Yüreği nasır tutmuş bir adam: Yavuz Selim

10 yaşında annesine verdiği sözü yetişkinliğinde tutan, bir hayâle sadık kalarak ahde vefanın imzasını hayatına atan, 14 yaşında “sürgün” edilen kaç çocuk vardır etrafınızda? Sürgün edildiğini bilen bir çocuğun ruh hâlini tahmin ne de zordur! İşte böylesi anlaşılması, tahmini, tahayyülü zor bir serüvendir Yavuz Selim’in hayat menkıbesi…

HAYAT pek çoğumuz için çoğu zaman belli yüzler, belli isimler ve rutin akışlarla şekillenir. Gittiğimiz yerleri, bize gelenleri bilir, tedbir yahut rahatlığa dair içimizde bir yerlerde düşünce olarak, duygu olarak kendimizi hazırlarız. “Yaşamak” denilen, kendimize münhasır menkıbemizin ana kurgusunu aslında kısmen tayin edebildiğimiz bir akıştan mülhemdir hayatlarımız. İstisna olaylar ve müstesna kişiler müdâhil olunca bu menkıbemize, bir parça şaşkınlık yaşarız. Çok nadirdir hazırlıksız yakalanışlarımız. Ve tuhaftır, rutin olan yaşanmışlıklarımızın süresi çok olsa da istisnaî zaman, mekân ve kişiler kaderimizde daha etkili bir rol oynarlar.

Hayatınıza beklenmedik bir biçimde, gayet özgüvenli, hatta biraz tanıdık(mış) gibi ve olabildiğince rahat bir üslûp ile biri giriverir ve neye uğradığınızı anlayamadan o kişinin rüzgârıyla savrulduğunuzu fark edersiniz. Ömrünüzde hiç olmayan ve son dakika haberi gibi anîden hayatınızın merkezine düşen bir isim vardır artık ömrünüzde. Gündemi belirleyen, hayat akışını kendi mecrasına doğru sürükleyen bir adamdır o... Tabiri caiz midir, bilmiyorum, afallarsınız bir an. Bu yeni isim, hızlıdır, tez canlıdır, ezber bozdurucudur. Biriktirdiğiniz hiçbir şey yoktur onunla. Aslında o bir yabancıdır. Anîden karşınıza çıkıvermiştir ve siz tedbirlisinizdir. Evet, yabancıdır, hatta yabancısı olduğunuz bir şehrin üslûbu vardır dilinde, hâlinde; fakat öyle tuhaftır ki bir o kadar da aşinasınızdır ona. Tedbirlerinizi bozdurmaya meylettirecek bir aşinalıktır bu. Yine de temkini elden bırakmazsınız. Önceleri sıradan deneyimlerinizle tahlile yeltenir, sonraları bunun beyhude bir uğraş olduğu kararı ile daha çok yaşanmışlığa ihtiyaç duyarsınız o kişi hakkında bir tahlil yapabilmek için. Artar yaşanmışlıklarınız ve siz, hayatınıza yeni girmiş bu isim hakkında bir karara varırsınız. Yeri belirlenmiştir, tedbirleriniz kâfidir yahut geliştirilmelidir. “Ya da” hiçbir zahmete gerek duymaksızın, tez gelen, tez uğurlanıverir. Zaten gelişi vakitsiz, kendisi gereksizdir.

“Yahut” hayatınıza anîden teşrif eden bu yabancı, aynaya bakmak kadar size tanıdık gelebilir. Kendinizi bildiniz bileli onu tanıyormuşçasına kabulleriniz değişir. O ezber mi bozuyor, siz de bozarsınız. O yabancılığı sahiciliğiyle izale mi ediyor, siz de öyle yaparsınız. Onu tahlil etmek için yaşanmışlık biriktirme gayretinizin de beyhudeliğine şahit oluverirsiniz; çünkü ilk sizde uyandırdığı intiba ne ise, onu tanıdığınız günlerin sayısı artsa bile ilk günkü izleniminize kattığınız pek bir şey olmamıştır fazladan. O, doğal ve samimidir. Kâinattan bir betimleme ile onu ifade etmek istediğinizde, aklınıza ilk gelen teşbih “rüzgâr” olur.

Elest meclisinde başlayan tanışıklık

Ne vakit tanıştığınızın hesabını yapmaya kalktığınızda birkaç yıllık takvimin bir yanılsama olduğuna karar verip tanışıklık takviminin ilk yaprağının aslında “Elest meclisinde” koparıldığına inanırsınız. Bu isim, hayatınızın, yazgınızın bir parçacısıdır; bir gerekçeye mebnidir karşınıza öyle anîden çıkışı. Şaşkınlığınız sürüyor olsa da kadere amentünüzü tazelersiniz. Tanışalı çok olmamıştır fakat öyle bildik ve tanıdıktır ki o yeni kişi, o size, siz ona benziyorsunuzdur. Ram ve razı olup ömrünüze yeni katılan bu isimle, ideanızla, inancınızla, dâvânızla, sevdalarınızla hayra dair bir yolculuğa çıkmak için sözleşirsiniz. “Allah’ım, dingin hayatıma ikram ettiğin bu rüzgârın (!) vardır bir hikmeti elbet ve bana uzaktır hikmetinden suâl etmek” dersiniz.

Evet, son tahlilde “rüzgâr” imgesinin tam karşılığıdır benim için Yavuz Selim ve benim hayatıma “ya da” alternatifi ile değil “yahut” tahlili ile girivermiştir.

“Rüzgâr” dedimse, öyle lâtif, öyle zarif, öyle yaz sıcağının tesellisi bir meltem geliverdiyse aklınıza, unutun gitsin! Yani öyle yumuşacık bir adam hiç değildir. Meselâ ben, bazen şiddetinden Ayete’l-Kürsî’yi unuttuğumu bilirim(!). Ama bazen de onu, bahar eşiğinde tohumları göçüren şefkatli bir rüzgâra benzetirim. Kimi zaman kar ve soğuk getiren bir poyraz gibi eser, kimi zaman dağların kuytularını serinleten karayele benzer. Bazen şiddeti 130 kilometreye ulaşan, etrafında kim var kim yok rüzgârında savuran lodos olma ihtimâli yüksektir.

Uzun yıllardır portre çalışmaları yapıyorum. Pek çok ismi kısa gözlemler, ucu açık sorularla çözmem ve kelimelerle resimlemem hiç de zor olmadı. Fakat benim için Yavuz Selim, müstesna yapısı, farklı birikimleri ve “saklı adam” unvanı ile resmedilmesi zor bir isim doğrusu.

İstanbul ikliminden Ankara’da mukim Selim’i kelimelerle ne kadar doğru resmedebilirim, henüz bilmiyorum. Bildiğim bir şey varsa, o da “İslâm ve Ümmet” kavramlarını hayatında temel esas olarak kabul eden, hani “ilmek ilmek” derler ya, harf harf “Hakk’ın ve hakkaniyetin” sesi sözü olmakta dikkate değer bir biçimde gayret sarf eden Yavuz Selim ile tanış olmak, şükredilesidir.

Yazacağım satırlar ise şükrümün tezahürüdür. Çünkü zordur zor olmasına ama güzel bir adamdır Yavuz Selim. Adalet, şefkat, merhamet, ahde vefa gibi insanî vasıfları hâd safhada barındırıyor olmasaydı, bu satırları yazıyor olmayacaktım belki de...

Zor bir adam; meselâ...

Evet, zor bir işe kalkıştığımı itiraf ediyorum. Yavuz Selim zor, onu yazmak daha zor!

Efendim, aklınızda “zor” ifadesinin bir izah aradığını tahmin edebiliyorum. Meraktasınızdır “Selim’i böylesi zor kılan ne?” diye. Bir kere, portresini yazmak için bir saat 52 dakikalık ses kaydı alırsınız ve çözümlemek için oturduğunuzda sırra kadem basmış bir adam ile karşılaşırsınız. Kendisinden söz etmeyi sevmeyen, 15 yılını doldurmuş Haber Ajanda dergisinin künyesinde “İmtiyaz Sahibi” unvanı ile ismini görmekten öte bir bilgiye haiz olmak için elinizden geleni ardınıza koymazsınız; gazetecilik tecrübelerinizi, dostluk ritüellerini kullanırsınız ama yine de yaşanmışlıklardan mülhem gözlemlerinize başvurmak zorunda olduğunuzu anlarsınız. Bu, zorluk değil midir? Anlatıverse kendini bir çırpıda, “Ben” diye başlayıverse cümleleri, bir paragrafta tam 6 defa “zor” kelimesini kullanmak zorunda kalmayacaktım meselâ…

Bitmedi! Leb demeden leblebiyi anlamasa, sözün nereye varacağını kestirivermese, hadi kestirdi diyelim, sinirlenmese, “kolay” kelimesini daha çok kullanabilirdim. Bu da ikinci meselâ...

Öğrenmenin ilk ve önemli anahtarıdır merak. Peşi sıra sorular yöneltmese, gizli olanın üzerindeki örtüyü sorularıyla çekiştirmese, her şeyi öyle önemseyip merak etmese kolay bir adam olabilirdi meselâ...

Olası sorunları hesaplamasa, bu hesaplardan sebep tedbir gerçekleştirmese, şüpheci yaklaşımı ile ahret suâline tâbi tutmasa, hayatınızı özgür, zihninizi sorularıyla esaret zincirine vurmasa, kolayın kolayı olabilirdi. Bu da dördüncü meselâ...

Aklına geleni istemese, bir gün de beş dosyayı derleyip toparlamanızı beklemese, onun gibi yatıp onun gibi kalkmanızı önermese, disiplinli, titiz, plânlı ve programlı bir hayata sizi davet etmese kolay bir insan olabilirdi meselâ...

Yanlış gördüğünün üzerine gitmese, doğru bildiğini alenen söylemese, muhatabı hatada ısrar edince fırtına olup esmese, hadi esti diyelim, şefkatinin cenderesinden geçip size gelmese, sözüyle yahut kollarıyla (adam gibi adam dostlarına sarılıp gönül aldığına şahit olmuşluğum vardır) sizi sarmasa, gönlünüzü almasa, hayatınızda kalmaya devam etmese, işiniz kolay olabilirdi meselâ...

Öyle ya, ömrünüzün beklenmedik bir vaktinde karşınıza çıkan bu adamı, eğer kıymet bilenlerdenseniz, hayatınızdan bir çırpıda çıkarma konforuna sahip değilsinizdir. Çünkü onu hayatınızdan çıkarmanın bir kayıp olduğunu bilirsiniz. Sizin adınıza tedbir geliştiriyor olduğunu, kendisini sizin yerinize koyduğunu okursanız, bu kayba tahammülünüz olamaz! Bu kaçıncı “meselâ”?

Hattab’ın oğlu Ömer (ra) kadar zor

Hâsılı, işte böylesi zordur ve böylesi güzel bir adamdır Yavuz Selim. Dosttur, sizin adınıza kaygılanacak kadar... Arkadaştır, sizinle aynı yolu sabırla kat edecek kadar... Sırdaştır, kör bir kuyunun sağırlığı kadar... Mü’min ahlâkına sahip mücadeleci bir ihvandır, Hattab’ın oğlu Ömer kadar… Şiddeti, hiddeti, adaleti, merhameti, zahmete talip oluşu, gayretiyle tam da Hazreti Ömer (ra) meşreplidir!

Verseler omzuna un çuvalını taşır mı bilmem, ama un çuvalından daha ağır kaygılar taşıdığını bilirim. Gençlerin geleceğinden kendini mesul tutan bir adamın zorluğuna tahammülü ben ibadetten sayarım. Dergisinin sayfalarını yeni kalemlere tedrisat mahalli olarak sunan, uzak şehirlerden isimleri buluşturan, onları zaman zaman bir araya getirip kardeş sayımızı arttıran bu güzel fakat zor adamı anlamayanın sevemeyeceğini çok rahat söyleyebilirim.

Evet, sözüyle değil, hâliyle okunabilecek bir adam Yavuz Selim. Bugün “yedi güzel adam”dan söz ediliyor, gelecek zamanlarda sayılı güzel adamdan biri ile tanış olmak elbet zor olacak!

Üstelik ona sorsanız, zor değildir. Hatta sizin hayatınızı kolaylaştıracak kadar sizinle ve sizin etrafınızdakilerle ilgilenen, kederlerinizi keder edinen, çare üretmek için yol yöntem belirleme gayretine düşen bir adamdır. Öyledir hakikaten de… Ama unuttuğumuz vasıflardır ya hani bunlar ve sorarsınız “Niye böylesine benim sorunumu sahipleniyor ki?” diye kendinize, “Ona ne”dir ki sizin müşküllerinizden… Onda yadırgadıklarımız, aslında zorluk addettiklerimiz! Çünkü her geçen gün Batı’nın, peygamber toprakları olan bu vatanın güzel insanlarına empoze ettiği bireysellik ve bencillik kriterlerine istemesek de yenik düşmüşüzdür. Ve sizin adınıza kaygılanan, bu kaygısını aktaramadığında, anlaşılamadığında sinirlenen bir adamdır Yavuz Selim.

İzin verseniz, eliniz olmasına, el ele tutuşmak yerine “İnsan hiç kendi elini tutar da yürür mü bu hayatta?” sorusuna vereceğiniz cevabın ta kendisidir Yavuz Selim. Elinizden emin olduğunuz kadar emin olursunuz onun varlığından. Ve o artık sizin hayatınızdadır. Ama siz gibi, sizden gibi, ayrı değil, aynılığa talip olandır. Böyle okunduğunda ahvali, çoğalırsınız. Böyle bir okuma yapamayanların hayatında Yavuz Selim’i tutmak zordur. Ne o kalabilir, ne de o tip insanlar hayatlarında onun kalmasına tahammül edebilirler.

Bugün yani yarım asırlık ömrünün bu deminde böyle değildir Yavuz Selim. Çok küçük yaşlardan itibaren zordur aslında. Daha doğrusu, hayatın zorlu şartları onu rüzgâr kılmıştır. Ezberi önce hayat bozmuştur da, Selim de ezber bozmayı hayatın kitabından okumuştur.

10 yaşında annesine verdiği sözü yetişkinliğinde tutan, bir hayâle sadık kalarak ahde vefanın imzasını hayatına atan, 14 yaşında “sürgün” edilen kaç çocuk vardır etrafınızda? Sürgün edildiğini bilen bir çocuğun ruh hâlini tahmin ne de zordur! İşte böylesi anlaşılması, tahmini, tahayyülü zor bir serüvendir Yavuz Selim’in hayat menkıbesi…

Kars’ta bir ağa kızı

Uzun yıllar öncesidir. Genç bir adam, Artvin’den düşer yollara. Elinde bir bavul, bavulunda mesleğinin gerektirdiği aletler, yüreğinde hayata dair umutlar olan bir adamdır o. Adı, Haydar…

Kars’a gelir. İyi bir marangozdur Haydar (Baba). Geldiği şehrin okulunun kapı ve pencere doğramalarını yapacaktır. Kış gelmeden, sayılı yaz günlerinin kadrini bilip çalışacaktır ki okul açılıncaya kadar yetişsin penceresi kapısı. Çalışkandır. Namazlı niyazlıdır bu genç adam.

Genç adamın geldiği bu şehrin meşhur bir ağası vardır; Mahmut Ağa… Ve güzeller güzeli Firdevs, onun torunudur. Henüz 14 yaşındadır Firdevs. Genç adam, Firdevs’i görür görmez âşık olur. Ona türküler yakar. Köyün imamına açar derdini. Zira niyeti gönül eğlendirmek değil, ciddîdir. İmam aracı olur bu abdestli namazlı genç adama. Allah’ın emri ve Peygamber’in kavliyle evlenir Firdevs (Anne) ve Haydar (Baba). Ve köyün Mahmut Ağa’sının torunu Firdevs’in kaderine, bir er sevdasıyla birlikte dokuz çocuk yazılır. İşte Yavuz Selim, Haydar Baba ile Firdevs Annenin (Rabbim rahmet buyursun kendilerine) en küçük oğullarıdır. Dokuz çocuğun en küçüğü olmanın tüm nimetlerinden faydalanır. Çok seviliyordur.

Hâlleri vakitleri yerindedir. Çünkü Haydar Baba, Kars’ta ehil bir marangozdur. İşleri yerindedir. Ablaları, ağabeyleriyle mesut bir çocuktur o. “İkinci annem” dediği Makbule Ablasının (Rabbim rahmet buyursun kendisine) biriciğidir. İki kadının şefkatini aynı anda hissetmekten olsa gerek, yeşil gözlü, kumral bu çocuğun özgüveni erken gelişmiştir.

Yedi yaşında okula başladığı ilk günün sonunda eve dönünce Makbule Ablası ona sorar: “Bir arkadaşın oldu mu?” “Evet” der Selim. “Nasıl biri?” diye ikinci soruyu yöneltir ablası. O kumral çocuk, iki küçük eli arasına yüzünü alıp, “Çok güzel bir kız, tıpkı benim gibi!” der. Barışıktır Rabbisinin kendisine verdiği yüzle ve mutlu olur bahtına düşenle…

“Yaşa ve yaşat” metodu

Öyle fazlaca sözlü tembihlerin, nasihatlerin olmadığı, “Yaşa ve yaşat” metodunun esas alındığı bir aileye sahiptir Selim. Bugünkü disiplinli çalışma prensiplerini ne bir kitaptan okumuştur, ne de sesli sözlü tembihlerle öğrenmiştir. O, yalnız ve yalnız babasını gözlemleyerek, kendisinin bugün istikrarlı bir başarı grafiği çizmesine vesile olacak ilk terbiyeyi babasını seyrederek almıştır. İş disiplini ve başarının yaşayan örneğidir babası. Ve Selim, tembihlenmeden öğrenecek kadar duyarlı bir zekâya sahiptir. Dikkatlidir. 

Haydar Baba, sabah namazında uyanır, namazını mutlaka camide eda eder, eve dönüp kahvaltısını yaptıktan sonra marangoz dükkânını açarmış. Öğle vaktine kadar çalışır, namazını camide eda eder, eve yemek yemek için uğrar ve dükkânına dönermiş. Akşam yine ezanla birlikte dükkânını kapatır, namazını eda eder, evine öyle gelirmiş. Bu hiç değişmeyen sessiz bir eğitim modeliymiş.

“Hiç mi sözlü bir nasihat yok?” diye ısrarcı olduğumda, anlattığı hatırası, bugünkü duruşunun nedenini ve nasılını izah edivermişti.

Yavuz Selim yedi yaşındadır ve babasının dükkânda olmadığı bir vakitte kendi başına planya makinesini (ahşap kesen bir marangozluk aleti) çalıştırır. Bir elinin işaret parmağını makineye kaptırır. O sırada içeri giren Haydar Baba, oğlunun kanayan elini görünce baygınlık geçirir. Komşuların yardımıyla doktora götürülür Selim ve sonrasında babasından sert bir ihtar gelir:

“Seni bir daha bu dükkânda görmeyeceğim. Kafası çalışan bir çocuksun. Akıllısın. Okumalısın. Önün açık, zihnin açık!”

Ve işte bu sesli tembihten sonra Yavuz Selim, özel ve eğitimi gereği okumalara yönelir. Erken şekillenmesinde bu tembihin önemi büyüktür kesin.

Yine, sözünde durmayı ve ahde vefayı böyle bir hatırat ile öğrenir onun kulağına hiçbir şey fısıldanmadığı hâlde. Bir gün Firdevs Anne ile Makbule Ablası, kendi aralarında sohbet ediyorlardır. Anneciğinin küçük bir sitemi vardır diğer çocuklarına: “Abilerin, ablaların evlendi, erkek çocukları oldu, hiçbiri babanın adını vermedi oğullarına…”  Bunu, orada sessizce oynayan Selim duyar ve duymakla da kalmayıp küçük fakat duyarlı kalbiyle annesinin yanına gelip, “Üzülme annem, benim oğlum olursa, söz veriyorum, dedemin adını vereceğim!” der. İşte bu hatıratın, ilerleyen satırlarda iki erdemin bir karakterde nasıl şekillenip vuku bulduğuna şahit olacaksınız!

Tıynetinde var olan dürüstlük ve vefa, yıllar sonra alan bulur bulmaz tezahür eder Selim’in hayatında, delikanlı olduğu bir çağda.

Ezber bozan bir çocuk

İşte böyle… Her şey güzeldir, düzenlidir. Tâ ki, ilkokul dördüncü sınıfa geldiğinde Makbule Ablasının nişanlanmasına kadar...

Annesinden çok ablası ile olan Yavuz Selim, bugün dahi net bir biçimde tahlil edemediği bir ruh hâliyle ablasının kitaplarına yönelir. On yaşındadır ama iki küçük eli arasında Kerime Nadir’in, Oğuz Özdeş’in, Yaşar Kemal’in kitapları vardır. Ablasının bir yıl süren nişanlılık süresince, kim bilir, belki de ablasına ait daha çok hatıra biriktirmek, onun meşgul olduklarıyla meşgul olmak gibi bir eğilimle kitap okuma alışkanlığını o yaşta kazanır. Sevdiğinin sevdiği şeylerle uğraşarak, ablasının evlenip gidecek oluşuna teselli devşirmenin zekice bir yöntemidir bu aslında.

Dedim ya, kendine münhasır, ezber bozan bir çocuktur o. Ve ablası evlenip ayrılır evden. Kitaplar tükenmiştir. Kitap alan kimse de kalmayınca, Kars’ın merkezinde, orduevine yakın bir gazete bayiinin müdavimi olur Selim. Her sabah, erken saatlerde o bayinin önünde yeşil gözlü, on yaşlarında kumral bir çocuk görülür. Bir “Ortadoğu”, bir “Tercüman” gazetesi alır ve harçlıklarından ayırdığı parasını ödedikten sonra aldığı gazeteleri hızla kazağının içine saklar. Buna mecbur olduğunu bilir o yaşta. Çünkü Kars, o yıllar (1975) komünistler tarafından kurtarılmış bölge ilân edilmiştir ve Kars Kalesi’nde orak çekiçli Rus bayrağının salındığı dönemlerdir. Sağ-sol siyasal kavramlarıyla ne de erken tanışır. Tanışmakla yetinmeyip, siyâsî köşe yazılarını okumaya devam eder.

Annesi, “Gözlerin okumaktan kör olacak, çık sokağa, arkadaşlarınla oyna! Kirlen, toza toprağa bulan!” diyerek onu evden dışarı kovsa da o ısrarla okumalarını yapar. O, iki gazetenin hemen hemen her satırını okur. Bir kısmını kendi başına okurken, kalan kısmını babası işten eve gelip yemeğini yedikten, namazını eda ettikten sonra babasına okuyarak tamamlar.

Yavuz Selim on yaşındadır ve elleri arasında neredeyse boyu kadar bir gazeteyi açıp, yeşil gözleri Ahmet Kabaklı, Rauf Tamer, Yavuz Donat gibi köşe yazarlarının satırlarına dokunuyordur. İşte bugünün başarısı, bugünün hikâyesi, aslında ta o yıllarda başlıyor! Çünkü o, daha on yaşındayken gazeteci-yazar olma kararını alıyor…

(Devam edecek…)