HAYAT pek çoğumuz için çoğu zaman belli yüzler, belli isimler
ve rutin akışlarla şekillenir. Gittiğimiz yerleri, bize gelenleri bilir, tedbir
yahut rahatlığa dair içimizde bir yerlerde düşünce olarak, duygu olarak
kendimizi hazırlarız. “Yaşamak” denilen, kendimize münhasır menkıbemizin ana
kurgusunu aslında kısmen tayin edebildiğimiz bir akıştan mülhemdir
hayatlarımız. İstisna olaylar ve müstesna kişiler müdâhil olunca bu
menkıbemize, bir parça şaşkınlık yaşarız. Çok nadirdir hazırlıksız
yakalanışlarımız. Ve tuhaftır, rutin olan yaşanmışlıklarımızın süresi çok olsa
da istisnaî zaman, mekân ve kişiler kaderimizde daha etkili bir rol oynarlar.
Hayatınıza beklenmedik bir biçimde, gayet özgüvenli,
hatta biraz tanıdık(mış) gibi ve olabildiğince rahat bir üslûp ile biri giriverir
ve neye uğradığınızı anlayamadan o kişinin rüzgârıyla savrulduğunuzu fark
edersiniz. Ömrünüzde hiç olmayan ve son dakika haberi gibi anîden hayatınızın
merkezine düşen bir isim vardır artık ömrünüzde. Gündemi belirleyen, hayat
akışını kendi mecrasına doğru sürükleyen bir adamdır o... Tabiri caiz midir,
bilmiyorum, afallarsınız bir an. Bu yeni isim, hızlıdır, tez canlıdır, ezber bozdurucudur.
Biriktirdiğiniz hiçbir şey yoktur onunla. Aslında o bir yabancıdır. Anîden
karşınıza çıkıvermiştir ve siz tedbirlisinizdir. Evet, yabancıdır, hatta yabancısı
olduğunuz bir şehrin üslûbu vardır dilinde, hâlinde; fakat öyle tuhaftır ki bir
o kadar da aşinasınızdır ona. Tedbirlerinizi bozdurmaya meylettirecek bir
aşinalıktır bu. Yine de temkini elden bırakmazsınız. Önceleri sıradan
deneyimlerinizle tahlile yeltenir, sonraları bunun beyhude bir uğraş olduğu
kararı ile daha çok yaşanmışlığa ihtiyaç duyarsınız o kişi hakkında bir tahlil
yapabilmek için. Artar yaşanmışlıklarınız ve siz, hayatınıza yeni girmiş bu
isim hakkında bir karara varırsınız. Yeri belirlenmiştir, tedbirleriniz kâfidir
yahut geliştirilmelidir. “Ya da” hiçbir
zahmete gerek duymaksızın, tez gelen, tez uğurlanıverir. Zaten gelişi vakitsiz,
kendisi gereksizdir.
“Yahut” hayatınıza anîden teşrif eden bu yabancı, aynaya bakmak
kadar size tanıdık gelebilir. Kendinizi bildiniz bileli onu tanıyormuşçasına
kabulleriniz değişir. O ezber mi bozuyor, siz de bozarsınız. O yabancılığı
sahiciliğiyle izale mi ediyor, siz de öyle yaparsınız. Onu tahlil etmek için
yaşanmışlık biriktirme gayretinizin de beyhudeliğine şahit oluverirsiniz; çünkü
ilk sizde uyandırdığı intiba ne ise, onu tanıdığınız günlerin sayısı artsa bile
ilk günkü izleniminize kattığınız pek bir şey olmamıştır fazladan. O, doğal ve
samimidir. Kâinattan bir betimleme ile onu ifade etmek istediğinizde, aklınıza
ilk gelen teşbih “rüzgâr” olur.
Elest meclisinde başlayan tanışıklık
Ne vakit tanıştığınızın hesabını yapmaya kalktığınızda
birkaç yıllık takvimin bir yanılsama olduğuna karar verip tanışıklık takviminin
ilk yaprağının aslında “Elest meclisinde” koparıldığına inanırsınız. Bu isim,
hayatınızın, yazgınızın bir parçacısıdır; bir gerekçeye mebnidir karşınıza öyle
anîden çıkışı. Şaşkınlığınız sürüyor olsa da kadere amentünüzü tazelersiniz.
Tanışalı çok olmamıştır fakat öyle bildik ve tanıdıktır ki o yeni kişi, o size,
siz ona benziyorsunuzdur. Ram ve razı olup ömrünüze yeni katılan bu isimle,
ideanızla, inancınızla, dâvânızla, sevdalarınızla hayra dair bir yolculuğa
çıkmak için sözleşirsiniz. “Allah’ım, dingin hayatıma ikram ettiğin bu rüzgârın
(!) vardır bir hikmeti elbet ve bana uzaktır hikmetinden suâl etmek” dersiniz.
Evet, son tahlilde “rüzgâr” imgesinin tam karşılığıdır
benim için Yavuz Selim ve benim hayatıma “ya
da” alternatifi ile değil “yahut”
tahlili ile girivermiştir.
“Rüzgâr” dedimse, öyle lâtif, öyle zarif, öyle yaz
sıcağının tesellisi bir meltem geliverdiyse aklınıza, unutun gitsin! Yani öyle
yumuşacık bir adam hiç değildir. Meselâ ben, bazen şiddetinden Ayete’l-Kürsî’yi
unuttuğumu bilirim(!). Ama bazen de onu, bahar eşiğinde tohumları göçüren
şefkatli bir rüzgâra benzetirim. Kimi zaman kar ve soğuk getiren bir poyraz
gibi eser, kimi zaman dağların kuytularını serinleten karayele benzer. Bazen
şiddeti 130 kilometreye ulaşan, etrafında kim var kim yok rüzgârında savuran
lodos olma ihtimâli yüksektir.
Uzun yıllardır portre çalışmaları yapıyorum. Pek çok ismi
kısa gözlemler, ucu açık sorularla çözmem ve kelimelerle resimlemem hiç de zor
olmadı. Fakat benim için Yavuz Selim, müstesna yapısı, farklı birikimleri ve
“saklı adam” unvanı ile resmedilmesi zor bir isim doğrusu.
İstanbul ikliminden Ankara’da mukim Selim’i kelimelerle
ne kadar doğru resmedebilirim, henüz bilmiyorum. Bildiğim bir şey varsa, o da
“İslâm ve Ümmet” kavramlarını hayatında temel esas olarak kabul eden, hani
“ilmek ilmek” derler ya, harf harf “Hakk’ın ve hakkaniyetin” sesi sözü olmakta
dikkate değer bir biçimde gayret sarf eden Yavuz Selim ile tanış olmak,
şükredilesidir.
Yazacağım satırlar ise şükrümün tezahürüdür. Çünkü zordur
zor olmasına ama güzel bir adamdır Yavuz Selim. Adalet, şefkat, merhamet, ahde
vefa gibi insanî vasıfları hâd safhada barındırıyor olmasaydı, bu satırları
yazıyor olmayacaktım belki de...
Zor bir adam; meselâ...
Evet, zor bir işe kalkıştığımı itiraf ediyorum. Yavuz
Selim zor, onu yazmak daha zor!
Efendim, aklınızda “zor” ifadesinin bir izah aradığını
tahmin edebiliyorum. Meraktasınızdır “Selim’i böylesi zor kılan ne?” diye. Bir
kere, portresini yazmak için bir saat 52 dakikalık ses kaydı alırsınız ve
çözümlemek için oturduğunuzda sırra kadem basmış bir adam ile karşılaşırsınız.
Kendisinden söz etmeyi sevmeyen, 15 yılını doldurmuş Haber Ajanda dergisinin
künyesinde “İmtiyaz Sahibi” unvanı ile ismini görmekten öte bir bilgiye haiz
olmak için elinizden geleni ardınıza koymazsınız; gazetecilik tecrübelerinizi,
dostluk ritüellerini kullanırsınız ama yine de yaşanmışlıklardan mülhem
gözlemlerinize başvurmak zorunda olduğunuzu anlarsınız. Bu, zorluk değil midir?
Anlatıverse kendini bir çırpıda, “Ben” diye başlayıverse cümleleri, bir
paragrafta tam 6 defa “zor” kelimesini kullanmak zorunda kalmayacaktım meselâ…
Bitmedi! Leb demeden leblebiyi anlamasa, sözün nereye
varacağını kestirivermese, hadi kestirdi diyelim, sinirlenmese, “kolay”
kelimesini daha çok kullanabilirdim. Bu da ikinci meselâ...
Öğrenmenin ilk ve önemli anahtarıdır merak. Peşi sıra
sorular yöneltmese, gizli olanın üzerindeki örtüyü sorularıyla çekiştirmese,
her şeyi öyle önemseyip merak etmese kolay bir adam olabilirdi meselâ...
Olası sorunları hesaplamasa, bu hesaplardan sebep tedbir
gerçekleştirmese, şüpheci yaklaşımı ile ahret suâline tâbi tutmasa, hayatınızı
özgür, zihninizi sorularıyla esaret zincirine vurmasa, kolayın kolayı olabilirdi.
Bu da dördüncü meselâ...
Aklına geleni istemese, bir gün de beş dosyayı derleyip
toparlamanızı beklemese, onun gibi yatıp onun gibi kalkmanızı önermese,
disiplinli, titiz, plânlı ve programlı bir hayata sizi davet etmese kolay bir
insan olabilirdi meselâ...
Yanlış gördüğünün üzerine gitmese, doğru bildiğini alenen
söylemese, muhatabı hatada ısrar edince fırtına olup esmese, hadi esti diyelim,
şefkatinin cenderesinden geçip size gelmese, sözüyle yahut kollarıyla (adam
gibi adam dostlarına sarılıp gönül aldığına şahit olmuşluğum vardır) sizi
sarmasa, gönlünüzü almasa, hayatınızda kalmaya devam etmese, işiniz kolay
olabilirdi meselâ...
Öyle ya, ömrünüzün beklenmedik bir vaktinde karşınıza çıkan bu adamı, eğer kıymet bilenlerdenseniz, hayatınızdan bir çırpıda çıkarma konforuna sahip değilsinizdir. Çünkü onu hayatınızdan çıkarmanın bir kayıp olduğunu bilirsiniz. Sizin adınıza tedbir geliştiriyor olduğunu, kendisini sizin yerinize koyduğunu okursanız, bu kayba tahammülünüz olamaz! Bu kaçıncı “meselâ”?
Hattab’ın oğlu Ömer (ra) kadar zor
Hâsılı, işte böylesi zordur ve böylesi güzel bir adamdır
Yavuz Selim. Dosttur, sizin adınıza kaygılanacak kadar... Arkadaştır, sizinle
aynı yolu sabırla kat edecek kadar... Sırdaştır, kör bir kuyunun sağırlığı
kadar... Mü’min ahlâkına sahip mücadeleci bir ihvandır, Hattab’ın oğlu Ömer
kadar… Şiddeti, hiddeti, adaleti, merhameti, zahmete talip oluşu, gayretiyle
tam da Hazreti Ömer (ra) meşreplidir!
Verseler omzuna un çuvalını taşır mı bilmem, ama un
çuvalından daha ağır kaygılar taşıdığını bilirim. Gençlerin geleceğinden
kendini mesul tutan bir adamın zorluğuna tahammülü ben ibadetten sayarım.
Dergisinin sayfalarını yeni kalemlere tedrisat mahalli olarak sunan, uzak
şehirlerden isimleri buluşturan, onları zaman zaman bir araya getirip kardeş
sayımızı arttıran bu güzel fakat zor adamı anlamayanın sevemeyeceğini çok rahat
söyleyebilirim.
Evet, sözüyle değil, hâliyle okunabilecek bir adam Yavuz
Selim. Bugün “yedi güzel adam”dan söz ediliyor, gelecek zamanlarda sayılı güzel
adamdan biri ile tanış olmak elbet zor olacak!
Üstelik ona sorsanız, zor değildir. Hatta sizin
hayatınızı kolaylaştıracak kadar sizinle ve sizin etrafınızdakilerle ilgilenen,
kederlerinizi keder edinen, çare üretmek için yol yöntem belirleme gayretine
düşen bir adamdır. Öyledir hakikaten de… Ama unuttuğumuz vasıflardır ya hani
bunlar ve sorarsınız “Niye böylesine benim sorunumu sahipleniyor ki?” diye
kendinize, “Ona ne”dir ki sizin müşküllerinizden… Onda yadırgadıklarımız,
aslında zorluk addettiklerimiz! Çünkü her geçen gün Batı’nın, peygamber
toprakları olan bu vatanın güzel insanlarına empoze ettiği bireysellik ve
bencillik kriterlerine istemesek de yenik düşmüşüzdür. Ve sizin adınıza
kaygılanan, bu kaygısını aktaramadığında, anlaşılamadığında sinirlenen bir
adamdır Yavuz Selim.
İzin verseniz, eliniz olmasına, el ele tutuşmak yerine
“İnsan hiç kendi elini tutar da yürür mü bu hayatta?” sorusuna vereceğiniz
cevabın ta kendisidir Yavuz Selim. Elinizden emin olduğunuz kadar emin
olursunuz onun varlığından. Ve o artık sizin hayatınızdadır. Ama siz gibi,
sizden gibi, ayrı değil, aynılığa talip olandır. Böyle okunduğunda ahvali,
çoğalırsınız. Böyle bir okuma yapamayanların hayatında Yavuz Selim’i tutmak
zordur. Ne o kalabilir, ne de o tip insanlar hayatlarında onun kalmasına
tahammül edebilirler.
Bugün yani yarım asırlık ömrünün bu deminde böyle
değildir Yavuz Selim. Çok küçük yaşlardan itibaren zordur aslında. Daha doğrusu,
hayatın zorlu şartları onu rüzgâr kılmıştır. Ezberi önce hayat bozmuştur da,
Selim de ezber bozmayı hayatın kitabından okumuştur.
10 yaşında annesine verdiği sözü yetişkinliğinde tutan,
bir hayâle sadık kalarak ahde vefanın imzasını hayatına atan, 14 yaşında
“sürgün” edilen kaç çocuk vardır etrafınızda? Sürgün edildiğini bilen bir
çocuğun ruh hâlini tahmin ne de zordur! İşte böylesi anlaşılması, tahmini, tahayyülü
zor bir serüvendir Yavuz Selim’in hayat menkıbesi…
Kars’ta bir ağa kızı
Uzun yıllar öncesidir. Genç bir adam, Artvin’den düşer
yollara. Elinde bir bavul, bavulunda mesleğinin gerektirdiği aletler, yüreğinde
hayata dair umutlar olan bir adamdır o. Adı, Haydar…
Kars’a gelir. İyi bir marangozdur Haydar (Baba). Geldiği
şehrin okulunun kapı ve pencere doğramalarını yapacaktır. Kış gelmeden, sayılı
yaz günlerinin kadrini bilip çalışacaktır ki okul açılıncaya kadar yetişsin
penceresi kapısı. Çalışkandır. Namazlı niyazlıdır bu genç adam.
Genç adamın geldiği bu şehrin meşhur bir ağası vardır;
Mahmut Ağa… Ve güzeller güzeli Firdevs, onun torunudur. Henüz 14 yaşındadır
Firdevs. Genç adam, Firdevs’i görür görmez âşık olur. Ona türküler yakar. Köyün
imamına açar derdini. Zira niyeti gönül eğlendirmek değil, ciddîdir. İmam aracı
olur bu abdestli namazlı genç adama. Allah’ın emri ve Peygamber’in kavliyle
evlenir Firdevs (Anne) ve Haydar (Baba). Ve köyün Mahmut Ağa’sının torunu
Firdevs’in kaderine, bir er sevdasıyla birlikte dokuz çocuk yazılır. İşte Yavuz
Selim, Haydar Baba ile Firdevs Annenin (Rabbim rahmet buyursun kendilerine) en
küçük oğullarıdır. Dokuz çocuğun en küçüğü olmanın tüm nimetlerinden
faydalanır. Çok seviliyordur.
Hâlleri vakitleri yerindedir. Çünkü Haydar Baba, Kars’ta
ehil bir marangozdur. İşleri yerindedir. Ablaları, ağabeyleriyle mesut bir
çocuktur o. “İkinci annem” dediği Makbule Ablasının (Rabbim rahmet buyursun
kendisine) biriciğidir. İki kadının şefkatini aynı anda hissetmekten olsa gerek,
yeşil gözlü, kumral bu çocuğun özgüveni erken gelişmiştir.
Yedi yaşında okula başladığı ilk günün sonunda eve dönünce Makbule Ablası ona sorar: “Bir arkadaşın oldu mu?” “Evet” der Selim. “Nasıl biri?” diye ikinci soruyu yöneltir ablası. O kumral çocuk, iki küçük eli arasına yüzünü alıp, “Çok güzel bir kız, tıpkı benim gibi!” der. Barışıktır Rabbisinin kendisine verdiği yüzle ve mutlu olur bahtına düşenle…
“Yaşa ve yaşat” metodu
Öyle fazlaca sözlü tembihlerin, nasihatlerin olmadığı, “Yaşa
ve yaşat” metodunun esas alındığı bir aileye sahiptir Selim. Bugünkü disiplinli
çalışma prensiplerini ne bir kitaptan okumuştur, ne de sesli sözlü tembihlerle
öğrenmiştir. O, yalnız ve yalnız babasını gözlemleyerek, kendisinin bugün
istikrarlı bir başarı grafiği çizmesine vesile olacak ilk terbiyeyi babasını
seyrederek almıştır. İş disiplini ve başarının yaşayan örneğidir babası. Ve
Selim, tembihlenmeden öğrenecek kadar duyarlı bir zekâya sahiptir.
Dikkatlidir.
Haydar Baba, sabah namazında uyanır, namazını mutlaka
camide eda eder, eve dönüp kahvaltısını yaptıktan sonra marangoz dükkânını
açarmış. Öğle vaktine kadar çalışır, namazını camide eda eder, eve yemek yemek
için uğrar ve dükkânına dönermiş. Akşam yine ezanla birlikte dükkânını kapatır,
namazını eda eder, evine öyle gelirmiş. Bu hiç değişmeyen sessiz bir eğitim
modeliymiş.
“Hiç mi sözlü bir nasihat yok?” diye ısrarcı olduğumda,
anlattığı hatırası, bugünkü duruşunun nedenini ve nasılını izah edivermişti.
Yavuz Selim yedi yaşındadır ve babasının dükkânda
olmadığı bir vakitte kendi başına planya makinesini (ahşap kesen bir
marangozluk aleti) çalıştırır. Bir elinin işaret parmağını makineye kaptırır. O
sırada içeri giren Haydar Baba, oğlunun kanayan elini görünce baygınlık
geçirir. Komşuların yardımıyla doktora götürülür Selim ve sonrasında babasından
sert bir ihtar gelir:
“Seni bir daha bu dükkânda görmeyeceğim. Kafası çalışan bir çocuksun.
Akıllısın. Okumalısın. Önün açık, zihnin açık!”
Ve işte bu sesli tembihten sonra Yavuz Selim, özel ve
eğitimi gereği okumalara yönelir. Erken şekillenmesinde bu tembihin önemi
büyüktür kesin.
Yine, sözünde durmayı ve ahde vefayı böyle bir hatırat
ile öğrenir onun kulağına hiçbir şey fısıldanmadığı hâlde. Bir gün Firdevs Anne
ile Makbule Ablası, kendi aralarında sohbet ediyorlardır. Anneciğinin küçük bir
sitemi vardır diğer çocuklarına: “Abilerin, ablaların evlendi, erkek çocukları
oldu, hiçbiri babanın adını vermedi oğullarına…” Bunu, orada sessizce oynayan Selim duyar ve
duymakla da kalmayıp küçük fakat duyarlı kalbiyle annesinin yanına gelip,
“Üzülme annem, benim oğlum olursa, söz veriyorum, dedemin adını vereceğim!” der.
İşte bu hatıratın, ilerleyen satırlarda iki erdemin bir karakterde nasıl
şekillenip vuku bulduğuna şahit olacaksınız!
Tıynetinde var olan dürüstlük ve vefa, yıllar sonra alan
bulur bulmaz tezahür eder Selim’in hayatında, delikanlı olduğu bir çağda.
Ezber bozan bir çocuk
İşte böyle… Her şey güzeldir, düzenlidir. Tâ ki, ilkokul
dördüncü sınıfa geldiğinde Makbule Ablasının nişanlanmasına kadar...
Annesinden çok ablası ile olan Yavuz Selim, bugün dahi
net bir biçimde tahlil edemediği bir ruh hâliyle ablasının kitaplarına yönelir.
On yaşındadır ama iki küçük eli arasında Kerime Nadir’in, Oğuz Özdeş’in, Yaşar
Kemal’in kitapları vardır. Ablasının bir yıl süren nişanlılık süresince, kim
bilir, belki de ablasına ait daha çok hatıra biriktirmek, onun meşgul
olduklarıyla meşgul olmak gibi bir eğilimle kitap okuma alışkanlığını o yaşta
kazanır. Sevdiğinin sevdiği şeylerle uğraşarak, ablasının evlenip gidecek
oluşuna teselli devşirmenin zekice bir yöntemidir bu aslında.
Dedim ya, kendine münhasır, ezber bozan bir çocuktur o.
Ve ablası evlenip ayrılır evden. Kitaplar tükenmiştir. Kitap alan kimse de
kalmayınca, Kars’ın merkezinde, orduevine yakın bir gazete bayiinin müdavimi
olur Selim. Her sabah, erken saatlerde o bayinin önünde yeşil gözlü, on
yaşlarında kumral bir çocuk görülür. Bir “Ortadoğu”, bir “Tercüman” gazetesi
alır ve harçlıklarından ayırdığı parasını ödedikten sonra aldığı gazeteleri
hızla kazağının içine saklar. Buna mecbur olduğunu bilir o yaşta. Çünkü Kars, o
yıllar (1975) komünistler tarafından kurtarılmış bölge ilân edilmiştir ve Kars
Kalesi’nde orak çekiçli Rus bayrağının salındığı dönemlerdir. Sağ-sol siyasal
kavramlarıyla ne de erken tanışır. Tanışmakla yetinmeyip, siyâsî köşe
yazılarını okumaya devam eder.
Annesi, “Gözlerin okumaktan kör olacak, çık sokağa,
arkadaşlarınla oyna! Kirlen, toza toprağa bulan!” diyerek onu evden dışarı
kovsa da o ısrarla okumalarını yapar. O, iki gazetenin hemen hemen her satırını
okur. Bir kısmını kendi başına okurken, kalan kısmını babası işten eve gelip
yemeğini yedikten, namazını eda ettikten sonra babasına okuyarak tamamlar.
Yavuz Selim on yaşındadır ve elleri arasında neredeyse
boyu kadar bir gazeteyi açıp, yeşil gözleri Ahmet Kabaklı, Rauf Tamer, Yavuz
Donat gibi köşe yazarlarının satırlarına dokunuyordur. İşte bugünün başarısı,
bugünün hikâyesi, aslında ta o yıllarda başlıyor! Çünkü o, daha on yaşındayken
gazeteci-yazar olma kararını alıyor…
(Devam edecek…)