TASAVVUFÎ duyuş, daima
birbirine zıt iki koldan yürür. Bunlardan biri “sekr” denilen mestlik, diğeriyse
“sahv” denilen ayıklıktır. Ancak her ikisi de coşkun birer ruh zevki olduğu
için, bir mutasavvıfta sıradan insandaki ayıklığa benzer bir ayıklık asla bulunmaz.
Bu itibarla tasavvufta ayıklık ile şöhret bulmuş Cüneyd-i Bağdadî ve Abdulkadir-i
Geylanî gibi zatlar bile bir ölçüde mesttirler. Çünkü tasavvufî algı bir zevk
ve tadış, daha ileri bir ifadeyle bir şevk ve yanış haleti içinden geldiği için
bu algıda bizim anladığımız manada bir ayıklık yoktur. İmam-ı Rabbanî’nin dediği
gibi, “Gerçek ayıklık avama özgüdür”. Öyledir, çünkü sır ile temas etmeyen birinin,
o sırrın getirdiği mestane zevki bilmesi mümkün değildir.
Tasavvufî
duyuşun başlarda bir sekr halinde yürüdüğünü söylemek fazla iddialı bir hüküm
değildir. Özellikle Bâyezid-i Bistamî’den itibaren gözle görülür bir biçimde
yükselmeye başlayan sekr hali Hallâc-ı Mansûr’da zirveye oturur. Hallâc’ın sarhoşluk
denizinin kıyıya attığı en şaşırtıcı inci, “Ene’l-Hakk” incisidir.
Tasavvuf
tecrübesinde sâlik denilen hakikat yolcusunun derunî yolculuğunda karşılaştığı
en coşkulu ve heyecanlı güzergâhlardan biri de “ben”in yerini “O”nun almasıdır.
Bu aşamada “ben” algısı, yerini “O” algısına bırakarak bir müddet aradan
çekilir. Mürit bu esnada bilinç denilen sığ sudan çıkarak “bilinç dışı” denilen
ulu denize dalar. Başka bir ifadeyle bilinç, nesne perdesine tutunarak yürüyen
akıl atından inip perdeleri yırtarak yol alan aşk atına biner. Akıl duyularının
yerini aşk duyuları alır, temkinin ayakları coşkunun kanatlarına dönüşür.
Açık
bir beyan
Bu
hal, Hakk yolcusunun akıl duyularından ölerek aşk duyularına doğmasına tekabül
ettiği için “ilk fenâ” adını alır. Bu
doğuş, yolculuğun ilk makamıdır. Her makam, diğer makama yol almak için
beklenen bir duraktır. Bu yüzden her makamın “kendine özgü bir hayreti” vardır.
Bu hayretleri ise temsil ettikleri makamların algıları olarak ifade etmek de
mümkündür. Bu itibarla ilk fena ile gerçek fena denilen “son fena” arasında da
makamlar ve o makamlara bağlı hayretler vardır. Bu hal ile dolan Hakk yolcusu,
kapıldığı muazzam cezbe içinde ya konuşur ya da susar. Ancak yolcunun konuşması
bu makamın açık, susması da gizli beyanıdır.
Hallâc-ı
Mansûr’un meşhur beyanı olan “Ene’l-Hakk”, aslında erdiği fena makamının açık
beyanından başka bir şey değildir. Ancak birinci dil düzeyinde “Ben Hakk’ım”
anlamına gelen bu niteleme, hayatı birinci dil düzeyine göre tanzim eden
şeriatla açıkça çatışıyordu. Zaten Hallâc-ı Mansûr’un “Tavâsîn” adı altında
toplanan nutukları, ilk bakışta şeriat hisarını pek çok yerinden yaralayan bir mahiyettedir.
Hallâc,
sûfîde gizli kalması gereken derunî coşkunluğu dizginlemek yerine özellikle
toplum üzerine salıyor ve insanları bu duyulmamış hakikatlerle sersemletiyordu.
Bu çılgın dili halk idrakinin kaldırması mümkün değildi. Hocası Cüneyd-i
Bağdadî’nin kendisine sabır ve sükun telkin eden nasihatlerinin temelinde de Hallâc’dan
taşan marifet denizinin avamı boğması endişesi vardı.
Hallâc’ın
pervasızlığının feci bir ölümle son bulması, tasavvuf dilinde büyük bir
inkılaba yol açmıştır. Hallâc sonrası sûfîler, Seyyid Nesîmî gibi birkaç
istisna dışında sırrı fazla aşikâr etmeyen bir ihtiyat dili oluşturmuşlardır. Hallâc’ı
tasvip eden yahut etmeyen bütün tasavvufî akımların, onu bir mazlum ve mağdur
figür olarak işlemelerinin temelinde de kendileri hakkında oluşan algıyı
değiştirme gayreti vardır. Mutasavvıfların Hallâc üzerinden yürüttükleri bu
algı değişimi kitap çapında bir çalışma gerektirdiği için biz bu yazıda Hallâc’ın
durumunu sadece Yûnus Emre’nin gözünden değerlendireceğiz.
“Beni
bilseydi…”
“Dem
urmazıdı Mansûr tevhîd-i Ene'l-Hakk'tan;/ ‘Işk dârına Dost zülfi asmışdı beni
‘uryân…”
(Mansûr Dost
zülfünün beni aşk darağacına çırçıplak astığını bilseydi, Ene’l-Hakk tevhidini
dile getirmezdi.)
Yûnus
Emre, bu beytinde aşk hakikatine eren Hakk yolcusunun durumunu kendi deneyimi
üzerinden ele alır. Aşk, aşığın mevcut algısının ölümüdür. Çünkü aşk yeni bir
idrak, yeni bir akıl ve yeni bir hayattır. Daha doğrusu yeni bir doğumdur.
Mevlânâ bu bağlamda Hakk aşkı ile hemhal olan birinin “aşk annesinden doğduğunu”
söyler. Ona göre kişi anadan doğduğu gibi hayat sürerse aşk hakikati ile temas
etmediği için ölüdür. Buna mukabil öz annesinden doğduktan sonra bir de aşk
annesinden doğarsa aşk hakikati ile temas edeceği için diridir.
Yûnus
Emre, bu beyitte velî olan ve hakikate eren bir Hakk yolcusunun bu ölümü daha
başlangıçta tecrübe ettiğini söylemektedir. Çünkü elest meclisinde, bütün canlar
meydanda iken dostun canlar alan zülfü, âşıklarının boynuna bir kement gibi
dolanmış ve onları oracıkta öldürerek aşk ile diriltmiştir. Yûnus Emre, aşk
annesinden doğuş zamanını ezel meclisine bağlamaktadır. Ona göre elest
meydanında toplanan canlar, dostun zülfü ile simgelenen “Elestübirabbiküm”
hitabına mazhar olmuşlardır. Bu hitap, aslında sevgilinin gerçek âşıkları
meydandan alıp kendi katına çeken bir idam kemendidir. Ancak bu öyle bir
idamdır ki geçici canı alıp baki canlar bağışlar.
Yûnus Emre, özellikle elest meydanında canlar alan Dost zülfünü herkesin göremediğinin altını çizer. Hatta hitabın güzelliğiyle mest olmalarından dolayı ayılamayan nice âşıkların dahi bu zülfü fark etmediklerini söylemektedir. Ona göre Mansûr da bu mestler arasındadır. Yûnus Emre, bu meydanın gerçek âşıklar için bir dâra çekilme ve asılma meydanı olduğunu söyler. Ancak bu meclisteki dâra çekilmek, özel bir haneye çekilme anlamındadır. Çünkü işin içinde dost zülfü vardır.
Yûnus’la
balık karnında, Yusuf’la kuyuda…
Dostun
zülfü, kuyudaki aşığı yukarı çeken sağlam Hakk ipinden başka bir şey değildir. Yûnus’un
bu beyitte kullandığı “aşk dârı” tabiri üç farklı anlam içerir: Birincisi, âşıkların
idam edildiği darağacı anlamındadır ve buradaki idamdan kasıt, nefsin yok
edilmesidir. İkincisi, Dostun ipine tutunan âşıkların alındığı özel evdir ki bu
özel evden kasıt da yoldaki makamlara ulaşan Hakk erlerinin nail oldukları
lütuf ve ihsanlardır. Üçüncüsü ise, Dosta yaklaşıldığında ona yaklaşma vasıtası
olan aşkın bile gönül darlığı vermesidir. Zira Yâr yüzünün önündeki her şey bir
engel ve bir perdedir.
Yûnus
Emre, aşk annesinden doğma halini ezelde idrak eden ve elest meclisinde
düştükleri hayretten dolayı ezelde idrak edemeyen iki velî sınıfına işaret
eder. Velilerin o hali bu âlemde tatmaları durumunda, iki âlem bilincinin farklılığından
dolayı, orada tevhid olanın burada şirk sayılacağını söyler. Mansûr, bidayette
yaşadığı mestlikten dolayı aşk annesinden doğmayı bu âleme bırakınca, oradaki
tevhid burada küfür suretinde zuhur etmiştir. Şayet o bu sözü arifler
meclisinde beyan etseydi sakıncası yoktu. Lakin o bu sözü halk arasında sarf etmiştir.
Bu tedbirsizlikten dolayı Yûnus Emre, Mansûr’un bu fiilini örtülü bir şekilde sorgulamakta
ve Hakk erlerinin birbirine malum olan sırlarının halka açıklanmasını mahzurlu
bulmaktadır.
Yûnus
Emre, örtü altında, “Hallâc âşıkların ezelde aşk dârına çekildiğini bilmiyor mu
ki ‘Ene’l-Hakk’ diyerek ortaya çıkıyor? Biz Ene’l-Hakk’ı ezelde söyleyip de dâra
çekilmedik mi? Bu hakikati gün gibi aşikâr etmenin ne gereği var?” diyor ve aşağıdaki
beyitte perde altından konuşmak yerine bu durumu doğrudan ifade ediyor:
“Gördüm
anda takılur cân boynına zülfeyn-i Dost,/ Bir kıl ile sad-hezarân Mansûr'ı berdâr
ider.”
(Elest
meclisinde Dost zülfünün can boynuna takılarak bir kıl ile yüzbinlerce Mansûr’u
darağacına çektiğini gördüm.)
Ancak
Yûnus’un bu beyitlerden muradının doğrudan Hallac’ı tenkit olarak anlaşılmaması
da gerekir. O, bu beyitlerde aynı zamanda Hallac’ın Tavasin’de ortaya attığı
“ezele tanıklık” fikrini işleyerek, onun tanığı olduğu şeyin sanığı olmasındaki
hayret ve cezbenin büyüklüğüne de işaret etmektedir. Ayrıca o, velinin ezel
tanıklığını ister dile getirsin, isterse de getirmesin, her durumda dara
çekileceğini söylemektedir. Zira her dem ölmeyenler, bir dem bile Hakk dostu
olamazlar.
Yûnus
Emre şu beyitte, “Bunda ‘Belî’ diyen kişi, anda tamâm olur işi./ Bizden nişân
isteyene ol Hallâc-ı Mansûr nedür?” (Elest
meclisinde “Evet” diyen kişinin işi bu âlemde tamamlanır. Buna dair bizden
tanık isteyen kişiye tanık olarak ‘Hallâc-ı Mansûr yetmez mi?’ deriz.) diyerek “Belâ”,
yani “Evet” demenin işin yarısı olduğunu, ancak bu yarımın niyet yerine
geçtiğini, uygulamanın da bu âlemdeki süreçte gerçekleşeceğini söylemektedir.
Buradaki eylemlerimiz, oradaki “Evet” deyişimizin niyetiyle alakalıdır. Her “Evet”
diyen için farklı gerçekleşen bir eylem vardır. Çünkü her “Evet”, ayrı bir
niyettir.
Yûnus,
bu durumu çok tanındığı için Hallâc-ı Mansûr üzerinden aktarmaktadır. Onun
oradaki “Evet”i, buradaki darağacına tekabül etmektedir. Hallâc’ın bize göre
feci görünen akıbeti, Yûnus’un baktığı yerden niyet edilen bir işin
tamamlanmasıdır. Yûnus Emre, Hakk dostlarının zahirde nakıs gibi görünen
eylemlerinin batında tamlık taşıdığını söylemektedir. Buna en iyi örnek de
yolculuğu darağacıyla kesilmiş görülen Hallâc-ı Mansûr’dur. O yolda kalmamış,
bilakis menzile varmıştır. Buradan anlaşılıyor ki Hakk erlerinin eylemleri,
niyet halindeyken bile tamlık içermektedir.
“Mansûr’am,
dâra geldüm…”
“Işk
esritdi cânumı, uş Ene'l-Hakk didürür./ Korku gitdi gönlümden, Mansûr'am, dâra
geldüm.”
(İşte aşk canımı
mest edip ‘Ene’l-Hakk’ dedirir. Bu mestlikle gönlümden korku gitti ve Mansûr
olup darağacına doğru yürürüm.)
Yûnus
Emre, bu beyitte aşkı korkunun zıddı olarak ele alır. Nasıl ki bir sarhoş
ayılıncaya dek âlemin kurallarından koptuğu için korku duymaz ve kurallarla
çatışan şeyler söylerse, aşk sarhoşu da zahirde küfür ve şirk olan şeyleri -kendi
boyutunda tevhit olduğu için- korkmaksızın dile getirir. Aşk korkuyu yenen bir hal
olduğu için, aşkla temas eden herkes korkuya da galebe çalmış olur.
Sıradan
korku Mevlânâ’nın tabiriyle kanları dondururken, aşk korkusu kanları ve canları
kaynatır. Çünkü sıradan korku vehimden, aşk korkusu ise takvadan baş uzatır.
Takva, korku değil, edeptir zira. Aşk zıtlıkları ortadan kaldıran bir tevhidin
ürünü olduğu için, âşıklar açısından darağacına gitmek de, Dost evine gitmek de
birdir. Onlar, yırtıcı birer pençe isteyen Hakk aslanlarıdırlar. “Ha kurt
çıkmış önlerine, ha koyun”, ne fark eder.
“Sevdiğimi
söylemez isem sevmek derdi beni boğar” diyen Yûnus Emre, ulu aşkı dile
getirmenin yükü hafifletmek olduğunu söyler. Ona göre Hallâc-ı Mansûr, “Ene’l-Hakk”
ile kendisini ortadan kaldırarak, dost yüzüne kendisinden kurtulmuş olarak
bakmıştır. Kişinin kendisinden kurtulması da Mansûr gibi Ene’l-Hakk sırrıyla
varlık yükünden kurtulmakla mümkündür.
“Boyandım
rengine…”
Mutasavvıfların
sıklıkla dile getirdikleri hususlardan biri de benlikten kurtulma zamanında
ortaya çıkan ezelî tanıklık bilincidir. Bu bilince derinlemesine işaret eden
ilk sufi Hallâc olduğu için, aynı zamanda ezel tanıklığı kavramında ona telmih
de vardır. Bu tanıklık, Hakk’ın velide tecelli eden Şehîd esmasından başka bir şey değildir aslında. Bu esma velide
tecelli edince, veli, dış zamanın şuurumuzda oluşturduğu öncelik ve sonralık
ikiliğinden kurtularak gerçek zaman bilincine ulaşır. Bu bilinçte her şeyi oluş
anında görme söz konusu olduğu için, meçhule yol alan bütün malumlar, meçhul
perdesi altından tekrar belirirler. Bu esmanın tecellisine mazhar olan canlar,
Miraç Gecesi’nde Hazreti Peygamber’in yolculuğunu, O’nun gönderdiği hırkayı
Yemen’de giyen Veysel Karani’yi ve 922 yılında Bağdat’ta dara çekilen Hallâc’ı
yeni girdikleri zaman penceresinden seyrederler: “Mi'râc gicesi Ahmed'ün dönderdüm ‘Arş'da na'linin;/ Üveys'ile urdum
tâcı Mansûr'ıla urgandayıdum.”
Hallac’ın
boynuna takılan urgan “fitne”, diline takılan “Ene’l-Hakk” ise aşk sırrıdır.
Aşkın tabiatında temas ettiği esas, “fani varlığı yakarak yerine baki varlığı
tesis etmek” olduğu için, onun gerçekleşmesi dışta fitne suretinde zuhur eder.
Bu durum, kesret âlemi olan renk âlemine göre böyledir. Oysa renksizlik
âleminden gelen aşk, bu âlemin sahte renklerini silince varlıkta, her şeye
rengini veren tek renk ortaya çıkar. O renk altından bu âleme bakanlar,
Mansûr’un dilindeki “Ene’l-Hakk” ile boynundaki urganın aynı yerden geldiğini
görürler. Mevlânâ, “Hak katında Musa ile Firavun birdir. Zahirde ise biri Hakk
yolunda, biri yoldan çıkmıştır” diyerek sıradan idrakleri bin bir kılığa girerek
avlayan avcıya işaret eder.
“Âlemde fitneyi
kodum Mansûr'ı kül itdi odum./ Dilinde Ene'l-Hakk didüm boynındagı urgan benem.”
Ancak
asıl rengin renklerde gizlenmesi, sıradan idrakler için bir nimettir. Avamın,
bu rengi görmediği için ne gözü kamaşır, ne de omzundan kellesi uçurulur. İbn
Arabi, evet ile hayır arasında yüz binlerce kellenin omuzdan düştüğünü
söylerken, aslında avamın gaflet denen bir rahmet ile kuşatılmış olduğunu
söyler. Uyanıklara gelince, onların makamı darağacıdır. Ancak bu darağacı,
zahirde darağacı olup batında Dost zülfüyle Yârin cemaline çekilmekten başka
bir şey değildir.
Hakikat
gelini, vuslat kapısını ancak şahlara açar; kırk duvak altındaki nurlu yüzünü
dara çekilmeyen bir başa göstermez. Zira aşk, can bedelini almadan sır duvağını
açmaz. Yunus Emre bize, Mansûr’un zahirde feci bir ölümle biten aşk macerasının,
batında şahlık tacı takınmakla sonlandığını söylemektedir.