Yûnus Emre’nin Risâletü’n- Nushiyyesi’nin dibâcesinde kısa bir gezinti

“Toprak ve su ile gelenler Cennet’te olanlar, ateş ve rüzgârla gelenler Cehennem’de kalanlar, canla gelenler de Hakk’ın hu¬zurunda nura gark olanlardır. Bil bakalım, hangi bölüktensin? Hangisinin sözünü tutar¬san, o bölüktensin. Doğrusunu Allah bilir.”

Evvelimiz budur: Bir meclis kurulur ve Hazreti Âdem yaratılır

YÛNUS Emre, Risâletü’n-Nushiyye’nin önsöz niteliği taşıyan giriş kısmında önce, eserinde konu olarak işleyeceği insanın yaratılışı üzerinde durur. Yûnus, insanın yaratılışını Kur’ânî bir bakış açısıyla ele alır. Kur’ân-ı Kerim’de insanın yaratılışına işaret eden ayetlerde onun bir süreç içerisinde yaratıldığı vurgulanır.

“Şüphesiz Biz onları yapışkan bir çamurdan yarattık.” (Saffât, 11)

“Andolsun, Biz insanı çamurdan süzülmüş bir özden yarattık.” (Müminin, 12)

Andolsun, Biz insanı kuru ve değişime uğramış bir çamurdan yarattık.” (Hicr, 26)

“Allah insanı ateşte pişmiş gibi kuru bir çamurdan yarattı.” (Rahmân, 14)

Yûnus Emre, Risâletü’n-Nushiyye’de insanın yaratılışı üzerine olan giriş beyitlerini yukarıda verdiğimiz ayetlerden yaptığı çıkarıma göre kurar. Yûnus, bu beyitlerde bir yaratılış meclisi kurgular ve bizi ilk ceddimiz olan Hazreti Âdem’in yaratılış anına götürür. Yûnus’un elindeki bilgilere göre kurguladığı bu mecliste insanın yaratılışı şöyle başlar:

“Cismimize isim oldu Âdem”

İnsan Cenab-ı Allah’ın hikmetinin bir eseri olarak yaratılmıştır. Yûnus buradaki hikmeti, Cenab-ı Hakk’ın incelik ve sırlarını herkesin bilemeyeceği yaratma bilgisi anlamında kullanmıştır. Buna göre Hakk’ın hikmeti varlığın dört temel unsuru olan ateş, su, toprak ve rüzgâra insanın yaratılışında hazır olmaları için buyruk verir. Bu mesut yaratılış meclisinde Cenab-ı Hakk da bütün heybetiyle hazırdır. Önce toprağı alıp “Bismillah” der ve toprakla suyu birlikte yoğurur. Bu işlemin ardından bu karışım bir cisme dönüşür: “Yaratıp toprakla sudan bir cisim,/ Verdi buna ‘Âdem’ diye bir isim.”  

Cenab-ı Hakk’ın toprakla sudan yaratıp “Âdem” ismini verdiği bu cismi Hakk’ın buyruğuyla rüzgâr gelip kurutur. Rüzgârın kuruttuğu bu toprak cismi ateş gelip pişirir ve bu süreç tamamlanınca da Allah’ın “Bu tene şimdi can girsin” diye buyurması üzerine can bedene girer ve bedenin karanlık evini Hakk’ın nuruyla aydınlatır. Beden canla aydınlanınca, canın kendisine can vermesine karşılık o da canın canına sevinç ve neşe verir. Böylelikle tenle can, yaratılış anından itibaren birbirlerinden hoşnut olurlar. Can tenin canına can, ten de canın canına mutluluk verir.

Bu emsalsiz yaratılışın farkında olan Âdem, dile gelerek Cenab-ı Hakk’a şükreder ve onun yaratmadaki kudretine hayran olur: “Şükür edip dedi ki, ‘Behey Rahmân/ Şaşılmaz bin benim gibi yaratsan’.”  

Toprağın bize getirdikleri

Yûnus, insanın mizaç ve doğasını onun yaratılışında etkin olan dört unsurun oluşturduğunu söyler. Buna göre insana topraktan şu dört nitelik geçmiştir: Tevekkül, sabır, güzel huy ve yücelik.

Toprak, kendisinden filizlenecek olan her türlü tohumu bünyesinde tutar ve onların filizlenmesi için sinesine düşecek yağmuru Allah’a havale eder. Bu, toprağın tevekkülüdür. Toprak acele etmez, her ürünün yetişmesi için gerekli zamanı sabırla bekler. Toprağın huyu daima güzeldir; bağrını yarsanız, yüzünü tırmalasanız da o sizi, Âşık Veysel’in dediği gibi, gül ile karşılar. Toprak işte bu huylarının sonucu olarak saygı görür, aziz tutulur ve yüceltilir: “Toprak ile geldi şu dört nitelik:/ Tevekkül, sabır, hoş huy ve yücelik.”

Suyun mizacımıza kattıkları

Şu dört hâl ise insana sudan geçmiştir: Temizlik, cömertlik, lütuf ve kavuşma.

Su temizdir ve kirlenen her şeyi temizlemek için koşar. Temiz oluşuna aldırmadan her türlü pisliği temizler. Bunu yaparken ne iğrenir, ne de temizlemekten kaçınır. O her şeyi yıkayıp arıtmak için çırpınır.

Su, talep edildiği her yere koşan ve bütün varlığını o yere bağışlayan bir cömertlik abidesidir. Üretmek, filizlendirmek ve yaşatmak için her şeyini vermeye hazır bir hâlde bekler. O emsalsiz bir lütuf ve bağış eseri olarak Hakk’ın “Hayy” İsminin bir tecellisi olarak hayat vermeye ve hayatlar bağışlamaya devam eden özel bir nimettir. Su, susuzlara doğru koşan ve onlara su iletmek için çırpınan bir varlıktır. Fuzulî’nin dediği gibi, “Başını taştan taşa vurarak” kendini isteyen ihtiyaç sahiplerine ve kendisinin istediği dostlara doğru akıp gider: “Suyla geldi bize dört türlü hâl:/ Temizlik, cömertlik, lütuf ve visâl.”

Rüzgârın nefsimize üfledikleri

İnsana rüzgârla beraber dört heves ve arzu gelmiştir. Bunlar; sabırsızlık, yalan, riya ve nefestir. Sabır bir erdem iken, sabırsızlık bir zayıflıktır. Sabırsız insan acele eder, sonucu beklemez, yel gibi yeler, tozup gider. Oysa insan murat ve maksadına acele ve sabırsızlıkla değil, sabırla ulaşır. Bir düşünelim; acı koruk sabırsızlık etse nasıl tatlı üzüm olur? Kekremsi kara erik acele etse nasıl güzel kokulu ve hoş sulu bir gıdaya dönüşür?

Yûnus, yalanın bizim tabiatımıza rüzgârla sindiğini söyler. Rüzgârın kar savurduğu gibi, her gün ağız dolusu yalan üfleyenler ne kötü insanlardır. Hak ve hakikatin sesi olmak yerine şeytan ve nefsin uşağı olarak yalana teslim olmak ne acı zillettir. Yalan hem bu dünyamızı, hem ahiretimizi berbat eden ve sonu azap olan ne feci bir ahlâk eksikliğidir: “Rüzgârla beraber geldi dört heves:/ Sabırsızlık, yalan, riya ve nefes.”

İnsanda yalanın çocuğu olan riya da rüzgârın eseridir. Riya nedir? İkiyüzlü davranmaktır. Kişinin yüzüne övgüler düzüp ardından çekiştirmek ve alay etmek ne çirkin bir huydur. Riyakâr insan, samimiyet ve güvenin içini boşaltan bir erdemsizdir. Zerre kadar çıkar için yaltaklanan ve köleleşen insan kadar kötüsü olabilir mi? Dışı gülücükler saçarken içinde zehirli iğneler saklayan birini görünce “İşte riyakâr ve ikiyüzlü budur” demez miyiz? Riya sahibi tam bir münafık değil de nedir? Ağzından gül suyu saçıp kalbinde katran kaynatan biri kadar tehlikeli pek az kimse vardır.

Yûnus, alıp verdiğimiz nefesin de doğamıza rüzgâr ile yerleştiğini söyler. Zaten nefesimize bakarsak onun rüzgârın çocuğu olduğunu anlamakta pek zorlanmayız. Nefesimizi beyhude yere tüketmek ve onu hayır söylemekten uzak tutmak, yapısındaki rüzgârdan dolayıdır.

Yûnus, ateşin bünyemize taşıdığı yakıcı felâketlerden biri olarak da kibri gösterir. Kibir, büyüklenmek ve kendi cinsini hor görmektir. Kibir sahibi, kendini beğenmiş hodbinin biridir.

Ateşin bizi nâra yaktıkları

Yûnus, bize ateş ile gelen nitelikleri ise “felâket” olarak niteler: “Ateş ile geldi dört tür felâket:/ Açgözlülük, şehvet, kibir ve haset.”

Evet, ateşin çocukları gerçekten de felâket ve afetin ta kendisidir. Bunlardan ilki açgözlülük yani hırstır. Hırs insanın kendi kanına aşermesidir aslında. Kendini yemesi, kendini tüketmesidir. Oysa hırs sahibi bu inceliği bilmediği için cihanı yemek istediğini ve cihanı yediğini sanmaktadır. Dipsiz bir kazanı suyla doldurmak nasıl mümkün değilse, haris ve açgözlü insanı doyurmak da öyle mümkün değildir. Hırsa kapılan kişi, kanaati kaybetmiş bir bedbahttır. Onun kanaatsizlikten obruk gibi açılan ağzı, bütün dünyayı yutsa yine doymaz ve cehennem gibi “Daha yok mu?” diye feryat eder.

Ateşin bir azgın çocuğu da şehvettir. Şehvet genelde dünyalık şeylere duyulan aşırı iştahtır. Mala duyulan iştah ve tamah şehvettir, makama duyulan iştah şehvettir, itibara duyulan iştah da şehvettir. Şehvetin özel anlamı ise karşı cinse duyulan azgın iştahtır. Bir kadınla yetinmeyen erkek ve bir erkekle yetinmeyen kadın, şehvetin esir ve oyuncağı olmuş insanın canlı timsalleridir.

Yûnus, ateşin bünyemize taşıdığı yakıcı felâketlerden biri olarak da kibri gösterir. Kibir, büyüklenmek ve kendi cinsini hor görmektir. Kibir sahibi, kendini beğenmiş hodbinin biridir. Aslında ruhunda taşıdığı aşağılık ve eziklik duygusunu insanlara yukarıdan bakarak örtmeye çalışan bir ruh hastasıdır kibirli kişi. Kabuğundan çıkanın kabuğunu beğenmemesi gibi, kibre teslim olmuş zavallı da kendi cinsini beğenmez. O çok büyük ve değerli, diğerleri ise ona bu olmayan değerden dolayı itibar etmesi gereken sıradan insanlardır. Kibirli, nefes almasını meziyet, yürüyüşünü zarafet, tavırlarını erdem ve varlığını asalet sanan bir kuruntulu ferttir. “Büyük dağları ben yarattım” edasıyla burnu bulut çizen bu tipler, büyüklenmeleri ölçüsünde kof, mağrurlanmaları ölçüsünde zelil tiplerdir.

Ateşin hepsi birbirinden şerli çocuklarından biri de hasettir. Haset, kıskançlığın onulmaz hâle geldiği bir ruh hastalığıdır. “Onda var, bende niye yok?” psikolojisiyle kendini harap eden bu tip, aslında cehennemi burada yaşayan bir tiptir. Haset o denli dikkat edilip sakınılması gereken bir kötü huydur ki Cenab-ı Allah Kur’ân-ı Kerim’de bizi “hasetçinin haset ettiği zamanın şerrinden” bizzat Kendisine sığınmaya çağırır. Bu buyruktan anlaşılıyor ki, insanın haset ile girdiği mücadelede Cenab-ı Allah’ın yardımına ihtiyacı vardır. Değilse, hasetle başa çıkması mümkün değildir.

Canın canımıza kattıkları

Yûnus, can nimetiyle gelen hasletleri, dört unsurun insanı iyi ile kötü arasında askıda koyan sabitesini yıkan hasletler olarak görür. Canla beraber bize fazladan dört önemli ahlâk daha gelmiş ve insan fıtratını iyinin ağır bastığı bir mizaca oturmuştur: “Canla çıkageldi şu dört özellik:/ Utanma, üstünlük, ahlâk ve birlik.”

Utanma, ar ve hayâ duygusudur. Hepsi birden gelip “edep” denen bir ahlâkı oluştururlar. Edep nedir? Edep, kişinin Yaratıcı karşısında hâddini bilmesidir. Bu hâd bilme kişinin azgınlıkları karşısında o kadar koruyucu bir zırhtır ki onu, nefsin elinde zebun olmaktan alıkoyar. Mevlâna, “Kur’ân’ı okudum, onu baştan başa edep olarak gördüm” der. Bu edepten kastı nedir? Kur’ân’ın içeriğinin, kulu hâddini bilmeye çağırması hususudur. Kul emir ve yasaklar arasında, helâl ve haram sınırlarında kalacak ki insanlıktan çıkmasın. Utanma, insanın Rabbine duyduğu büyük sevgi ve saygının da bir yansımasıdır. O sevgi ve saygı olmasa kul niye mahcubiyet duysun? O sevgi ve saygı sebebiyle kul, Hakk’ın koyduğu sınırları aşmaktan ve yasak meyveyi yemekten utanır. Kul, utanç nedeniyle yasak meyveden kaçındıkça da Hakk’ın ihsan ve ikramlarına gark olur. Bu açıdan bakınca, utanç olduğu sürece insandan ümit kesilmez. Çünkü utanma duygusu, Rabbin rızasına uygun olmayan işlerden el çekmenin teminatıdır.

Üstünlük, ululuk ve izzettir. İzzet, insanı aziz eden bir niteliktir. İzzetin temelinde Hakk’ın “Azîz” İsmi vardır. Cenab-ı Hakk’ın her şeye mutlak surette üstün geldiğini bildiren bir isimdir “Azîz” İsmi. İşte insandaki üstünlük ve ululuk da Onun izzetinden yansır. İnsan bu sıfatla, yaratılmış olan her şeyden üstün olma özelliği kazanır. İnsan doğru yola gittikçe izzet ve itibarı artar, azıp saptıkça da aziz olandan zelil olana doğru düşer.

Ahlâk, insanın iyi huylarının kişide oluşturduğu davranış biçimleridir. Yûnus bu kavramı “âdâb-ı hâl” diye kullanır. Âdâb-ı hâl, insandaki hallerin edeb dairesi içerisinde devinmesidir. Bu daireden çıkan her hâl ve huy, ahlâk sınırlarını aşarak kişiyi edepsizler zümresine dâhil eder.

Birlik ise vahdettir. Vahdet, her şeyin bir şeyden olduğu ve her şeyin bir şeye döneciği bilincidir. Varlık, ne kadar muhtelif ve çeşitli görünürse görünsün, özünde birdir. Bütün varlığı bir araya getirip özüne baktığımızda görürüz ki hepsinin aslı bir imiş. Her şeyi farklı farklı gören insan, bu şaşılık içerisinde kendisine başka ilâhlar edinerek yoldan çıkar. Vahdet, bütün ilâhların “Lâ ilâhe” diye inkârı ve ilâh olarak sadece “İllallah” diyerek Cenab-ı Allah’ın ikrarıdır. Bundan gayrisi kesrete düşmek, inkâr ve küfür karanlığında kalmaktır. Vahdet, güneşin gelip yıldızları silmesi gibi, Hakk’ın gelip bâtıl ilâhları yok etmesi bilincidir.

Bilelim bakalım, hangi bölükteniz?

Yûnus Emre, önsöz niteliğindeki girişin ikinci kısmında nesir hâlinde kaleme alınmış bir metne yer verir. Bu kısımların sonradan müstensihler tarafından ilâve edildiği de söylenir ancak bu kısımların eserin bütünlüğünü bozmadığına, hatta eseri daha iyi kavramamıza yardımcı olduğuna bakılırsa bu rivayetlerin bir önemi yoktur. Yûnus burada eserin merkezinde bulunan ve “Sultan Akıl” olarak nitelediği aklın bir tarif ve tanımını yapar ve türlerini açıklar. Ardından imanın çeşitlerini söyler ve yerlerini bildirir. Bu açıklamaları Cennet, Cehennem ve dört unsurun nitelik ve işlevlerinin açıklandığı satırlar takip eder. Bu bağlamda hangi bölükten olduğumuzu öğrenmek için sözü Yûnus’a verelim, görelim ne söyler:

“Padişahın ezelî nurundan olan akıl üç türlüdür: Biri akl-ı ma’âştır; dünya hayatını, dirlik ve düzenini bildirir. Biri akl-ı ma’âdtır; âhiret ahvalini bildirir. Birisi de akl-ı küllîdir; Yüce Allah’ın marifetlerini bildirir.

Padişahın hidâyet nu­rundan olan iman üç türlüdür: Biri ilmelyakîn, biri aynel­yakîn, biri de Hakkelyakîndir. İlmelyakîn olan imanın yeri akıl, aynelyakîn olan imanın yeri gönül ve Hakkelyakîn olan imanın yeri de candır. Canla gelen iman, can ile gider.

Cennet Padişahın kerem nurundan, Cehennem de adalet nurundandır. Toprak Padişahın nurunun, su hayatının, rüz­gâr heybetinin, ateş de öfkesinin ışığındandır. Toprakla suyun yeri Cennet, ateşle rüzgârın yeri Cehennemdir.

Ateş ve rüzgâr ile bin eri olan dokuz binbaşı gelir. Bunlar, uğradıkları kişiyi kendi yerlerine götürmek için uğraşırlar.

Toprak ve su ile de yine bin eri olan on üç binbaşı gelir. Bunlar da uğradıkları kişiyi Cennet’e götürürler.

Canla gelen dört kişidir. Bunlar canla gelip canla giderler. Bunların da bin eri vardır. Bunlarla olanlar, Hakk’ın Cemaline gark olurlar.

Toprak ve su ile gelenler Cennet’te olanlar, ateş ve rüzgârla gelenler Cehennem’de kalanlar, canla gelenler de Hakk’ın hu­zurunda nura gark olanlardır.

Bil bakalım, hangi bölüktensin? Hangisinin sözünü tutar­san, o bölüktensin. Doğrusunu Allah bilir.”