Yüreği nasır tutmuş bir adam: Yavuz Selim (2)

“Çocuklar, ‘Baba, 100’üncü sayıyı görecek miyiz?’ diye şakalaşırdı. Yavuz Bey de ‘Allah izin verirse göreceğiz inşallah’ derdi. Gülerdik. Dergi hazırlanır, baskıya verilir, matbaadan eve gelir, Yavuz Bey her sayı çıktığında aynı heyecanla paketleri hızlı hızlı açar, dergiyi eline alır, okşar. O an, görülmeye değer en güzel andır. Sanırsınız, kucağına yeni doğan bir bebeği vermişler. Yüzündeki ifade aynen odur. Haydar’ı, Hilâl’i, Eren’i ilk kucağına aldığı anki ifadenin aynısı…”

Genç bir idealist

“ORTAOKUL yıllarında okumaları biraz daha ciddileşiyor” diyeceğim ama olmayacak. Zaten ciddi okumalar yapan bir çocukken buraya ne tür bir tanımlama getireceğimi bilememenin şaşkınlığını yaşıyorum. Ve ancak sonunda, dimdik bir ünlem koyacağım şu cümleyi yazıyorum: “Yavuz Selim, 13-14 yaşlarında siyâsî düşünce refleksini geliştirici okumalara yöneliyor!”

Kars’ta küçük bir alana sıkıştırılmış, solcuların baskısının keskin olduğu ülkücü abileriyle tanışıp hemhâl olmaya başlıyor. O abileri ona Türk-İslâm birliğini anlatan kitaplar veriyorlar. Ve böylece ilk siyâsî rol modellerini kitap sayfalarında buluyor Yavuz Selim.

Tevekkeli değil, kimi zaman onun inanmışlığına, İslâm ve ümmet kavramlarının dilinde ve fiillerindeki yansımalarına baktığınızda bir roman kahramanını izler gibi oluyor insan…

Bugün bile o ideal kahraman duruşuna biz şahit oluyorken, o henüz 13-14 yaşlarındayken, bir arkadaşıyla birlikte, komünist öğrenciler tarafından hazırlanan okul gazetesindeki yazıları, akşamdan hazırladıkları Necip Fazıl, Mehmet Akif, Yahya Kemal gibi millî şairlerimizin şiirlerini okula erkenden giderek değiştiriyorlar. Bu sebeple gün geçmiyor ki, kendilerinden büyük komünist çocuklardan dayak yemesinler.

Yaşıtlarından çok değişik ve çok farklı olan bu yeşil gözlü çocuk, geceleri yaşının küçüklüğüne aldırmadan sokağa çıkıp duvarlara sloganlar yazıyor. Ülkücü abilerinin ondan yazmasını istediği klişe cümleler var. Fakat Selim, o beklenen cümleler yerine hep şu sloganı kayda geçiyor küçük ellerine aldığı büyük fırçalarla ve renkli boyalarla duvarlara: “Kanımız aksa da zafer İslâm’ın olacak!”

Ülkücü abilerinin keskin bakışları arasında “Neden bizim söylediğimizi yazmadın?” sorusuna gayet emin bir cevabı oluyor Selim’in: “Ben bunu yazmak istiyorum, çünkü bu cümleyi çok seviyorum.”

O, henüz gençlik yıllarına adım atmadığı çocuk yıllarında bile kendinden emin bir kararlılıkla yol alır.

Paraya hiç ihtiyacı olmadığı hâlde, babasının yaptığı ayakkabı boya sandığı ile boyacılık yapar Selim. Çekirdek, çiklet satar. Neden böyle şeyler yaptığını sorsanız, “Eğlenceli ve işe yarar bir şeylerdi” der. Erken büyümüş bir çocuktur ve kocaman bir adam kalbi vardır göğsünde. Sorumluluk bilinci gelişmiş, tecrübe eğitimini kendi belirlemiş bir küçük adam...

“Ya git, ya öl!” tehdidi

Yıl 1979’dur ve pek çoğumuzun ihtimâl veremeyeceği bir gerçeğin tam içindedir Yavuz Selim. Yaşadığı şehrin Sol görüşlü ahalisi tarafından “sürgün” yemiş bir çocuktur o artık. Makbule ablasının eşi Bahattin eniştesi, artık komünistlerin yaptığı baskıya karşı onu koruyamayacaktır. Çünkü kendisi de sol görüşlü fakat dürüst bir adamdır. Mesaj, Bahattin enişte ile gönderilir Yavuz Selim’in babasına: “Ya bu şehri terk edecek yahut Yavuz öldürülecek! Üç gün müsaade size!”

Bu ihtar yetmezmiş gibi, dört katlı, “Sarı Köşk” unvanlı, mahallenin o vakitler en güzel evi Yavuz Selim’in ailesine aittir ve kurşunlanmıştır. Duvarlarında tehdit sloganları yazılmıştır. “Gitmekten” diyemeyeceğim, ailesi tarafından korumak için gönderilmesinden başka çare kalmamıştır.

Bir arkadaşı vardır Selim’in kendisi gibi erken yaşlarda; hak, hukuk, dâvâ, ülkü, ümmet, kavramlarını ezber ettiği bir küçük çocuk... Onun da yazgısına sürgün düşmüştür ve ikisine de artık Kars’tan yol görünmüştür.

“Bu iki küçük çocuk” mu desem, “Boyları, yaşları, küçük kalpleri kocaman taze delikanlılar” mı desem bilemediğim ortaokul mezunu iki çocuk, bir şehirden sürgün olmanın istisnai hatırasını doldurup hafızalarına, düşerler yola. İlk durağı Ankara olur Selim’in. Abisi Mehmet Selim gözetimindedir. “Sarı Köşk, anneciği, babacığı, annesi kadar canına can katan Makbule ablası, onu kayırıp kollayan Bahattin eniştesi”, ardında kalır. Yüksünmez, söylenmez, keşke biriktirmez bu ilginç tecrübeyi yaşadığına dair…

Evet, o, “Ya git, ya öl!” tehdidine maruz kalmış ve kimi varsa ardında bırakıp ilk gurbetine çıkmıştır. İşte hayatındaki ilk tembihi de o vakitler almıştır: “Sessiz, suskun, göze batmayan bir lise öğrencisi olacaktır”.

Henüz 80 İhtilâli olmamıştır. Selim derslerini çalışan sıradan bir öğrenci olma gayretiyle okuluna devam eder. Çok çalışmalıdır. Çünkü ihtilâl öncesi Kars’ta ortaokulda ders değil, siyâsî olayların pratiğine şahit olmuştur. Ankara’da yazıldığı lise ise, eğitimi hayli iyi olan Kurtuluş Lisesi’dir. Öyle yapar. Fakat fiilen sükûnet hâlinde olsa da Selim, zihni “kelimelerin” ustaca kullanımı ile zamana meydan okuyacak bir hareketliliktedir. Tarih ve edebiyat derslerinde sınav sorularına verdiği cevaplar, kompozisyon derslerinde hazırladığı metinlerde yaptığı tahlillerle dikkatleri üzerine çeker.    

Tarih hocası, sağ görüşlü bir ülkücüdür. Ayvaz Gökdemir’in kardeşi… Edebiyat hocası ise dürüst bir solcudur Selim’e göre. Her ikisi de ağabeyini okula çağırırlar ve Yavuz Selim hakkında şu kanaatlerini Mehmet ağabeyine bildirirler: “Bugüne kadar, tarih ve edebiyatta böyle derin ve tutarlı tahlil yapabilen bir öğrencimiz olmadı.”

O yılı Kars’ta iyi bir eğitim görmemiş olmasına rağmen teşekkür belgesi alarak tamamlar Selim.

Sıkılır bu sessizlikten. O yıl Ankara Cebeci Ülkü Ocakları’na gidip gelmeye başlar. Biraz daha şekillenir siyâsî duruşu. Ve o yılın Eylül ayında ihtilâl olur. Hemen sonrasında Bursa’ya gider Selim. Henüz 16 yaşındadır ve kaderin rüzgârında savrulurken rüzgâr olmayı, esince savurmayı öğreneceği yaşlardadır.

Dilini kaybeden, dinini kaybetmeye mahkûmdur!

Artık sağ-sol kavgaları son bulmuştur. Okullarda sinsi bir asayiş berkemâldir. Silahların gölgesi kalkmıştır eğitim gören öğrencilerin üzerinden. Fakat daha nitelikli ve kayda değer bir kavgası vardır şuurlu gençlerin. Siyâsî tercihlerini kullanılan kelimeler üzerinden belirleyen ve doğru olanın izini sürmeye gayret eden taraftadır Selim. “Uydurukçaya hayır, yaşayan Türkçeye devam!” diyenlerdendir. Olasılık da ne “ihtimâl” demek varken? “İmkân” dururken olanak demenin âlemi neymiş? Hayatmış tercih edilen, yaşam değil! Hâlâ bu hassasiyetinin şahidi olduğuma dair yüzünüze küçük bir tebessüm yerleştirecek şu minik espriyi aktarabilirim:

Ajanda Grup Başkanı, “Haber Ajanda”, “Kültür Ajanda” dergilerinin ve “Haber Ajanda NET” sitesinin imtiyaz sahibi Yavuz Selim ile Genel Yayın Yönetmenliğini yapıyor olmanın gerekçesi ile sık sık yazışmak zorunda kalıyorum. Bu bazen e-posta üzerinden, bazen mesaj yoluyla ve bazen de Facebook gibi sosyal medya üzerinden gerçekleşiyor. Yavuz Hoca eğer bana bakılması acil olan bir dosya göndermişse, yukarıda saydığım ortamların birinden aynen şu ifadelerle dosyaya bakmamı sağlıyor: “Nesrin, emeiline(!) acil bir dosya gönderdim!”

Yahut: “Nesrin, derginin kapağını gönderiyorum, bir an önce feyste(!) paylaşalım!”

Bu tür cümleleri beni her defasında gülümsetiyor. Hatta söz buraya gelmişken, kendisine itiraf etmediğim bir şeyi de söylemeden geçemeyeceğim: Bu tür ifadelerinin, üzerimde hissettiğim “acil” kodlu iş baskısını hafifleten bir gerekçeye dönüştürdüğü için kendisine teşekkür ediyorum.

Evet, gösterilmesi gereken önemli bir hassasiyettir bu; zira dilini teslim eden, dini de teslim eder! Dilini kaybeden, dinini de kaybetmeye mahkûmdur!

İşte dil üzerinden kurulmuş, üstü örtülü çekişmeleriyle, nitelikli mücadelesiyle, tarih hocasının olumsuz tepkilerine maruz kalırken, Ali Şaydan isimli edebiyat hocasının dikkatini çeker Selim. Hocası ona Nihal Atsız’ın “Ruh Adam”, “Bozkurtların Ölümü” ve “Bozkurtların Dirilişi” isimli kitaplarını verir. Yine o dönemde okur Tağrık Buğra’nın, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın tüm eserlerini. Ruh Adam’ın “Selim” isimli kahramanı, Tanpınar’ın Mümtaz’ı hayatının içine iniverir. Genç yaşının rol modellerini oluşturur okuduğu kitapların kahramanları.

Müstear isimli genç bir yazar

Aynı zamanda denemeler yazar, günlük tutmaya lise sona kadar devam eder. “Dede ve Nasihat” isimli bir öyküsü, okulunda birincilik ödülü alır ve Kayseri’de neşredilen Erciyes dergisinde yayımlanır. Siyâsî yazılarını ise Yeni Düşünce dergisine “Kürşat Bozkurt” imzası ile gönderir. Yıllar sonra dergiye uğradığında, Yavuz Selim’i bilen kimse yoktur ve Kürşat Bozkurt, Yeni Düşünce dergisinin yazarlarındandır. O genç yaşlarında bile “saklı adam” olarak kalmaya meraklıdır.

Yıl, 1983’tür. Lise yılları geride kalmış, üniversite yılları başlamıştır. Yavuz Selim’i Ankara’ya çeken bir his, etkili biçimde içinde dolaşmaktadır. Tercihleri arasında Ankara Üniversitesi, Dil Tarih Coğrafya Fakültesi, Edebiyat Bölümü vardır. Kazanır. Fakat kendi ifadesi ile ilk üç ay sonrasında kendini “duvara toslamış gibi” hisseder. Büyük bir hayâl kırıklığı yaşamaktadır. Çocuk yaşında sürgün edilişinde bile yaşamadığı bir şaşkınlığın içindedir. Çünkü edebiyat adına beklentilerinin çok gerisinde olan bir müfredat vardır okulunda. Tam burada bu hayâl kırıklığına dair ben kendi fikrimi söylemeden geçemeyeceğim. İlkokul dördüncü sınıftan lise sona kadar “baba” kitaplar ve üç dört gazete okuyunca, 11-12 dergiyi takip edip yazınca bu şaşkınlığın mesuliyetini sisteme yüklemek haksızlık olur doğrusu. Yavuz Selim’in erken okumalarının kendi dünyasında yarattığı hezeyandır bu bence. Ve Selim’in üst aklının, sıra dışı şekillenişinin ispatıdır.

Öyle yahut böyle... Çok sıkılır Selim. Derslere girmez, vize ve finalleri zar zor verir. Son sınıfa geldiğinde aktif, hareketli ve başına buyruk, aşkın bir öğrenci olarak ün salmıştır. Bir gazetede muhabir olarak görev yapıyordur. Yani çocuk yaşlarında olduğu gibi yine hem okuyor, hem harçlığını kazanıyordur. Şimdi dikkat kesiliniz; size abartı gibi gelebilir ama Selim, üniversite yıllarında 33 dergiyi gözlemi altında tutar. Zamanla azalsa da takip ettiği dergilerin sayısı 10’un altına düşmez.

Resmedilmiş bir sevda

Aşkın bir enerjisi, sıra dışı tercihleri ve erken gelişmiş bir kimliğe sahiptir Yavuz Selim. Gazeteci olacaktır. Edebiyatçı değil. Kararı kesindir. Ve ömrünün en büyük “keşke”si üniversitede edebiyat okumuş olmasına aittir. “Yazık ve kaybedilmiş zamanlarımdı!” diye belirtmekten de hiç imtina etmemektedir. Fakat Ankara’da o fakültede okumasının kader nezdinde farklı bir gerekçeyi barındırdığını belirtir. Çünkü şu anda 33 yılı doldurduğu evliliğinde hayat arkadaşı da aynı üniversiteden mezundur ve belki de o üniversitede okumasının yazgısında isminin yanına eş olarak Müzeyyen Hanım’ın isminin yazılmasından başka gerekçesi de yoktur.

Aynı okulda öğrenci oldukları dönemde tanışırlar Müzeyyen Hanım’la. Bir otobüs terminalinde görmüştür ilk kez onu. Başını cama yaslamış, uzaklara giden bir portredir Müzeyyen Hanım Yavuz Selim’in gözünde. Henüz tanışmıyorlardır. Etkilenmiştir bu anlık, bu kısacık enstantaneden Selim. Terminalden ayrıldıktan sonra evine döner ve bir öykü kaleme alır. Arkadaşına bu öyküyü okuduğunda güzel bir gelişme gerçekleşir. Çünkü arkadaşı, söz konusu enstantaneyi karakalemle resmeder ve bu çalışma bir dergide çizilen resim ile birlikte yayımlanır. Böyle başlar uzun yıllar yan yana kat edilecek hayat yolculuğunun ilk adımı.

Ve Yavuz Selim, 1987’nin Mart ayında açılır Müzeyyen Hanım’a. Direkt evlilik teklifi yapmıştır. Geçmişi eskidir aslında hislerinin. Selim’in Müzeyyen Hanım’dan etkilendiği ilk ânı anlatan öyküsü, 1984 yılının Mart ayının Bizim Ocak dergisinde yayımlanmıştır. Dört uzun gün düşünür Müzeyyen Hanım ve kararını verir: “Evet!”

20 Aralık 1987’de evlenirler.

İsmi ile müsemma bir adam

Yıllar sonra, bugün Müzeyyen Hanım’a Yavuz Selim sorulduğunda, “Yavuz Bey hayatının merkezinde olduğumuzu her zaman hissettirdi. Sevgi ve ilgiden hiç mahrum olmadık, Allah’a şükürler olsun. Yavuz Bey, ismiyle müsemma biri. Çok güçlü ve çetin bir karakteri var. Bunu, onu tanıyan herkes bilir. İlk başlarda sert tavırlarından rahatsız olan herkes, daha sonra onun sevdiklerini ve dostlarını nasıl sahiplendiğini görünce onu sevmeye ve ona güvenmeye başlar. Belki de Haber Ajanda dergisini kurup 100’den fazla yazarı gönüllü olarak bu derginin etrafında toplamasının ana sebebi budur” diye anlatıyor.

Peki, “Haber Ajanda ve Kültür Ajanda dergileri?” diye sorunca ise, “Çocuklar, ‘Baba, 100’üncü sayıyı görecek miyiz?’ diye şakalaşırdı. Yavuz Bey de ‘Allah izin verirse göreceğiz inşallah’ derdi. Gülerdik. Dergi hazırlanır, baskıya verilir, matbaadan eve gelir, Yavuz Bey her sayı çıktığında aynı heyecanla paketleri hızlı hızlı açar, dergiyi eline alır, okşar, koklardı. O an, görülmeye değer en güzel andır. Sanırsınız, kucağına yeni doğan bir bebeği vermişler. Yüzündeki ifade aynen odur. Haydar’ı, Hilâl’i, Eren’i ilk kucağına aldığı anki ifadenin aynısı… Bu dergiler Yavuz Bey’in 4 ve 5’inci çocuklarıdır. O bizden çok şey beklemedi. ‘Sadece yanımda olun, bana güç verin, duâ edin’ dedi. En büyük yükü o üstlendi. Allah emeklerini boşa çıkarmasın, çocuklarım ve ben onunla gurur duyuyoruz” diyor.

Müzeyyen Hanım’ın küçük bir sitemi var aynı zamanda. Sitemini zarif ve hassas bir soru ile ulaştırıyor bizlere: “Güzel işler yapan insanların sağlığında kıymetleri bilinse, takdir edilseler çok mu?”

Müzeyyen Hanım ve Yavuz Selim, üç güzel evlâda sahip oluyorlar. Önce ilk oğulları geliyor dünyaya (1988). Hani ilk bölümde bahsini ettiğim “sözünde durma” ve “ahde vefa” erdemlerinin vuku buluşuna hayat şahitlik ediyor. Çünkü Selim, erkek doğan ilk yavrusunun adını annesine 10 yaşındayken verdiği sözü unutmayarak tutuyor ve oğlunun adını “Haydar Alp” koyuyor!

Bu çalışmayı yapma hazırlıklarındayken, diğer kardeşlerden daha fazla zaman geçirme imkânına sahip olduğum Haydar Alp’ten yardım istiyorum. Öyle heyecanlı ve öyle duygusal karşılıyor ki isteğimi, hiç vakit kaybetmeden bilgi aktarımına başlıyor. Telefon görüşmemizde peşi sıra anlattığı pek çok hatırasının hepsini aktaramayacağım için üzgünüm.

Yavuz Selim, Haydar Alp’in babası ama aynı zamanda beni vuruş sayısı ile sınırlayan, sayfaları etkili ve yetkili kullanmayı öğreten Ajanda Yönetim Kurulu Başkanım(!). (İtiraf ediyorum, iş paylaşımı yaptığım, emir komuta zinciri kurduğum bir başkandan çok dost bildiğim güzel bir insandır Yavuz Selim benim için.)

Güzel evlâdın güzel babaya güzel duâsı

İşte bu açıdan bakınca, Haydar Alp’in kısaltmaya kıyamadığım anekdotlarını sizlerle paylaşacağım. Fakat uzun hatıralarını bir başka çalışmada değerlendirmek üzere sakladığımı da bilmesini istiyorum. Şöyle anlatıyor Haydar Alp babasını:

“Babamın en önemli özelliklerinden biri, azimli ve kararlı olmasıdır. Dergi serüveni ve daha öncesinde başarısızlığı asla kabul etmeyen yapısıyla bize, verdiğimiz kararların arkasında durup sonuna kadar mücadele etmeyi öğretti.

Sabırlı olmanın bir erdem olduğunu yine ben babamdan öğrendim. ‘İstediğin bir şey varsa sabredeceksin, bekleyeceksin, zamanı geldiğinde hayırlısıysa senin için olur zaten’ der her zaman. Yaşadığı tecrübelerden olsun, ileriyi görme yeteneğinden olsun, olayları ve kişileri çok iyi analiz edebilme meziyetine sahiptir. Çabuk sinirlenir, istediği gibi olsun ister her şeyi. Bunda titizliğinin de payı büyük tabiî ki…

Meselâ dergi paketleme işleminde dergilerin sırtları aynı tarafta olmayacak, Kültür Ajanda ön tarafta, arka tarafta da Haber Ajanda’nın reklâmı olacak. İyi paketlenecek, ağızları güzelce istiflenecek. Burada bile işine verdiği önemi görebiliyoruz. Keşke herkes onun kadar işini önemseyip ciddiye alsa baştan sona!

Babam evine bağlı birisidir. Onun için ev, en önce gelir. Ailesi, çocukları vazgeçilmezdir. Tam bir aile babası! Bu zamana kadar ne yaptıysa, ne için uğraşıp çabaladıysa, sırf ailesi ve bizim içindir. Ben veya kardeşlerimin, çocukluğumuzda ya da şu an, ‘Bundan mahrum kaldık, şuna hiç sahip olamadık’ diyebileceğimiz hiçbir şey yok. Çok paramız olduğu zaman da aynı harçlığı alırdık, az olduğunda da. Bu bize hiç yansımadı.

Bir gün babama sormuştum: ‘Baba, Allah’a şükür, paramız var, kimseye muhtaç değiliz, neden biraz daha fazla para vermiyorsun?’ O zaman demişti ki, ‘Az parayla idare etmeyi öğrenin. Belli mi olur, gün gelir, yokluk çekeriz; o zaman o hayat size zor gelir. Yokluğu bilirseniz, paranın kıymetini bilirsiniz’. Belki de hayatım boyunca bendeki tutumlu olma alışkanlığı babamın bu sözleri sayesinde oldu. Babamın bize en çok söylediği sevdiği sözlerden birisi de, ‘Şer görünür, hayır çıkar; hayır görünür, şer çıkar’ sözüdür. Babamın sözünün ne kadar önemli olduğunu çok defa yaşarken gördüm. Ne zaman babamı dinlemezsem işim rast gitmez. Dinlediğimdeyse hep başarılı, güzel şeyler ortaya çıkar.

Böyle bir sürü şey var. Biz, bize düşkün olan bir babaya sahibiz; bunu dışarıda başka kişilerin babalarına bakınca daha iyi anlıyor insan. Allah başımızdan onu eksik etmesin, sağlık ve güzel bir ömür nasip etsin!”

Haydar Alp’in bu güzel duâsına ben de gönülden “Âmin!” diyorum.

Bir Hilâl doğuyor…

Hemen ardından Hilâl teşrif ediyor dünyaya (1989).

Selim’in biricik kızı Hilâl’e babasını sorduğumda, “Babam için hayatta önemli olan üç şey; eşi, evlâtları ve mesleğidir. Babamın hep güzel hayâlleri olmuştur ve bunları hep gerçekleştirmeye çalışmıştır. Bana bunlar hep imkânsızmış gibi gelirdi. Ama benim babam hayâllerini hep gerçekleştirdi. Biz daha hayatta yokken başlamış bu hayâllerini gerçekleştirmeye. Annemle evlenmesi, sonra üç evlâdına mükemmel bir baba olması ve son olarak da hayâlindeki dergileri çıkarması olmuştur. Daha tabiî ki gerçekleştirmek istediği hayâller var. Rabbimin izniyle, onlar da inşallah gerçekleşecek. Bu zamana kadar mesleğine bu kadar bağlılığını, sevgisini anlayamamıştım. Büyüdükçe anlıyorum babamın mesleğine olan sevgisini. Çok özel, güzel yazar arkadaşları, ağabeyleri ve kardeşleri var; çok güzel iki dergimiz var. Etrafıma bakıyorum da, mesleğini bu kadar canla, aşkla yapan insan sayısı çok azdır. Babamın sevgisi sonsuzdur. Ne kadar çok sinirliymiş gibi görünse de yüreği yumuşacıktır. Bize, ailesine, Ajanda Ailesi’ne verdiği değer bambaşkadır!” diyor…

(Devam edecek…)