“YÛNUS Emre”
denilince akan sular durur. Akan sular durur, çünkü Yûnus başlar çağlamaya. Kuşların
gözü, çiçeklerin kulağı ondadır. Dünyaya meyletmez Yûnus. Dünyayı aradan çıkarmıştır
o. Kabre vardığı gece hâlinin nice olacağını düşünen ve ömrünü bu tefekkür
üzerine bina eden adamdır Yûnus. “Canlar Canını” bulup canını yağma eder. Kovan
yağmalanmış ne çıkar “Ballar Balını” bulduktan sonra!
Yûnus’u anlatmak
zannedildiği kadar kolay değildir. O Türkmen kocasından bahsederken siz de Yûnusça
bir sevdâya tutulursunuz. Necip Fazıl Kısakürek tercüman olur hislerinize: “Kaç
mevsim bekleyim daha kapında/ Ayağımda zincir, boynumda kement/ Beni de
piştiğin belâ kabında/ O kadar kaynat ki buhara benzet…”
Şairlerin izini sürdükleri
bir ulu deryadır Yûnus, koca bir ummandır o.
“Damdan düşenin hâlini
damdan düşen bilir” demiş Anadolu insanı, Yûnus Emre’yi en iyi kim anlatabilir?
Yine bir şair. Şiirimizin ve düşünce dünyamızın üstatlarından Sezai Karakoç,
yıllar önce Yûnus Emre’yi anlatan bir kitap yazmış. Günümüze kadar şimdilik
dokuz baskı yapan bu kitap, Yûnus’un sadece şair yönünü anlatmakla kalmamış, Yûnus
Emre’nin inkılâpçı yönünü de ortaya koymuş.
Yûnus Emre, “kıldan ince,
kılıçtan keskin” olan sırat köprüsünün üzerine himmet tuğlaları ve söz harcıyla
muhteşem binalar ören nâdir bahtiyarlardandır. Yûnus’u anladığımız ölçüde “bu
dünya cehennemini sekiz uçmak” edeceğimiz günlere yaklaşmış oluruz.
Anadolu’daki şah horoz sesi
Milâdî 13’üncü asır için,
“Anadolu’nun rûhî, siyâs3i ve sosyal bakımdan yeni bir mayalanma döneminin
başlangıcıdır”[i] der Sezai Karakoç. “İlkin
batıdan gelen ve aralıklarla birkaç yüz yıl süren Haçlı, sonra doğudan gelen
Moğol akını Anadolu’yu ve Anadolu insanının kafasını, yüreğini allak bullak
etmiştir… Selçuk ruhu canlıydı… Anadolu Selçuk kartalının kanatları altında bir
güvercin yuvasıydı sanki…”[ii]
Haçlı seferleri ve Moğol
akınlarıyla yakılıp yıkılan Anadolu, yeni bir şafağın sancısını çekiyordu. Bu
kutlu şafak bilgelerle, âlimlerle, velîlerle, gazîlerle gelecekti. Sezai
Karakoç’un ifadesiyle “bir bahar yeşilliği” her köşeden görülmeye başlanmıştı.
Bahar gelir de şairler susarlar mı? İşte Yûnus’un sesi böylesi bir baharda
duyulur! Onun için Sezai Karakoç, “Yûnus, taptâze ve şah bir horoz sesinden
başka bir şey değildir”[iii] der
kitabında ve devam eder Yûnus’u anlatmaya: “Yûnus, çağının şartları gereği,
Anadolu-İslâm hareketini dünya karşısına çıkarma ödeviyle yüklenmiş Asya
kökenli Müslüman Türklerin bir şairi olduğunun tam şuurunda olarak, hiçbir dar
ekolün adamı değildir. O, sadece ve derin anlamda bir İslâm şairi olduğunu
bilmektedir…”[iv]
Sezai Karakoç, Yûnus’u,
yaşadığı çağı, çağdaşı olan gönül adamlarını, Yûnus’un poetikasını, ilk çırpıda
kendi derdinden bahsettiği izlenimi vermesine rağmen Yûnus’un çağın ve bütün
insanlığın doğum sancılarını çektiğini, insanların gözü önünde duran “ölüm”
gerçeğini şiirlerinde çok güzel bir şekilde anlattığını vurguluyor kitapta. Yûnus’u
çağımız insanına tanıtan, O’nun mesajını günümüze taşıyan taptaze bir kitap
Sezai Karakoç’un “Yûnus Emre”si… Kısacası, Sezai Karakoç’un kaleminden
“masalların gerisindeki” gerçeği öğrenmek isteyenler, “ağu ile pişmiş aşı”
yemeğe talip olacaklar demektir.
Biz hâlâ buğday
kaygusundayız Yûnus!
Sen bizi çileli bir yola
çağırdın. “Menzili ırak bu yolun, bu yola kim varası/ Müşkülü çok bu yolun,
bunu kim başarası?” diye seslendin bize. Biz senin pişirdiğin ağulu aşı
yiyemedik, dervişlik hırkasın’ giyemedik. Dünya çelmesin’ taktı, biz ona
Hazreti Ali gibi “Git! Kandırmak için kendine başkasını bul” diyemedik. Hâlimizi
senin izinden yürüyenlerden olduğuna inandığımız Arif Nihat Asya ne güzel
özetliyor “Buğday” başlıklı yazısında:
“Bir kıtlık yılında Hacı
Bektaş kapısına alıç götürmüş, buğday istemişsin… Seni üç gün ağırladıktan
sonra, içeriden haber getirmişler: ‘Buğday mı diler, Erenler himmet mi?’
‘Buğday…’
Yine haber getirmişler: ‘O
alıcın her tanesine nefes edeyim ve çekirdekler sayısınca himmet eyleyeyim!’
Sen bir türlü buğdaydan
geçmemişsin… Fakat yükünle, Erenler kapısından ayrılınca uyanmış, ‘Nittim ben?’
diyerek koşa koşa himmete dönmesini bilmişsin… Bizse hâlâ buğday kaygusundayız Yûnus!”
Ah şu buğday kaygusu! Bu
kaygıdan bir kurtulabilsek, yükümüzü bir atabilsek… Ağırlıklarımızdan sıyrılıp
kanatlanabilsek Yûnus gibi… O bağrı yanık Anadolu Türkmen’ini hayatımıza
çağırsak yeniden… Yüzü ak, gönlü pâk insanlar olabilsek… Gönüllere bir çıngı
düşürebilsek soylu sevdâ ateşinden… Sözü yeniden Yûnus Emrelere verebilsek, hayatımız
nasıl da güzelleşirdi!