
BU yazımı iki yıl sonra gelebildiğim memleketime (Erzurum) özgü sonbaharın Kasım’ının oldukça serin bir gününün sıcak gecesinde, hayli ilerlemiş bir vaktinde yazıyorum. Yüreğim bütün sevgiler ve o sevgilerin yol açtığı dayanılmaz acılarla dolu ve sesleniyorum geceye olanca gücümle: Ey yalnızlık, seslen ayak seslerine, vakit artık yolculuk!
Yılanlar süzülürken kış uykusu için toprağın koynuna, özgürlük düğünü en geçmişte Endülüs’ten başlayarak ve son geçmişte Afganistan’da, Bosna’da, Irak’ta, Suriye’de, Azerbaycan’da halaylarını çekerek altmış yıldır düğüne doyamayan Filistin mevsiminden geçerek Gazze sokaklarına kan renginde tablolar bıraktı. Ve bırakmaya devam ediyor, maalesef devam edeceğe benziyor. Çünkü Vahşi başlatmıştı bu düğünü Hamza’nın kanıyla ellerini yıkayarak. Kan serpmeleriyle gökyüzüne şehadet adlı minyatürler çizerek...
Anneler ölecek, çocuklar ölecek. Anneler ve çocuklar, annelik ve çocukluk yeniden öğrenilsin, gül mevsimi yeniden dirilsin diye ölecek…
Büyük ve ciddî kuşkular arefesinde bulunuyoruz. Toplum sancı sancı üstüne kıvranıp duruyor ve yeni bir şeyler doğurma eşiğinde. Yıllar yılı binbir paradoksla kendine has çizgiden uzaklaşmış yığınlar, gelecek hakkında oldukça endişeli ve ümitsiz. Yürekler dermansız. Zihinler fakir. İlhamlar sevimsiz.
Ve sana seslenme zamanı anne!
Zaman sana muhtaç, bilmem, biliyor musun? Merhamet, dünya ikliminde sadece senden umutlu. Sevgin karanlıkların acılarını dindirdi; kucakladı acılarını hasretin, isyanın yeni titreşimlerini oluşturdu kışlara inat. Anne, sen hep uyanık olursun sabahlara kadar akan “su” gibi. Bazen ufuksuz bir ova, bazen ulaşılmaz hisarın dehlizleri, bazen de gökyüzünün maviliği senin yüreğinden sevgisini alır ve senin yüreğindeki güçle anılır dünya.
Annelik makamına haykırıyorum!
Başakları birbirine değen buğdayların ambara yansıyan duygusunu sen bilirsin. Yavrularına yiyecek götürmek için toprağı telaşla gagalayan kuşların telaşını da ancak sen bilirsin. Sen bilirsin bombaların yüreklerde meydana getirdiği tüm yıkımları.
Ruh dünyası böylesi sarsık ve istikbâli iç içe kargaşa, canı dudağında perişan kitleler, dizlerine derman, yüreklerine fer bekliyor artık. Kendisinde hayat ve saadet umduğu havarisini iman ve ümit mesajlarıyla karşısında bulması ise, onun için en hayatî mevzudur ama yeterince değil, aslî bir destek bulamıyor; herkes bir sıkımlık canı olan cücenin çıkardığı yangınları izliyor.
Anne vatan... Dünya, oluşumundan beri çevresinde ve yörüngesinde dolanarak annesini arıyor. Yoluna kardelenler ekecek annesini, bütün şartlarda hiç sabrını yitirmeden ve korkmadan uzaya çığlığını salarak dünyaya bağırıyor: “Anneee!”
Cevap gelmiyor. Sesinin yankısını sadece kendi işitiyor taklit eder gibi. Lânetleyen bakışlarla geri gelen yankı, dünyanın kulağına, “Bu gidişle Yaratan’a ulaşılmaz/ Bu yol kurtuluşa götürmez” diye fısıldıyor.
Anne her yerde; tarlada, çayırda, evde, işte ve eşinin yanında... Akşama yemek için tenceresinin altını yakarken, uzaktan ağlayan çocuğunun sesini duyunca her işini unutup var gücüyle ona koşarken… Tam bu anda, baharda ektiği başaklar boy atıyor, ay ışığı sularda “sevdalinka” ile yankılanıyor karanlıklar.
Ey Anne!
Ümit anne ümit, her şeyden evvel bir inanç işidir, değil mi? İnanan insan ümitlidir ve ümidi inancı nispetindedir. Bu itibarladır ki, sağlam inanç mahsulü çok şey, bazılarınca harika zannedilmektedir. Aslında ümit, azim ve kararlılık iman dolu bir kalbe girince, beşerî normaller aşılmış olur. Bu seviyede gönül hayatına sahip olamayanlar ise bunu fevkalâdeden sayarlar. Hele insan, inanacağı şeyi iyi seçebilmiş ve ona gönül vermişse, artık onun ruh dünyasında ümitsizlik, karamsarlık ve bedbinlikten asla söz edilemez; iki yüz bin ev yıkılsa da…
Şiş, tığ, dikiş, daktilo ve klavye, o zarif parmakların altında saadetten mutluluk şarkıları söylüyor. Sade bir bilek çevresinde dönüyor, sade bir niyazın sonucundaki duaların da akıttığı gözyaşları ırmaklara karışarak okyanusları süslüyor. Nezaket getiren, bereket getiren, kıble rüzgârlarıyla estikçe mevsimleri gülümseten sadelik; anne, annem ve anneler...
Fert ümitle varlığa erer; toplum onunla dirilir ve gelişme seyrine girer. Bu itibarla, ümidini yitirmiş bir fert var sayılamayacağı gibi, ümitten mahrum bir toplum da felç olmuş sayılmaz. Ümit insanın kendi ruhunu keşfetmesi ve ondaki iktidarı sezmesinden ibarettir. Bu sezişle insan, kâinatlar ötesi Kudret-i Sonsuzla münasebete geçer ve onunla her şeye yetebilecek bir güç ve kuvvete ulaşır. Bu sayede de zerre güneş, damla derya, parça bütün ve ruh kâinatın bir soluğu hâline gelir. Hazreti Âdem, semasının karardığı, azminin kırıldığı ve canının dudağına geldiği bir devrede ümitle silkindi, “Nefsime zulmettim” dedi ve dirildi. Şeytan ise gönlünden akıttığı ümitsizlik, kan ve irin içinde bocaladı durdu ve nihayet boğuldu.
Anneler gördük gerektiği zaman, erkekli erkeksiz her alanda ve her yer dağıldığında toparlarken. Bosna’da, Filistin’de, Çeçenistan’da ve bilinmeyen merkezlerde bilinmeyen metotlarla... Gördük onları büyük bir metanetle şehit olan eş ve çocuklarını gömerken gözyaşlarını nasıl yüreklerine akıttıklarını. Onları, Peygamber Uhud’da sağ bulununca ağlayarak şükür ederken de görmüştük.
Anneye Medine’de geliyor hicabın emri ve tüm kumaşlar onu saçından topuğuna kadar örtmek istiyor zehirli kıskaçlara mahkûm olmamaları için. Zorlu savaşların bıçak yemiş zeytin dalını veya kanadı kırık güvercini uçurması için…
Her gönül eri, ümitten bir meşale ile yola çıkmış, bununla tufanları göğüslemiş, fırtınalarla pençeleşmiş ve dalgalarla boğuşmuştur. Kimisinde ümit Cudi tomurcuğu, kimisinde İrem bağları, kimisinde de Medineleşen bir Yesrib hâline gelmiştir. Bu vadide her ümit kahramanı, aynı zamanda Hakk katının azizi, halkın da bayrağı olmuştur.
Ümit, aşk mermisini yavrusuyla birlikte göğsüne basarak onları yağmurdan koruyan ananın destansı mekânı. Yiğit bir destan art niyetlilerce kemirilerek çökertildi ve yığıldı yere dev bir uygarlığın son hamlesi anne ile birlikte. Biz ümitsiz kaldık sen bırakıp gidince.
İsmi kayıt altına alınmamış nice anne ve nice civan delikanlıdan toplumumuzu ayakta tutmak için yere düştüklerinde, kalem ve mürekkep aya ışık sunuyor, güneşse ağlıyordu. Süt yerine zakkum içecek geleceğin çocukları... Ev çöktü anne yüz üstü düşünce!
Ne yiğitçe ve çalımla yola çıkanlar vardır ki, iman ve ümit zaafından ötürü yarı yolda kalmışlardır. Küçük bir zelzele, gelip geçici bir fırtına, akıp giden bir sel, onların azim ve iradelerini de beraber alıp götürmüştür. Ya kendilerine ümitle bağlanıp sonradan onlarla beraber yeis bataklığına düşerek boğulanların hâli hepten yürek acısı değil mi?
Viraneye döndü “ana”nın yurdu. İskeletinden başka koruyacak bir şeyi kalmadı artık. Çatırdayan direkler tavanın çöküşünü hızlandırdı. Her şey birbirine karıştı; çünkü hâlâ harabelerden bomba dumanları tütüyor. Bülbülün kargaya hayranlık günleri başlayınca örtülerinden kaçan kadınlar, anneliklerini ıslak ve karanlık sokaklarda soyunur oldular. Acıdan ağladı kardelenler, yer kızardı utancından. Ay yüzünü gizledi, güneş doğmadı yıllarca. Bir cırcırböceği sakladı gözlerini ve geceyi çekti üzerine; kaplumbağa başını hiç çıkarmadı zırhından, yılanlar da kış uykularını baharda bile bozmadı. Ağaçlar en hüzünlü şarkılarını takma kirpikliler için söylediler ve yemişlerini acı vermek üzere yerin merkezine doğru büyütmeye karar verdiler.
Topyekûn bir millet olarak, dayanıp darılmayan, azmedip yılmayan ve hele ümitsizliğe asla kapılmayan yol göstericilere ekmek kadar, su kadar, hava kadar ihtiyaç içindeyiz. Hevesle yola çıkıp hevalarına göre aradıklarını bulamayınca ümitsizliğe düşmüş veya Yaratan’la cedelleşmeye girişmiş olanlara gelince, onlar bizden, biz de onlardan fersah fersah uzakta bulunmaktayız. Feleğin geniş dairedeki çarkı çemberi, hiçbir zaman yerdeki bu sefillerin kokmuş felsefelerine ve bozuk hendeselerine göre cereyan etmeyecektir. Binbir ümit tomurcuğunun tebessüm ettiği ve binbir tohumun toprağın altında kara düşecek cemreyi beklediği şu günlerde, ümitten mahrum gönüllere ümit olsun niyazındayız.
Ey Anne! Sesleri duymuyor musun, çatırtılar geliyor yüreğinin kuruyan, çöle dönen yüzeyinden. Zindan bekçilerine hayranlıklar sürdükçe lâleler her gece bizim için ağlayacak, bilmiyor musun?
Anne, kaldırımlara düşen çığlıkların yer altındaki yankıları çok uzun sürer. Yüreğini geri al ve sevginle sar bizi. Kendini kaldırımlara değil, Yaratıcının kapısına ser. Bir sabah Bilâl’in sesine “Evet” de ki her sabah kapına gelen ırmağın okyanusuna kement atıp ekvatoru ellerinde göresin. Gözlerin zalim bakışları eritsin yine ve iffetini caddeler giyinsin seninle. Çocuklar eteklerinden dağılsın güneşin yeni aydınlattığı yollara. Ovalar besmelenle dinlensin, vadiler Fatiha’nla inlesin, dağlarda esen rüzgâr tesbihatın olsun. Ah Anne, Cennet, secdelere koşmak için yıkanan ayaklarını bekliyor, bilmiyor musun?
Kanaviçene aktardığın örneğin ritmini bir dinle, bak nereden geliyor! Anne, ölüm kapında korkusundan geri dönsün. Gözlerinde uyuyan nehirleri uyandır, geceyle sırrını paylaş sevgini paylaştığın gibi ve ateşe sal ellerini besmele ile. Bütün renkler senden bunu istiyor ve dengenin ritmi senden hoşnut kaldıkça her rengin bağrında hatırlı bir konuk olarak geçitler sunulacak sana. Geçitler senden geçmeden sen kendine gelmelisin Anne!
Çocukların ağlıyor, ellerini ve yüreğini boşalt. Sevgini seni sevenlerinden kıskanma sakın. Gözlerimin susuz yazların pınarı olmasını istiyorsan, yüreğimi doldur anne!