iyilik bile hayatınızın bir yerinde gelir sizi bulur bir gün. Bugün yaptığınız iyilik de, kötülük de ya yarın, ya yıllar sonra karşınıza çıkar bir şekilde.

Ve bir çekim kuvveti vardır hayatın. Bilmez, bilemezsiniz; eğer iyiyseniz, iyilerdenseniz siz, iyiliğiniz kendine çekecektir başka bir iyiliği. İyilerden olun siz!

Bilmez, bilemezsiniz; belki dürüst, tertemiz, saf olursanız, belki yüreğinizi görebilir insanlar…

Jojo Moyes kimdir?

Jojo Moyes, 4 Ağustos 1969, Londra doğumlu İngiliz romancı ve gazetecidir. Duygusal Romancılar Derneği Yılın Duygusal Romanı Ödülü’nü iki kez kazanan birkaç romancıdan biridir.