Yüreği nasır tutmuş bir adam: Yavuz Selim (3)

Yavuz Selim’le tanışıyor olmak, bir grup ile tanış olmak kadar çoğalmaktır. O dostunuz olur, sırdaşınız olur, hocanız olur, kardeş olur, abi olur, baba olur, yol arkadaşı olur... En önemlisi, onu tanıyorsanız, artık hayatınızda sahici bir insanınız olur!

Bir güzel tahmin, bir gönülden “Âmin”

HİLÂL’den sonra (1990) bir erkek evlâtları daha oluyor Selim çiftinin, Eren geliyor dünyaya. Kısa ve fakat Selim hakkında detayları kapsayan cümleleriyle Eren, bize babasını bakın nasıl anlatıyor:

“Babam, bizim için her zaman cömert, yol gösterici ve sevgisini gösteren çok iyi bir baba olmuştur. Bizimle yani çocuklarıyla olan ilişkisini de her birimizin kişilik özelliklerine göre belirlemiştir. Hepimizle ayrı ayrı, özel olarak ilgilenmiştir.

Hayatı boyunca yaşadığı zorlukların üstesinden gelmeyi başarmıştır. Çok mücadeleci ve pes etmeyen bir duruşa sahip olmuştur. Sert bir mizaca, çabuk sinirlenen bir yapıya sahiptir ancak çok merhametli, kocaman bir kalbi vardır.

En önemli işi Haber Ajanda olmuştur. Derginin ilk çıktığı zamanlarda hedefinin 100’üncü sayıya ulaşmak olduğunu söylüyordu. Ne yalan söyleyeyim, buna pek ihtimâl vermiyordum ama o pes etmeyen mücadeleci yapısıyla bu hedefe ulaştı. Sanırım, Allah izin verdikçe, birkaç 100 sayı daha devam edecek gibi duruyor Haber ve Kültür Ajanda.”

Eren’in bu güzel tahmininin duâ hükmüne geçmesini cân-ı gönülden diliyorum.

İşte böylesi güzel evlâtların babasıdır Yavuz Selim! Peşi sıra doğmuş üç yavrusu ve hayatını tezyin eden eşi Müzeyyen Hanım ile saklı bir saadet köşkünün reisidir o. Bugüne kadar saklı olan, sadece bu saadetleri değildir. Ajanda dergilerinin ve sitesinin ardında var olan enerjide bu çalışma ile kısmen aşikâr olsa bile kıymet ve anlam noktasında hakkiyle izahı mümkün olamayacak bir güzellik bütünüdür Selim Ailesi.

Yıl, 1994’tür… Gazetecilik tutkusu, ticarî tecrübeleri ile üç çocuklu Selim Ailesi, Yalova’da mukimdir. Yavuz Selim bu zaman zarfında, siyâsî partiler muhabirliği tecrübesine haiz olmuştur fakat körü körüne bir siyâsî algıya sahip değildir. 1994’te mahallî seçimler gerekçesiyle Yalova’ya gelen Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan ve Necmettin Erbakan Hoca ile tanışır. Çocukluk yıllarından bu yana emek verdiği, şekillendiği ülkücü çizgisi, önce Refah Partisi’nden başlayarak 2002’de AK Parti ile netleşir ve gönlüne Recep Tayyip Erdoğan sevgisi perçinlenir. Rahmetli Necmettin Erbakan’ı da çok sever Yavuz Selim. AK Parti, Erbakan’ın başlattığı dâvânın devamıdır ona göre...

Basiret açıklığının tezahürü

“Ülkücü abilerle büyüyen, Türk-İslâm Birliği hakkında yığınla kitap okuyan, çok küçük yaşlarda ülkücü bir idealist olarak şekillenen, üstelik siyâsî partiler muhabirliği yaptığı dönemlerde Milliyetçi Çalışma Partisi’ni yakından takip eden, nikâh şahidi Alparslan Türkeş olan Yavuz Selim, nasıl böylesi köklü bir değişikliğe kani olabilir?” sorusunu sormadan edemiyorum.

Soruma verdiği cevap, hamd edilesi bir basiret açıklığının şerhi hükmünde oluyor doğrusu: “Ben, İslâm ve ümmet bilinci çerçevesinde İlây-ı Kelîmetullah uğruna çekinmeden başını verebilecek abilerimden etüt ettim ülkücülüğü. Hilâlcilerden oldum. Körü körüne bir itaat, sorgusuz suâlsiz bir kabul değildi benimkisi. O yılların karmaşıklığı arasında ehven olan bir tercihti. Üstelik Hak Din İslâm’a mugayir bir yanı yoktu inandıklarımızın. Bugün rahmetli Muhsin Yazıcıoğlu ismi ile izah edilebilir bir anlayışın savunucularıydık.”

Selim, o günleri anlatırken bugünkü inanç ve hayat perspektifini izah eden önemli bir hususun altını da şöyle çizer: “Ben ülkücü çizgide yol alırken de İslâmî değerlerin esas alındığı bir siyâsî anlayışa sahiptim. O günlerde hiç içki içmedim meselâ, bugün de içmiyorum. İslâm’ın men ettiği hiçbir şeyi meşru görmüyordum geçmişte. Bugün de öyle... Yani imanî perspektifte değil, siyâsî cihette bir değişimdir benim yaşadığım. Ve bunun için de şükrediyorum.”

Böylesi bir basiret açıklığının bir insanda ancak ihlâs ve sabır ile tezahür edebileceğini düşünüyorum. Asr Sûresi’nde geçen “Sâlih amel işleyenler ve sabredenler müstesna” ayet-i kerîmesinde dikkat çekilen ihlâs ve sabrın insanı nasıl “hüsrandan” muaf kıldığının şerhini okur gibi hissediyorum.

Ne mazisinin yükünden yüksünen, ne ânın çirkinliğine göz yuman, ne gelecek zamanların süfli hayâllerine kapılan bir adamdır bana göre Yavuz Selim. Söylemez, eyler. Fakat çokça dinler. Varsa doğru bildiğine abes gelen, aykırı düşen bir beyan, hiç ertelemez, düşüncesini ânında söyler.

Bu özelliklerini ve daha fazlasını 2002 yılı itibariyle yaptığı kitap çalışmalarında gözlemlemeniz de mümkündür. Özellikle Necmettin Erbakan Hoca ile Cumhurbaşkanımız Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın dâvâsı aynı, ismi ayrı olan yeni parti (AK Parti) kuruluşunu konu alan “Yol Ayrımı” (2002, Hiler Yayınları) adlı çalışması dikkate değerdir. Hemen ardından yaptığı “Gül’ün Adı” (2003, Vadi Yayınları) isimli kitabı da keza öyle...

Yurdundan ayrılıp Afganistan’a giderek, üstelik en tehlikeli dönemde orada 36 gün yaşayarak sahici müşahedeleri ile kaleme aldığı “Ah Afganistan” ve “Afganistan ve Dostum”da (2004, Hiler Yayınları) yaptığı söyleşiler, onun aileye, çocuklara ve onların hissedişlerine verdiği değerin küçük temsillerini barındırır. “Ulusalcılığın Anatomisi” (2009, Haber Ajanda Yayınları) isimli kitabı ise editoryal titizliğini tespitte zorlanmayacağınız bir çalışmadır.

İşte Yavuz Selim, çocuk yaşlarda kurduğu hayâllerine dokunabilen bir adamdır! O, bugün hem iyi bir gazetecidir, hem de iyi bir yazardır.

Dik duruşuna dair pek çok şahidi olduğum olay anlatabilirim. Ancak ne kadar anlatırsam anlatayım, eksik kalacağından da eminim.

Eşinin ve üç yavrusunun da belirttiği gibi, sinirli bir adamdır aslında Yavuz Selim. Fakat onu böylesi sinirli kılan acaba nedir?

Büyük dostlukların kabristanıdır onun yüreği

Derindir bu sorunun cevabı onda... Görünene çabuk aldananlar, yalnızca zahir ile hükmedenler içindir bu tespit. Nasıl dergilerimizin künyesinde bir isim olmaktan öte gösterişi yoksa, Selim’i yakından tanımayanlar bilmez o sinirli görüntünün ardında saklı derin merhamet denizini. O da pek umursamaz aslında bunu. Varsın, çekinsinler etrafındakiler; yanılsınlar, yadırgasınlar, ne gamdır onun için! Çünkü dost zannettiği, gülümseyip varını yoğunu paylaştığı çok insan(cık)dan yaralanmıştır kalbi.

Öyle az uz değildir yaralarının derinliği. Büyük dostlukların kabristanını ağırlar yüreği. Anlatmaz, susar. O susuyorsa, kavgasını rafa kaldırmışsa, bir dost cenazesi daha kalkıyordur hayatın görünmez musallasından onun için.

Görünenlere çokça değinmediğim bu çalışmada, dergimizin saklı adamının suretinden ziyade sîretine dair ipuçları verelim istedim. Evet, istedim. Hatta uzun ısrarlarla ve Haber Ajanda dergisinin 101’inci sayısını önemli bir gerekçe göstererek onu ikna etmeye çalıştım. Aslında itiraf etmeliyim, biraz da Yavuz Selim’in böylesi saklı duruşuna şaşkınım.

Bu şaşkınlığımı körükleyen tecrübelerim bana şunları hatırlatıyor meselâ: Necip Fazıl Kısakürek bir dergi çıkarır, adı “Büyük Doğu”; Sezai Karakoç, “Diriliş” dergisine soluk verir; Cahit Zarifoğlu, “Mavera”ya... Bu örnekleri arttırabilirim. Ve bu dergiler, sahiplerinin çalışmalarını ağırlar. Selim’e hayret ve merakla yönelttiğim bir sorudur bu: “Gazetecisin, siyaset birikimine haizsin, neden yazmıyorsun derginde?”

Gülümsedi bu sorumu duyunca: “Ben gazeteciliği seviyorum, siyaseti değil! Yazar arkadaşlarımız yazıyor ya işte her şeyi...”

Bu cevap bile çok söze hacet bırakmaksızın, onun nasıl değişik ve hazımlı kabulleri olduğunun izahıdır aslında.

Onu bilen anlar, anlayan sever

Evet, elleri kalem elidir Yavuz Selim’in. Hiç hoyrat işlere dokunmamış, hiç güneşte kavrulmamıştır teni. Fakat hayata yansıyan görüntüsünün ardında ismi kadar saklı kederleri vardır. Aslında onu yakından tanımayanlar için o bir yanılgıdır. Ellerinde hiç nasır yoktur fakat kalbi nasır tutmuş bir adamdır o.

Dostları bilir onu... Ve bilen anlar, anlayan sever. Dergilerin ilk sayısından beri yazan, Selim’in abisi, dostu, sırdaşı olan pek çok isimden müstesna bir isim vardır hayatında; Türk Tarih Kurumu Başkanlığını da yapan Prof. Dr. Refik Turan. Ona Yavuz Selim’i sorduğumda, yalın bir dostluğun tanımını alıvermiştim. Yüksüz, zahmetsiz, sevgi ve hürmet yüklü bir tanımdı bu. Ki bilirim, dağa nasıl bağırılırsa, öyle yankı alınırdı:

“O, ailesi ve dergileriyle bütünleşmiştir. Toplumu ve milleti ile kaynaşandır. Meyve ağacına benzer. Meselâ şeftali gibi... Rengi vardır; kokusu, dokusu vardır. Dostluğunun lezzeti vardır. İnsanlara iyilik yapma kaygısıyla yaşar. En güzeli de mesleğine olan vefasıdır!”

“Ona nasıl hitap ediyorsunuz?” diye sorduğumda, işte o yalın ifade dökülüverdi Refik Hocamızın dudaklarından: “Yavuz… Sadece ismi ile hitap ediyorum. Duvarları olmayan, engel tanımayan bir biçimde...”

Böylesi kabullü ve süslü cümlelerden uzak, net ifade edilebilen bir sevginin sahiciliği, tesirinde saklıydı. Tanımış, anlamış ve sevmiş bir dostun kabullü ifadeleriydi bunlar. Anladım, güzel adamları güzel adamlar anlar ve onlar birbirini ihlâsla, varlıklarıyla, sözleriyle, hisleriyle sarar sarmalarlar.

Malûm olduğu üzere bu çalışmaya Yavuz Selim’i sığdırmak maalesef namümkün. Belki bir gün gençlere, inananlara, hatta ticaret sektöründe başarıyı yakalamak isteyenlere bir kitap kahramanı suretinde rol model oluşturacak bir roman yazılabilir. Ve belki o zaman Selim hakkında hakkıyla tanım, tasvir, tahlil ve tanışıklık gerçekleştirilebilir. Bu sayfalara ancak bu kadarını yansıtabilmeyi bile önemsiyorum. Çalışmayı sonlandırmadan önce, kısacık da olsa Yavuz Selim ile çalışmanın ve benim hayatıma yansıyan özünden, sözünden bahsetmek istiyorum…

“Eriğin tadı nasıldır?”

Yıllar önce (1993) çalıştığım kolejin müdürüne, idarede görev yapan bir asistan hakkında bilgi verirken “çok gururlu” ifadesini kullanmıştım. Müdürüm, aynı zamanda İmam-Hatip Lisesi’nde okurken tefsir hocamdı. Bu ifademin hemen ardından beni oturtmuş ve “Eriğin tadı nasıldır?” diye sormuştu. Beklemediğim bu sıradan soru beni şaşırtmıştı. “Ekşi” dedim. “Peki, ya şekerin tadı nasıldır?” “Bunu bilmeyecek ne var” dedim, “tatlı”…

Gülümsemişti müdürüm Ömer Öztop (Rabbim rahmet buyursun kendisine): “Görüyor musun evlât, insan ancak bildiği tatları kolayca izah edebilir ve bir çırpıda tanımlayabilir. Eğer gururun ne olduğunu bilmiyor olsaydın, tahlil ederken o kızımızı, bu ifadeyi tercih etmek yerine tanımsız bocalamalar yaşardın!”

Duyduğum bu cümle ile yüzümü ateş basmıştı. Hocam haklıydı. İthamımın utancı, bende saklı olanın ifşasına olan hayretim, “Ne yapmalıyım peki?” sorusunun çaresiz beklentisi ile bakmıştım hocama. Anlamıştı içine düştüğüm ruh hâlini. Yine gülümsedi ve “Eksiklenme, çaresiz hissetme! Hepimizde vardır böyle olumsuz huylar. Marifet olmaması değil, olanın terbiye olunmasında saklıdır! Ben sana bunu söylerken, bende var olan gururu tanıyamadın mı? O tadı bilmesem, sana bunu anlatır mıydım? Öyleyse terbiye etmek için bir besmele çekelim şimdi seninle birlikte. Ben yeniden tazeleyeyim niyetimi, sen de tazeden çek besmeleni ve ıslaha koyulalım nefsimizdeki gururu” demiş, ardından da Sezai Karakoç’un “Ve vardır her vahşi çiçekte gurur” dizesini söylemişti.

Ne güzel etmişti! Hiç unutmadım, tedbiri bırakmadım. Teyakkuzda oldum hep…

Hayatımda önemli öğretilerden biri olan bu anekdotu anlatış sebebim, Yavuz Selim ile ilk tanışmamızdaki tahlilimde tadını bildiğim erik kadar, şeker kadar bildik tınılar aldığımı belirtmek içindir.

Ne değişen, ne azalan, ne yanıltan bir adam

2012, Eylül ayıydı. Telefonum çaldı. Ve Yavuz Selim, Haber Ajanda’ya kapak yapılacak olan AK Parti 4’üncü Olağan Kongresi’ni “sanat ve kültürel boyutunu değerlendirerek” bir dosya hazırlamamı istemişti. Böyle başlamıştı tanışıklığımız. Ve aradan sekiz ay geçmiş, Yavuz Selim, İstanbul’a geleceğini bildirmişti. Atölyeme davet etmiştim. Sanat dersi yaptığımız bir akşam dersine katılmıştı kendisi. O gün bana ve öğrencilerime yansıyan Yavuz Selim ile aradan geçen bunca yıla rağmen ne değişen, ne azalan, ne yanıltan bir Yavuz Selim var oldu.

Dost edinirken dikkat kesildiğim iki prensibimin karşılığını bulmuştum: Birincisi, aile mefhumuna olan saygı ve hassasiyet, diğeri çocuklara olan duyarlılık… Eğer bir adam yahut kadının kalbinde çocuklara dair bir hassasiyet yoksa, çocuk sesi neşe değil, gürültü ifade ediyorsa, çocukları erteleyip kendini eyliyorsa, benim hayatıma girme şansı yoktur o kişinin. Çünkü çocuk kalbini ağırlayamayanın beni inciteceğinden korkarım. Çocukların sevemediği büyüklerden imtina eder, onlarla ne iş, ne aş paylaşımında bulunurum. Çünkü kandırılmaktan korkarım.

İşte Yavuz Selim, o gün telefonunda olan fotoğrafları öğrencilerime ve bana göstererek, eşi Müzeyyen Hanım’ı, Bosna’da tahsil görmüş Haydar Alp’ini, güneş gibi gülümseyen Hilâl’ini ve incecik, uzun örgü saçı ile farklı bir tarzı olan Eren’ini bize fotoğraflarından tanıştırmıştı. Atölyemize yalnız başına bir adam gelmiş, ailesi ile birlikte etrafımızı sarıvermişti. Tek başına büyük kalabalıkları barındıran bir adamdır çünkü o...

10 yaşında sanat dersi alan ve ilk tablosunun çerçeveciden gelmesini bekleyen Şeymacığımın telâşına şahit olmuş, heyecanının nedenini merak edip sormuştu. Anlattım. “İlk tablosu gelecek, çerçeveci geciktikçe telâşı artıyor” dedim. Ve az sonra gelmişti küçük sanatçımın tablosu. Yavuz Selim, Şeymacığımın tablosunu satın almak istedi. Şeyma bana baktı. İzin verdim; hem tekniğini anlattı, hem maliyetinden söz etti ve telif miktarının nasıl belirlediğimizi söyledi. Yavuz Selim, tabloyu satın aldı.

Küçük bir çocuğun kahramanı olmak

Öğrencilerime zamanın dilinden söz ederken, “Sanatınızın kıymet bilinmez hâle gelmemesi için minicik de olsa telif hakkınızı saklı tutun. Çünkü ülkemizde profesyonellik ne yazık ki aldığınız para ile ölçülüyor; para almıyorsanız, hep amatör muamele görüyorsunuz. Annelerimizin yaptığı iğne oyaları ve danteller çok zahmetli, çok sanatlı ve çok zor, fakat işte bu disiplin olmadığı için kıymetsiz bir muamele görüyorlar” derim. Bunu bilen ve hatırlayan Şeyma, kulağıma, “Ben artık profesyonel sayılırım, değil mi hocam?” sorusunu fısıldamıştı. Bir çocuğu mutlu edişine, Selim’i tanıdığım ilk gün şahit olmuştum. Üstelik o tablonun ilk olması nedeniyle tekrar Şeyma’ya armağan edilmesi de ayrı bir güzellikti. Sadece Şeyma değil, o gün atölyede bulunan sekiz öğrencimin hepsi Yavuz Selim’i sevmişti. 8 yıl gibi bir süre olmasına rağmen, İstanbul’a geldiğinde, eğer programı uygunsa, o gün tanıştığı sanat öğrencilerimle görüşmeyi diler. Ve öğrencilerim, onu sevdikleri kadar onunla zaman geçirmeyi çok severler.

Bu hatıra, Yavuz Selim’in gülümseyen yüzüne ait, şefkatinin, merhametinin, nezaketinin örneğidir. Eğer bir zaman sonra Kültür Ajanda hayâlini bana açmışsa ve ben o hayâlin rüzgârına müdâhil olmuşsam, işte o ilk benzer yanların, tadı bilindik tahlillerin hatırınadır. Bugün Kültür Ajanda’mızın 92’nci sayısını birlikte hazırlıyorsak, yine o görünenin ardında saklı olan güzel adamın başarısıdır.

Ah, bir de estiren yanı vardır Yavuz Selim’in! Hani “Rüzgâr gibidir” demiştim ya… Ilık bir keşişleme ile eserse, tez atlatabilirsiniz olup biteni. Fakat güçlü eserse, kasırga gibi cereyanda kalma ihtimâliniz de muhtemeldir. Çalışırken zaman zaman tansiyon yükselmiyor değil. Kapak seçimlerimizde, sanat anlayışımızın farklılığı nedeni ile seçtiğim fotoğrafların eleştirilmesinde, kültür ve sanatın siyaset ile olan mesafesine dair girdiğimiz tartışmalarda gerildiğimiz anlar oluyor. Ah, en çok da imlâ konusunun gündemimizi tuttuğu, gözümden kaçan hataların bana feci biçimde döndüğünü abartısız söyleyebilirim. Şöyle durup bir düşününce, aslında onunla çalışmak zordur. Fakat altını ısrarla çizerek söylüyorum ki, görünenin ardında saklı olan Yavuz Selim’in merhameti, adaleti ve hakkaniyeti bütün bu zorlukları bir bahar rüzgârı serinliğinde kabul etmemi sağlıyor. Hem üstelik, bana bu titizlikleri hiç yabancı gelmiyor. Ben de kendi uzmanlık alanımda ondan geri kalır tarafımın olmadığını yeni yeni keşfediyorum. Erik ne kadar ekşiyse o kadar ekşi, şeker ne kadar tatlıysa o kadar tatlı olmak gibi bildik lezzetlerin çarpışmasını hayret ile seyrediyorum.

Ben, Yavuz Selim ile çalışmanın, Haber Ajanda ve Kültür Ajanda gibi iki derginin ve Haber Ajanda NET sitesinin bir parçası olmanın zorluğu kadar, onurunu, mutluluğunu ve heyecanını duyumsuyorum.

Haber Ajanda’nın ilk çıktığı günden bugüne 15 yıllık bir süre içerisinde kat ettiği yolları, biriktirdiği tecrübeleri bana aktardığı için, 200’ü aşkın yazarını bana dost kıldığı için, beni bu kocaman kalpli insanlardan oluşan kocaman aileye dâhil ettiği için kendisine kalbî teşekkürlerimi sunuyorum.

Yavuz Selim’le tanışıyor olmak, bir grup ile tanış olmak kadar çoğalmaktır. O dostunuz olur, sırdaşınız olur, hocanız olur, kardeş olur, abi olur, baba olur, yol arkadaşı olur... En önemlisi, onu tanıyorsanız, artık hayatınızda sahici bir insanınız olur!

Yavuz Selim, kendi rüzgârında hayra vesile güzelliklere doğru bazen yumuşak bir tebessüm, bazen de sert bir esişle sizi savurur. Onunla yola çıkmışsanız, bilin ki, niyet hayr, akıbet hayrolur…