Genç bir idealist
“ORTAOKUL yıllarında okumaları biraz daha ciddileşiyor” diyeceğim
ama olmayacak. Zaten ciddi okumalar yapan bir çocukken buraya ne tür bir
tanımlama getireceğimi bilememenin şaşkınlığını yaşıyorum. Ve ancak sonunda,
dimdik bir ünlem koyacağım şu cümleyi yazıyorum: “Yavuz Selim, 13-14 yaşlarında
siyâsî düşünce refleksini geliştirici okumalara yöneliyor!”
Kars’ta küçük bir alana sıkıştırılmış, solcuların
baskısının keskin olduğu ülkücü abileriyle tanışıp hemhâl olmaya başlıyor. O
abileri ona Türk-İslâm birliğini anlatan kitaplar veriyorlar. Ve böylece ilk
siyâsî rol modellerini kitap sayfalarında buluyor Yavuz Selim.
Tevekkeli değil, kimi zaman onun inanmışlığına, İslâm ve
ümmet kavramlarının dilinde ve fiillerindeki yansımalarına baktığınızda bir
roman kahramanını izler gibi oluyor insan…
Bugün bile o ideal kahraman duruşuna biz şahit oluyorken,
o henüz 13-14 yaşlarındayken, bir arkadaşıyla birlikte, komünist öğrenciler
tarafından hazırlanan okul gazetesindeki yazıları, akşamdan hazırladıkları
Necip Fazıl, Mehmet Akif, Yahya Kemal gibi millî şairlerimizin şiirlerini okula
erkenden giderek değiştiriyorlar. Bu sebeple gün geçmiyor ki, kendilerinden
büyük komünist çocuklardan dayak yemesinler.
Yaşıtlarından çok değişik ve çok farklı olan bu yeşil
gözlü çocuk, geceleri yaşının küçüklüğüne aldırmadan sokağa çıkıp duvarlara
sloganlar yazıyor. Ülkücü abilerinin ondan yazmasını istediği klişe cümleler
var. Fakat Selim, o beklenen cümleler yerine hep şu sloganı kayda geçiyor küçük
ellerine aldığı büyük fırçalarla ve renkli boyalarla duvarlara: “Kanımız aksa
da zafer İslâm’ın olacak!”
Ülkücü abilerinin keskin bakışları arasında “Neden bizim
söylediğimizi yazmadın?” sorusuna gayet emin bir cevabı oluyor Selim’in: “Ben
bunu yazmak istiyorum, çünkü bu cümleyi çok seviyorum.”
O, henüz gençlik yıllarına adım atmadığı çocuk yıllarında
bile kendinden emin bir kararlılıkla yol alır.
Paraya hiç ihtiyacı olmadığı hâlde, babasının yaptığı
ayakkabı boya sandığı ile boyacılık yapar Selim. Çekirdek, çiklet satar. Neden
böyle şeyler yaptığını sorsanız, “Eğlenceli ve işe yarar bir şeylerdi” der.
Erken büyümüş bir çocuktur ve kocaman bir adam kalbi vardır göğsünde.
Sorumluluk bilinci gelişmiş, tecrübe eğitimini kendi belirlemiş bir küçük
adam...
“Ya git, ya öl!” tehdidi
Yıl 1979’dur ve pek çoğumuzun ihtimâl veremeyeceği bir
gerçeğin tam içindedir Yavuz Selim. Yaşadığı şehrin Sol görüşlü ahalisi
tarafından “sürgün” yemiş bir çocuktur o artık. Makbule ablasının eşi Bahattin
eniştesi, artık komünistlerin yaptığı baskıya karşı onu koruyamayacaktır. Çünkü
kendisi de sol görüşlü fakat dürüst bir adamdır. Mesaj, Bahattin enişte ile
gönderilir Yavuz Selim’in babasına: “Ya bu şehri terk edecek yahut Yavuz
öldürülecek! Üç gün müsaade size!”
Bu ihtar yetmezmiş gibi, dört katlı, “Sarı Köşk” unvanlı,
mahallenin o vakitler en güzel evi Yavuz Selim’in ailesine aittir ve
kurşunlanmıştır. Duvarlarında tehdit sloganları yazılmıştır. “Gitmekten”
diyemeyeceğim, ailesi tarafından korumak için gönderilmesinden başka çare
kalmamıştır.
Bir arkadaşı vardır Selim’in kendisi gibi erken yaşlarda;
hak, hukuk, dâvâ, ülkü, ümmet, kavramlarını ezber ettiği bir küçük çocuk...
Onun da yazgısına sürgün düşmüştür ve ikisine de artık Kars’tan yol
görünmüştür.
“Bu iki küçük çocuk” mu desem, “Boyları, yaşları, küçük
kalpleri kocaman taze delikanlılar” mı desem bilemediğim ortaokul mezunu iki
çocuk, bir şehirden sürgün olmanın istisnai hatırasını doldurup hafızalarına,
düşerler yola. İlk durağı Ankara olur Selim’in. Abisi Mehmet Selim
gözetimindedir. “Sarı Köşk, anneciği, babacığı, annesi kadar canına can katan
Makbule ablası, onu kayırıp kollayan Bahattin eniştesi”, ardında kalır.
Yüksünmez, söylenmez, keşke biriktirmez bu ilginç tecrübeyi yaşadığına dair…
Evet, o, “Ya git, ya öl!” tehdidine maruz kalmış ve kimi
varsa ardında bırakıp ilk gurbetine çıkmıştır. İşte hayatındaki ilk tembihi de
o vakitler almıştır: “Sessiz, suskun, göze batmayan bir lise öğrencisi olacaktır”.
Henüz 80 İhtilâli olmamıştır. Selim derslerini çalışan
sıradan bir öğrenci olma gayretiyle okuluna devam eder. Çok çalışmalıdır. Çünkü
ihtilâl öncesi Kars’ta ortaokulda ders değil, siyâsî olayların pratiğine şahit
olmuştur. Ankara’da yazıldığı lise ise, eğitimi hayli iyi olan Kurtuluş Lisesi’dir.
Öyle yapar. Fakat fiilen sükûnet hâlinde olsa da Selim, zihni “kelimelerin” ustaca
kullanımı ile zamana meydan okuyacak bir hareketliliktedir. Tarih ve edebiyat
derslerinde sınav sorularına verdiği cevaplar, kompozisyon derslerinde
hazırladığı metinlerde yaptığı tahlillerle dikkatleri üzerine çeker.
Tarih hocası, sağ görüşlü bir ülkücüdür. Ayvaz
Gökdemir’in kardeşi… Edebiyat hocası ise dürüst bir solcudur Selim’e göre. Her
ikisi de ağabeyini okula çağırırlar ve Yavuz Selim hakkında şu kanaatlerini
Mehmet ağabeyine bildirirler: “Bugüne kadar, tarih ve edebiyatta böyle derin ve
tutarlı tahlil yapabilen bir öğrencimiz olmadı.”
O yılı Kars’ta iyi bir eğitim görmemiş olmasına rağmen
teşekkür belgesi alarak tamamlar Selim.
Sıkılır bu sessizlikten. O yıl Ankara Cebeci Ülkü
Ocakları’na gidip gelmeye başlar. Biraz daha şekillenir siyâsî duruşu. Ve o
yılın Eylül ayında ihtilâl olur. Hemen sonrasında Bursa’ya gider Selim. Henüz
16 yaşındadır ve kaderin rüzgârında savrulurken rüzgâr olmayı, esince savurmayı
öğreneceği yaşlardadır.
Dilini kaybeden, dinini kaybetmeye mahkûmdur!
Artık sağ-sol kavgaları son bulmuştur. Okullarda sinsi
bir asayiş berkemâldir. Silahların gölgesi kalkmıştır eğitim gören öğrencilerin
üzerinden. Fakat daha nitelikli ve kayda değer bir kavgası vardır şuurlu
gençlerin. Siyâsî tercihlerini kullanılan kelimeler üzerinden belirleyen ve
doğru olanın izini sürmeye gayret eden taraftadır Selim. “Uydurukçaya hayır, yaşayan
Türkçeye devam!” diyenlerdendir. Olasılık da ne “ihtimâl” demek varken? “İmkân”
dururken olanak demenin âlemi neymiş? Hayatmış tercih edilen, yaşam değil! Hâlâ
bu hassasiyetinin şahidi olduğuma dair yüzünüze küçük bir tebessüm
yerleştirecek şu minik espriyi aktarabilirim:
Ajanda Grup Başkanı, “Haber Ajanda”, “Kültür Ajanda”
dergilerinin ve “Haber Ajanda NET” sitesinin imtiyaz sahibi Yavuz Selim ile
Genel Yayın Yönetmenliğini yapıyor olmanın gerekçesi ile sık sık yazışmak
zorunda kalıyorum. Bu bazen e-posta üzerinden, bazen mesaj yoluyla ve bazen de
Facebook gibi sosyal medya üzerinden gerçekleşiyor. Yavuz Hoca eğer bana
bakılması acil olan bir dosya göndermişse, yukarıda saydığım ortamların
birinden aynen şu ifadelerle dosyaya bakmamı sağlıyor: “Nesrin, emeiline(!) acil
bir dosya gönderdim!”
Yahut: “Nesrin, derginin kapağını gönderiyorum, bir an
önce feyste(!) paylaşalım!”
Bu tür cümleleri beni her defasında gülümsetiyor. Hatta
söz buraya gelmişken, kendisine itiraf etmediğim bir şeyi de söylemeden
geçemeyeceğim: Bu tür ifadelerinin, üzerimde hissettiğim “acil” kodlu iş
baskısını hafifleten bir gerekçeye dönüştürdüğü için kendisine teşekkür
ediyorum.
Evet, gösterilmesi gereken önemli bir hassasiyettir bu;
zira dilini teslim eden, dini de teslim eder! Dilini kaybeden, dinini de
kaybetmeye mahkûmdur!
İşte dil üzerinden kurulmuş, üstü örtülü çekişmeleriyle,
nitelikli mücadelesiyle, tarih hocasının olumsuz tepkilerine maruz kalırken,
Ali Şaydan isimli edebiyat hocasının dikkatini çeker Selim. Hocası ona Nihal
Atsız’ın “Ruh Adam”, “Bozkurtların Ölümü” ve “Bozkurtların Dirilişi” isimli
kitaplarını verir. Yine o dönemde okur Tağrık Buğra’nın, Ahmet Hamdi
Tanpınar’ın tüm eserlerini. Ruh Adam’ın “Selim” isimli kahramanı, Tanpınar’ın
Mümtaz’ı hayatının içine iniverir. Genç yaşının rol modellerini oluşturur
okuduğu kitapların kahramanları.
Müstear isimli genç bir yazar
Aynı zamanda denemeler yazar, günlük tutmaya lise sona
kadar devam eder. “Dede ve Nasihat” isimli bir öyküsü, okulunda birincilik
ödülü alır ve Kayseri’de neşredilen Erciyes dergisinde yayımlanır. Siyâsî
yazılarını ise Yeni Düşünce dergisine “Kürşat Bozkurt” imzası ile gönderir.
Yıllar sonra dergiye uğradığında, Yavuz Selim’i bilen kimse yoktur ve Kürşat
Bozkurt, Yeni Düşünce dergisinin yazarlarındandır. O genç yaşlarında bile
“saklı adam” olarak kalmaya meraklıdır.
Yıl, 1983’tür. Lise yılları geride kalmış, üniversite
yılları başlamıştır. Yavuz Selim’i Ankara’ya çeken bir his, etkili biçimde
içinde dolaşmaktadır. Tercihleri arasında Ankara Üniversitesi, Dil Tarih
Coğrafya Fakültesi, Edebiyat Bölümü vardır. Kazanır. Fakat kendi ifadesi ile
ilk üç ay sonrasında kendini “duvara toslamış gibi” hisseder. Büyük bir hayâl
kırıklığı yaşamaktadır. Çocuk yaşında sürgün edilişinde bile yaşamadığı bir
şaşkınlığın içindedir. Çünkü edebiyat adına beklentilerinin çok gerisinde olan
bir müfredat vardır okulunda. Tam burada bu hayâl kırıklığına dair ben kendi
fikrimi söylemeden geçemeyeceğim. İlkokul dördüncü sınıftan lise sona kadar
“baba” kitaplar ve üç dört gazete okuyunca, 11-12 dergiyi takip edip yazınca bu
şaşkınlığın mesuliyetini sisteme yüklemek haksızlık olur doğrusu. Yavuz
Selim’in erken okumalarının kendi dünyasında yarattığı hezeyandır bu bence. Ve
Selim’in üst aklının, sıra dışı şekillenişinin ispatıdır.
Öyle yahut böyle... Çok sıkılır Selim. Derslere girmez,
vize ve finalleri zar zor verir. Son sınıfa geldiğinde aktif, hareketli ve
başına buyruk, aşkın bir öğrenci olarak ün salmıştır. Bir gazetede muhabir
olarak görev yapıyordur. Yani çocuk yaşlarında olduğu gibi yine hem okuyor, hem
harçlığını kazanıyordur. Şimdi dikkat kesiliniz; size abartı gibi gelebilir ama
Selim, üniversite yıllarında 33 dergiyi gözlemi altında tutar. Zamanla azalsa
da takip ettiği dergilerin sayısı 10’un altına düşmez.
Resmedilmiş bir sevda
Aşkın bir enerjisi, sıra dışı tercihleri ve erken
gelişmiş bir kimliğe sahiptir Yavuz Selim. Gazeteci olacaktır. Edebiyatçı
değil. Kararı kesindir. Ve ömrünün en büyük “keşke”si üniversitede edebiyat
okumuş olmasına aittir. “Yazık ve kaybedilmiş zamanlarımdı!” diye belirtmekten
de hiç imtina etmemektedir. Fakat Ankara’da o fakültede okumasının kader nezdinde
farklı bir gerekçeyi barındırdığını belirtir. Çünkü şu anda 33 yılı doldurduğu
evliliğinde hayat arkadaşı da aynı üniversiteden mezundur ve belki de o
üniversitede okumasının yazgısında isminin yanına eş olarak Müzeyyen Hanım’ın
isminin yazılmasından başka gerekçesi de yoktur.
Aynı okulda öğrenci oldukları dönemde tanışırlar Müzeyyen
Hanım’la. Bir otobüs terminalinde görmüştür ilk kez onu. Başını cama yaslamış,
uzaklara giden bir portredir Müzeyyen Hanım Yavuz Selim’in gözünde. Henüz
tanışmıyorlardır. Etkilenmiştir bu anlık, bu kısacık enstantaneden Selim.
Terminalden ayrıldıktan sonra evine döner ve bir öykü kaleme alır. Arkadaşına
bu öyküyü okuduğunda güzel bir gelişme gerçekleşir. Çünkü arkadaşı, söz konusu
enstantaneyi karakalemle resmeder ve bu çalışma bir dergide çizilen resim ile
birlikte yayımlanır. Böyle başlar uzun yıllar yan yana kat edilecek hayat
yolculuğunun ilk adımı.
Ve Yavuz Selim, 1987’nin Mart ayında açılır Müzeyyen
Hanım’a. Direkt evlilik teklifi yapmıştır. Geçmişi eskidir aslında hislerinin.
Selim’in Müzeyyen Hanım’dan etkilendiği ilk ânı anlatan öyküsü, 1984 yılının
Mart ayının Bizim Ocak dergisinde yayımlanmıştır. Dört uzun gün düşünür Müzeyyen
Hanım ve kararını verir: “Evet!”
20 Aralık 1987’de evlenirler.
İsmi ile müsemma bir adam
Yıllar sonra, bugün Müzeyyen Hanım’a Yavuz Selim
sorulduğunda, “Yavuz Bey hayatının merkezinde olduğumuzu her zaman hissettirdi.
Sevgi ve ilgiden hiç mahrum olmadık, Allah’a şükürler olsun. Yavuz Bey, ismiyle
müsemma biri. Çok güçlü ve çetin bir karakteri var. Bunu, onu tanıyan herkes
bilir. İlk başlarda sert tavırlarından rahatsız olan herkes, daha sonra onun
sevdiklerini ve dostlarını nasıl sahiplendiğini görünce onu sevmeye ve ona
güvenmeye başlar. Belki de Haber Ajanda dergisini kurup 100’den fazla yazarı
gönüllü olarak bu derginin etrafında toplamasının ana sebebi budur” diye
anlatıyor.
Peki, “Haber Ajanda ve Kültür Ajanda dergileri?” diye
sorunca ise, “Çocuklar, ‘Baba, 100’üncü sayıyı görecek miyiz?’ diye
şakalaşırdı. Yavuz Bey de ‘Allah izin verirse göreceğiz inşallah’ derdi.
Gülerdik. Dergi hazırlanır, baskıya verilir, matbaadan eve gelir, Yavuz Bey her
sayı çıktığında aynı heyecanla paketleri hızlı hızlı açar, dergiyi eline alır,
okşar, koklardı. O an, görülmeye değer en güzel andır. Sanırsınız, kucağına
yeni doğan bir bebeği vermişler. Yüzündeki ifade aynen odur. Haydar’ı, Hilâl’i,
Eren’i ilk kucağına aldığı anki ifadenin aynısı… Bu dergiler Yavuz Bey’in 4 ve
5’inci çocuklarıdır. O bizden çok şey beklemedi. ‘Sadece yanımda olun, bana güç
verin, duâ edin’ dedi. En büyük yükü o üstlendi. Allah emeklerini boşa
çıkarmasın, çocuklarım ve ben onunla gurur duyuyoruz” diyor.
Müzeyyen Hanım’ın küçük bir sitemi var aynı zamanda.
Sitemini zarif ve hassas bir soru ile ulaştırıyor bizlere: “Güzel işler yapan
insanların sağlığında kıymetleri bilinse, takdir edilseler çok mu?”
Müzeyyen Hanım ve Yavuz Selim, üç güzel evlâda sahip
oluyorlar. Önce ilk oğulları geliyor dünyaya (1988). Hani ilk bölümde bahsini
ettiğim “sözünde durma” ve “ahde vefa” erdemlerinin vuku buluşuna hayat
şahitlik ediyor. Çünkü Selim, erkek doğan ilk yavrusunun adını annesine 10
yaşındayken verdiği sözü unutmayarak tutuyor ve oğlunun adını “Haydar Alp”
koyuyor!
Bu çalışmayı yapma hazırlıklarındayken, diğer
kardeşlerden daha fazla zaman geçirme imkânına sahip olduğum Haydar Alp’ten
yardım istiyorum. Öyle heyecanlı ve öyle duygusal karşılıyor ki isteğimi, hiç
vakit kaybetmeden bilgi aktarımına başlıyor. Telefon görüşmemizde peşi sıra
anlattığı pek çok hatırasının hepsini aktaramayacağım için üzgünüm.
Yavuz Selim, Haydar Alp’in babası ama aynı zamanda beni
vuruş sayısı ile sınırlayan, sayfaları etkili ve yetkili kullanmayı öğreten
Ajanda Yönetim Kurulu Başkanım(!). (İtiraf ediyorum, iş paylaşımı yaptığım,
emir komuta zinciri kurduğum bir başkandan çok dost bildiğim güzel bir insandır
Yavuz Selim benim için.)
Güzel evlâdın güzel babaya güzel duâsı
İşte bu açıdan bakınca, Haydar Alp’in kısaltmaya
kıyamadığım anekdotlarını sizlerle paylaşacağım. Fakat uzun hatıralarını bir
başka çalışmada değerlendirmek üzere sakladığımı da bilmesini istiyorum. Şöyle
anlatıyor Haydar Alp babasını:
“Babamın en önemli özelliklerinden biri, azimli ve
kararlı olmasıdır. Dergi serüveni ve daha öncesinde başarısızlığı asla kabul
etmeyen yapısıyla bize, verdiğimiz kararların arkasında durup sonuna kadar
mücadele etmeyi öğretti.
Sabırlı olmanın bir erdem olduğunu yine ben babamdan
öğrendim. ‘İstediğin bir şey varsa sabredeceksin, bekleyeceksin, zamanı
geldiğinde hayırlısıysa senin için olur zaten’ der her zaman. Yaşadığı
tecrübelerden olsun, ileriyi görme yeteneğinden olsun, olayları ve kişileri çok
iyi analiz edebilme meziyetine sahiptir. Çabuk sinirlenir, istediği gibi olsun
ister her şeyi. Bunda titizliğinin de payı büyük tabiî ki…
Meselâ dergi paketleme işleminde dergilerin sırtları aynı
tarafta olmayacak, Kültür Ajanda ön tarafta, arka tarafta da Haber Ajanda’nın
reklâmı olacak. İyi paketlenecek, ağızları güzelce istiflenecek. Burada bile
işine verdiği önemi görebiliyoruz. Keşke herkes onun kadar işini önemseyip
ciddiye alsa baştan sona!
Babam evine bağlı birisidir. Onun için ev, en önce gelir.
Ailesi, çocukları vazgeçilmezdir. Tam bir aile babası! Bu zamana kadar ne
yaptıysa, ne için uğraşıp çabaladıysa, sırf ailesi ve bizim içindir. Ben veya
kardeşlerimin, çocukluğumuzda ya da şu an, ‘Bundan mahrum kaldık, şuna hiç
sahip olamadık’ diyebileceğimiz hiçbir şey yok. Çok paramız olduğu zaman da
aynı harçlığı alırdık, az olduğunda da. Bu bize hiç yansımadı.
Bir gün babama sormuştum: ‘Baba, Allah’a şükür, paramız
var, kimseye muhtaç değiliz, neden biraz daha fazla para vermiyorsun?’ O zaman
demişti ki, ‘Az parayla idare etmeyi öğrenin. Belli mi olur, gün gelir, yokluk
çekeriz; o zaman o hayat size zor gelir. Yokluğu bilirseniz, paranın kıymetini
bilirsiniz’. Belki de hayatım boyunca bendeki tutumlu olma alışkanlığı babamın
bu sözleri sayesinde oldu. Babamın bize en çok söylediği sevdiği sözlerden
birisi de, ‘Şer görünür, hayır çıkar; hayır görünür, şer çıkar’ sözüdür.
Babamın sözünün ne kadar önemli olduğunu çok defa yaşarken gördüm. Ne zaman
babamı dinlemezsem işim rast gitmez. Dinlediğimdeyse hep başarılı, güzel şeyler
ortaya çıkar.
Böyle bir sürü şey var. Biz, bize düşkün olan bir babaya
sahibiz; bunu dışarıda başka kişilerin babalarına bakınca daha iyi anlıyor
insan. Allah başımızdan onu eksik etmesin, sağlık ve güzel bir ömür nasip etsin!”
Haydar Alp’in bu güzel duâsına ben de gönülden “Âmin!”
diyorum.
Bir Hilâl doğuyor…
Hemen ardından Hilâl teşrif ediyor dünyaya (1989).
Selim’in biricik kızı Hilâl’e babasını sorduğumda, “Babam
için hayatta önemli olan üç şey; eşi, evlâtları ve mesleğidir. Babamın hep
güzel hayâlleri olmuştur ve bunları hep gerçekleştirmeye çalışmıştır. Bana
bunlar hep imkânsızmış gibi gelirdi. Ama benim babam hayâllerini hep
gerçekleştirdi. Biz daha hayatta yokken başlamış bu hayâllerini gerçekleştirmeye.
Annemle evlenmesi, sonra üç evlâdına mükemmel bir baba olması ve son olarak da
hayâlindeki dergileri çıkarması olmuştur. Daha tabiî ki gerçekleştirmek istediği
hayâller var. Rabbimin izniyle, onlar da inşallah gerçekleşecek. Bu zamana
kadar mesleğine bu kadar bağlılığını, sevgisini anlayamamıştım. Büyüdükçe
anlıyorum babamın mesleğine olan sevgisini. Çok özel, güzel yazar arkadaşları,
ağabeyleri ve kardeşleri var; çok güzel iki dergimiz var. Etrafıma bakıyorum da,
mesleğini bu kadar canla, aşkla yapan insan sayısı çok azdır. Babamın sevgisi
sonsuzdur. Ne kadar çok sinirliymiş gibi görünse de yüreği yumuşacıktır. Bize,
ailesine, Ajanda Ailesi’ne verdiği değer bambaşkadır!” diyor…
(Devam edecek…)