Bir güzel tahmin, bir gönülden “Âmin”
HİLÂL’den sonra (1990) bir erkek evlâtları daha oluyor Selim
çiftinin, Eren geliyor dünyaya. Kısa ve fakat Selim hakkında detayları kapsayan
cümleleriyle Eren, bize babasını bakın nasıl anlatıyor:
“Babam, bizim için her zaman cömert, yol gösterici ve
sevgisini gösteren çok iyi bir baba olmuştur. Bizimle yani çocuklarıyla olan
ilişkisini de her birimizin kişilik özelliklerine göre belirlemiştir. Hepimizle
ayrı ayrı, özel olarak ilgilenmiştir.
Hayatı boyunca yaşadığı zorlukların üstesinden gelmeyi
başarmıştır. Çok mücadeleci ve pes etmeyen bir duruşa sahip olmuştur. Sert bir
mizaca, çabuk sinirlenen bir yapıya sahiptir ancak çok merhametli, kocaman bir
kalbi vardır.
En önemli işi Haber Ajanda olmuştur. Derginin ilk çıktığı
zamanlarda hedefinin 100’üncü sayıya ulaşmak olduğunu söylüyordu. Ne yalan
söyleyeyim, buna pek ihtimâl vermiyordum ama o pes etmeyen mücadeleci yapısıyla
bu hedefe ulaştı. Sanırım, Allah izin verdikçe, birkaç 100 sayı daha devam
edecek gibi duruyor Haber ve Kültür Ajanda.”
Eren’in bu güzel tahmininin duâ hükmüne geçmesini cân-ı
gönülden diliyorum.
İşte böylesi güzel evlâtların babasıdır Yavuz Selim! Peşi
sıra doğmuş üç yavrusu ve hayatını tezyin eden eşi Müzeyyen Hanım ile saklı bir
saadet köşkünün reisidir o. Bugüne kadar saklı olan, sadece bu saadetleri
değildir. Ajanda dergilerinin ve sitesinin ardında var olan enerjide bu çalışma
ile kısmen aşikâr olsa bile kıymet ve anlam noktasında hakkiyle izahı mümkün
olamayacak bir güzellik bütünüdür Selim Ailesi.
Yıl, 1994’tür… Gazetecilik tutkusu, ticarî tecrübeleri
ile üç çocuklu Selim Ailesi, Yalova’da mukimdir. Yavuz Selim bu zaman zarfında,
siyâsî partiler muhabirliği tecrübesine haiz olmuştur fakat körü körüne bir
siyâsî algıya sahip değildir. 1994’te mahallî seçimler gerekçesiyle Yalova’ya
gelen Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan ve Necmettin Erbakan Hoca ile
tanışır. Çocukluk yıllarından bu yana emek verdiği, şekillendiği ülkücü çizgisi,
önce Refah Partisi’nden başlayarak 2002’de AK Parti ile netleşir ve gönlüne
Recep Tayyip Erdoğan sevgisi perçinlenir. Rahmetli Necmettin Erbakan’ı da çok
sever Yavuz Selim. AK Parti, Erbakan’ın başlattığı dâvânın devamıdır ona
göre...
Basiret açıklığının tezahürü
“Ülkücü abilerle büyüyen, Türk-İslâm Birliği hakkında
yığınla kitap okuyan, çok küçük yaşlarda ülkücü bir idealist olarak şekillenen,
üstelik siyâsî partiler muhabirliği yaptığı dönemlerde Milliyetçi Çalışma
Partisi’ni yakından takip eden, nikâh şahidi Alparslan Türkeş olan Yavuz Selim,
nasıl böylesi köklü bir değişikliğe kani olabilir?” sorusunu sormadan
edemiyorum.
Soruma verdiği cevap, hamd edilesi bir basiret açıklığının
şerhi hükmünde oluyor doğrusu: “Ben, İslâm ve ümmet bilinci çerçevesinde İlây-ı
Kelîmetullah uğruna çekinmeden başını verebilecek abilerimden etüt ettim ülkücülüğü.
Hilâlcilerden oldum. Körü körüne bir itaat, sorgusuz suâlsiz bir kabul değildi
benimkisi. O yılların karmaşıklığı arasında ehven olan bir tercihti. Üstelik
Hak Din İslâm’a mugayir bir yanı yoktu inandıklarımızın. Bugün rahmetli Muhsin
Yazıcıoğlu ismi ile izah edilebilir bir anlayışın savunucularıydık.”
Selim, o günleri anlatırken bugünkü inanç ve hayat
perspektifini izah eden önemli bir hususun altını da şöyle çizer: “Ben ülkücü
çizgide yol alırken de İslâmî değerlerin esas alındığı bir siyâsî anlayışa
sahiptim. O günlerde hiç içki içmedim meselâ, bugün de içmiyorum. İslâm’ın men
ettiği hiçbir şeyi meşru görmüyordum geçmişte. Bugün de öyle... Yani imanî
perspektifte değil, siyâsî cihette bir değişimdir benim yaşadığım. Ve bunun
için de şükrediyorum.”
Böylesi bir basiret açıklığının bir insanda ancak ihlâs
ve sabır ile tezahür edebileceğini düşünüyorum. Asr Sûresi’nde geçen “Sâlih
amel işleyenler ve sabredenler müstesna” ayet-i kerîmesinde dikkat çekilen ihlâs
ve sabrın insanı nasıl “hüsrandan” muaf kıldığının şerhini okur gibi
hissediyorum.
Ne mazisinin yükünden yüksünen, ne ânın çirkinliğine göz
yuman, ne gelecek zamanların süfli hayâllerine kapılan bir adamdır bana göre
Yavuz Selim. Söylemez, eyler. Fakat çokça dinler. Varsa doğru bildiğine abes
gelen, aykırı düşen bir beyan, hiç ertelemez, düşüncesini ânında söyler.
Bu özelliklerini ve daha fazlasını 2002 yılı itibariyle
yaptığı kitap çalışmalarında gözlemlemeniz
de mümkündür. Özellikle Necmettin Erbakan Hoca ile Cumhurbaşkanımız
Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın dâvâsı aynı, ismi ayrı olan yeni parti (AK Parti)
kuruluşunu konu alan “Yol Ayrımı” (2002, Hiler Yayınları) adlı çalışması
dikkate değerdir. Hemen ardından yaptığı “Gül’ün Adı” (2003, Vadi Yayınları)
isimli kitabı da keza öyle...
Yurdundan ayrılıp Afganistan’a giderek, üstelik en
tehlikeli dönemde orada 36 gün yaşayarak sahici müşahedeleri ile kaleme aldığı “Ah
Afganistan” ve “Afganistan ve Dostum”da (2004, Hiler Yayınları) yaptığı
söyleşiler, onun aileye, çocuklara ve onların hissedişlerine verdiği değerin
küçük temsillerini barındırır. “Ulusalcılığın Anatomisi” (2009, Haber Ajanda
Yayınları) isimli kitabı ise editoryal titizliğini tespitte zorlanmayacağınız
bir çalışmadır.
İşte Yavuz Selim, çocuk yaşlarda kurduğu hayâllerine
dokunabilen bir adamdır! O, bugün hem iyi bir gazetecidir, hem de iyi bir
yazardır.
Dik duruşuna dair pek çok şahidi olduğum olay anlatabilirim.
Ancak ne kadar anlatırsam anlatayım, eksik kalacağından da eminim.
Eşinin ve üç yavrusunun da belirttiği gibi, sinirli bir
adamdır aslında Yavuz Selim. Fakat onu böylesi sinirli kılan acaba nedir?
Büyük dostlukların kabristanıdır onun yüreği
Derindir bu sorunun cevabı onda... Görünene çabuk
aldananlar, yalnızca zahir ile hükmedenler içindir bu tespit. Nasıl dergilerimizin
künyesinde bir isim olmaktan öte gösterişi yoksa, Selim’i yakından tanımayanlar
bilmez o sinirli görüntünün ardında saklı derin merhamet denizini. O da pek
umursamaz aslında bunu. Varsın, çekinsinler etrafındakiler; yanılsınlar,
yadırgasınlar, ne gamdır onun için! Çünkü dost zannettiği, gülümseyip varını yoğunu
paylaştığı çok insan(cık)dan yaralanmıştır kalbi.
Öyle az uz değildir yaralarının derinliği. Büyük
dostlukların kabristanını ağırlar yüreği. Anlatmaz, susar. O susuyorsa,
kavgasını rafa kaldırmışsa, bir dost cenazesi daha kalkıyordur hayatın görünmez
musallasından onun için.
Görünenlere çokça değinmediğim bu çalışmada, dergimizin
saklı adamının suretinden ziyade sîretine dair ipuçları verelim istedim. Evet,
istedim. Hatta uzun ısrarlarla ve Haber Ajanda dergisinin 101’inci sayısını
önemli bir gerekçe göstererek onu ikna etmeye çalıştım. Aslında itiraf
etmeliyim, biraz da Yavuz Selim’in böylesi saklı duruşuna şaşkınım.
Bu şaşkınlığımı körükleyen tecrübelerim bana şunları
hatırlatıyor meselâ: Necip Fazıl Kısakürek bir dergi çıkarır, adı “Büyük Doğu”;
Sezai Karakoç, “Diriliş” dergisine soluk verir; Cahit Zarifoğlu, “Mavera”ya...
Bu örnekleri arttırabilirim. Ve bu dergiler, sahiplerinin çalışmalarını
ağırlar. Selim’e hayret ve merakla yönelttiğim bir sorudur bu: “Gazetecisin,
siyaset birikimine haizsin, neden yazmıyorsun derginde?”
Gülümsedi bu sorumu duyunca: “Ben gazeteciliği seviyorum,
siyaseti değil! Yazar arkadaşlarımız yazıyor ya işte her şeyi...”
Bu cevap bile çok söze hacet bırakmaksızın, onun nasıl
değişik ve hazımlı kabulleri olduğunun izahıdır aslında.
Onu bilen anlar, anlayan sever
Evet, elleri kalem elidir Yavuz Selim’in. Hiç hoyrat
işlere dokunmamış, hiç güneşte kavrulmamıştır teni. Fakat hayata yansıyan
görüntüsünün ardında ismi kadar saklı kederleri vardır. Aslında onu yakından
tanımayanlar için o bir yanılgıdır. Ellerinde hiç nasır yoktur fakat kalbi
nasır tutmuş bir adamdır o.
Dostları bilir onu... Ve bilen anlar, anlayan sever. Dergilerin
ilk sayısından beri yazan, Selim’in abisi, dostu, sırdaşı olan pek çok isimden
müstesna bir isim vardır hayatında; Türk Tarih Kurumu Başkanlığını da yapan
Prof. Dr. Refik Turan. Ona Yavuz Selim’i sorduğumda, yalın bir dostluğun
tanımını alıvermiştim. Yüksüz, zahmetsiz, sevgi ve hürmet yüklü bir tanımdı bu.
Ki bilirim, dağa nasıl bağırılırsa, öyle yankı alınırdı:
“O, ailesi ve dergileriyle bütünleşmiştir. Toplumu ve
milleti ile kaynaşandır. Meyve ağacına benzer. Meselâ şeftali gibi... Rengi
vardır; kokusu, dokusu vardır. Dostluğunun lezzeti vardır. İnsanlara iyilik
yapma kaygısıyla yaşar. En güzeli de mesleğine olan vefasıdır!”
“Ona nasıl hitap ediyorsunuz?” diye sorduğumda, işte o
yalın ifade dökülüverdi Refik Hocamızın dudaklarından: “Yavuz… Sadece ismi ile
hitap ediyorum. Duvarları olmayan, engel tanımayan bir biçimde...”
Böylesi kabullü ve süslü cümlelerden uzak, net ifade
edilebilen bir sevginin sahiciliği, tesirinde saklıydı. Tanımış, anlamış ve
sevmiş bir dostun kabullü ifadeleriydi bunlar. Anladım, güzel adamları güzel
adamlar anlar ve onlar birbirini ihlâsla, varlıklarıyla, sözleriyle, hisleriyle
sarar sarmalarlar.
Malûm olduğu üzere bu çalışmaya Yavuz Selim’i sığdırmak
maalesef namümkün. Belki bir gün gençlere, inananlara, hatta ticaret sektöründe
başarıyı yakalamak isteyenlere bir kitap kahramanı suretinde rol model
oluşturacak bir roman yazılabilir. Ve belki o zaman Selim hakkında hakkıyla
tanım, tasvir, tahlil ve tanışıklık gerçekleştirilebilir. Bu sayfalara ancak bu
kadarını yansıtabilmeyi bile önemsiyorum. Çalışmayı sonlandırmadan önce,
kısacık da olsa Yavuz Selim ile çalışmanın ve benim hayatıma yansıyan özünden,
sözünden bahsetmek istiyorum…
“Eriğin tadı nasıldır?”
Yıllar önce (1993) çalıştığım kolejin müdürüne, idarede
görev yapan bir asistan hakkında bilgi verirken “çok gururlu” ifadesini
kullanmıştım. Müdürüm, aynı zamanda İmam-Hatip Lisesi’nde okurken tefsir hocamdı.
Bu ifademin hemen ardından beni oturtmuş ve “Eriğin tadı nasıldır?” diye
sormuştu. Beklemediğim bu sıradan soru beni şaşırtmıştı. “Ekşi” dedim. “Peki,
ya şekerin tadı nasıldır?” “Bunu bilmeyecek ne var” dedim, “tatlı”…
Gülümsemişti müdürüm Ömer Öztop (Rabbim rahmet buyursun
kendisine): “Görüyor musun evlât, insan ancak bildiği tatları kolayca izah edebilir
ve bir çırpıda tanımlayabilir. Eğer gururun ne olduğunu bilmiyor olsaydın,
tahlil ederken o kızımızı, bu ifadeyi tercih etmek yerine tanımsız bocalamalar
yaşardın!”
Duyduğum bu cümle ile yüzümü ateş basmıştı. Hocam
haklıydı. İthamımın utancı, bende saklı olanın ifşasına olan hayretim, “Ne
yapmalıyım peki?” sorusunun çaresiz beklentisi ile bakmıştım hocama. Anlamıştı
içine düştüğüm ruh hâlini. Yine gülümsedi ve “Eksiklenme, çaresiz hissetme!
Hepimizde vardır böyle olumsuz huylar. Marifet olmaması değil, olanın terbiye
olunmasında saklıdır! Ben sana bunu söylerken, bende var olan gururu
tanıyamadın mı? O tadı bilmesem, sana bunu anlatır mıydım? Öyleyse terbiye etmek
için bir besmele çekelim şimdi seninle birlikte. Ben yeniden tazeleyeyim
niyetimi, sen de tazeden çek besmeleni ve ıslaha koyulalım nefsimizdeki gururu”
demiş, ardından da Sezai Karakoç’un “Ve vardır her vahşi çiçekte gurur”
dizesini söylemişti.
Ne güzel etmişti! Hiç unutmadım, tedbiri bırakmadım. Teyakkuzda
oldum hep…
Hayatımda önemli öğretilerden biri olan bu anekdotu
anlatış sebebim, Yavuz Selim ile ilk tanışmamızdaki tahlilimde tadını bildiğim
erik kadar, şeker kadar bildik tınılar aldığımı belirtmek içindir.
Ne değişen, ne azalan, ne yanıltan bir adam
2012, Eylül ayıydı. Telefonum çaldı. Ve Yavuz Selim,
Haber Ajanda’ya kapak yapılacak olan AK Parti 4’üncü Olağan Kongresi’ni “sanat
ve kültürel boyutunu değerlendirerek” bir dosya hazırlamamı istemişti. Böyle
başlamıştı tanışıklığımız. Ve aradan sekiz ay geçmiş, Yavuz Selim, İstanbul’a
geleceğini bildirmişti. Atölyeme davet etmiştim. Sanat dersi yaptığımız bir
akşam dersine katılmıştı kendisi. O gün bana ve öğrencilerime yansıyan Yavuz
Selim ile aradan geçen bunca yıla rağmen ne değişen, ne azalan, ne yanıltan bir
Yavuz Selim var oldu.
Dost edinirken dikkat kesildiğim iki prensibimin
karşılığını bulmuştum: Birincisi, aile mefhumuna olan saygı ve hassasiyet,
diğeri çocuklara olan duyarlılık… Eğer bir adam yahut kadının kalbinde
çocuklara dair bir hassasiyet yoksa, çocuk sesi neşe değil, gürültü ifade
ediyorsa, çocukları erteleyip kendini eyliyorsa, benim hayatıma girme şansı
yoktur o kişinin. Çünkü çocuk kalbini ağırlayamayanın beni inciteceğinden
korkarım. Çocukların sevemediği büyüklerden imtina eder, onlarla ne iş, ne aş
paylaşımında bulunurum. Çünkü kandırılmaktan korkarım.
İşte Yavuz Selim, o gün telefonunda olan fotoğrafları
öğrencilerime ve bana göstererek, eşi Müzeyyen Hanım’ı, Bosna’da tahsil görmüş
Haydar Alp’ini, güneş gibi gülümseyen Hilâl’ini ve incecik, uzun örgü saçı ile
farklı bir tarzı olan Eren’ini bize fotoğraflarından tanıştırmıştı. Atölyemize
yalnız başına bir adam gelmiş, ailesi ile birlikte etrafımızı sarıvermişti. Tek
başına büyük kalabalıkları barındıran bir adamdır çünkü o...
10 yaşında sanat dersi alan ve ilk tablosunun
çerçeveciden gelmesini bekleyen Şeymacığımın telâşına şahit olmuş, heyecanının
nedenini merak edip sormuştu. Anlattım. “İlk tablosu gelecek, çerçeveci
geciktikçe telâşı artıyor” dedim. Ve az sonra gelmişti küçük sanatçımın
tablosu. Yavuz Selim, Şeymacığımın tablosunu satın almak istedi. Şeyma bana
baktı. İzin verdim; hem tekniğini anlattı, hem maliyetinden söz etti ve telif
miktarının nasıl belirlediğimizi söyledi. Yavuz Selim, tabloyu satın aldı.
Küçük bir çocuğun kahramanı olmak
Öğrencilerime zamanın dilinden söz ederken, “Sanatınızın
kıymet bilinmez hâle gelmemesi için minicik de olsa telif hakkınızı saklı
tutun. Çünkü ülkemizde profesyonellik ne yazık ki aldığınız para ile ölçülüyor;
para almıyorsanız, hep amatör muamele görüyorsunuz. Annelerimizin yaptığı iğne
oyaları ve danteller çok zahmetli, çok sanatlı ve çok zor, fakat işte bu
disiplin olmadığı için kıymetsiz bir muamele görüyorlar” derim. Bunu bilen ve
hatırlayan Şeyma, kulağıma, “Ben artık profesyonel sayılırım, değil mi hocam?”
sorusunu fısıldamıştı. Bir çocuğu mutlu edişine, Selim’i tanıdığım ilk gün
şahit olmuştum. Üstelik o tablonun ilk olması nedeniyle tekrar Şeyma’ya armağan
edilmesi de ayrı bir güzellikti. Sadece Şeyma değil, o gün atölyede bulunan
sekiz öğrencimin hepsi Yavuz Selim’i sevmişti. 8 yıl gibi bir süre olmasına
rağmen, İstanbul’a geldiğinde, eğer programı uygunsa, o gün tanıştığı sanat
öğrencilerimle görüşmeyi diler. Ve öğrencilerim, onu sevdikleri kadar onunla
zaman geçirmeyi çok severler.
Bu hatıra, Yavuz Selim’in gülümseyen yüzüne ait,
şefkatinin, merhametinin, nezaketinin örneğidir. Eğer bir zaman sonra Kültür
Ajanda hayâlini bana açmışsa ve ben o hayâlin rüzgârına müdâhil olmuşsam, işte
o ilk benzer yanların, tadı bilindik tahlillerin hatırınadır. Bugün Kültür
Ajanda’mızın 92’nci sayısını birlikte hazırlıyorsak, yine o görünenin ardında
saklı olan güzel adamın başarısıdır.
Ah, bir de estiren yanı vardır Yavuz Selim’in! Hani
“Rüzgâr gibidir” demiştim ya… Ilık bir keşişleme ile eserse, tez
atlatabilirsiniz olup biteni. Fakat güçlü eserse, kasırga gibi cereyanda kalma
ihtimâliniz de muhtemeldir. Çalışırken zaman zaman tansiyon yükselmiyor değil.
Kapak seçimlerimizde, sanat anlayışımızın farklılığı nedeni ile seçtiğim
fotoğrafların eleştirilmesinde, kültür ve sanatın siyaset ile olan mesafesine
dair girdiğimiz tartışmalarda gerildiğimiz anlar oluyor. Ah, en çok da imlâ
konusunun gündemimizi tuttuğu, gözümden kaçan hataların bana feci biçimde
döndüğünü abartısız söyleyebilirim. Şöyle durup bir düşününce, aslında onunla
çalışmak zordur. Fakat altını ısrarla çizerek söylüyorum ki, görünenin ardında
saklı olan Yavuz Selim’in merhameti, adaleti ve hakkaniyeti bütün bu zorlukları
bir bahar rüzgârı serinliğinde kabul etmemi sağlıyor. Hem üstelik, bana bu
titizlikleri hiç yabancı gelmiyor. Ben de kendi uzmanlık alanımda ondan geri
kalır tarafımın olmadığını yeni yeni keşfediyorum. Erik ne kadar ekşiyse o
kadar ekşi, şeker ne kadar tatlıysa o kadar tatlı olmak gibi bildik lezzetlerin
çarpışmasını hayret ile seyrediyorum.
Ben, Yavuz Selim ile çalışmanın, Haber Ajanda ve Kültür
Ajanda gibi iki derginin ve Haber Ajanda NET sitesinin bir parçası olmanın zorluğu
kadar, onurunu, mutluluğunu ve heyecanını duyumsuyorum.
Haber Ajanda’nın ilk çıktığı günden bugüne 15 yıllık bir
süre içerisinde kat ettiği yolları, biriktirdiği tecrübeleri bana aktardığı
için, 200’ü aşkın yazarını bana dost kıldığı için, beni bu kocaman kalpli insanlardan
oluşan kocaman aileye dâhil ettiği için kendisine kalbî teşekkürlerimi
sunuyorum.
Yavuz Selim’le tanışıyor olmak, bir grup ile tanış olmak
kadar çoğalmaktır. O dostunuz olur, sırdaşınız olur, hocanız olur, kardeş olur,
abi olur, baba olur, yol arkadaşı olur... En önemlisi, onu tanıyorsanız, artık
hayatınızda sahici bir insanınız olur!
Yavuz Selim, kendi rüzgârında hayra vesile güzelliklere doğru
bazen yumuşak bir tebessüm, bazen de sert bir esişle sizi savurur. Onunla yola
çıkmışsanız, bilin ki, niyet hayr, akıbet hayrolur…