Yûnus Emre’nin penceresinden Hallâc-ı Mansûr’u görmek

Hallâc, sûfîde gizli kalması gereken derunî coşkunluğu dizginlemek yerine özellikle toplum üzerine salıyor ve insanları bu duyulmamış hakikatlerle sersemletiyordu. Bu çılgın dili halk idrakinin kaldırması mümkün değildi. Hocası Cüneyd-i Bağdadî’nin kendisine sabır ve sükun telkin eden nasihatlerinin temelinde de Hallâc’dan taşan marifet denizinin avamı boğması endişesi vardı.

TASAVVUFÎ duyuş, daima birbirine zıt iki koldan yürür. Bunlardan biri “sekr” denilen mestlik, diğeriyse “sahv” denilen ayıklıktır. Ancak her ikisi de coşkun birer ruh zevki olduğu için, bir mutasavvıfta sıradan insandaki ayıklığa benzer bir ayıklık asla bulunmaz. Bu itibarla tasavvufta ayıklık ile şöhret bulmuş Cüneyd-i Bağdadî ve Abdulkadir-i Geylanî gibi zatlar bile bir ölçüde mesttirler. Çünkü tasavvufî algı bir zevk ve tadış, daha ileri bir ifadeyle bir şevk ve yanış haleti içinden geldiği için bu algıda bizim anladığımız manada bir ayıklık yoktur. İmam-ı Rabbanî’nin dediği gibi, “Gerçek ayıklık avama özgüdür”.  Öyledir, çünkü sır ile temas etmeyen birinin, o sırrın getirdiği mestane zevki bilmesi mümkün değildir.

Tasavvufî duyuşun başlarda bir sekr halinde yürüdüğünü söylemek fazla iddialı bir hüküm değildir. Özellikle Bâyezid-i Bistamî’den itibaren gözle görülür bir biçimde yükselmeye başlayan sekr hali Hallâc-ı Mansûr’da zirveye oturur. Hallâc’ın sarhoşluk denizinin kıyıya attığı en şaşırtıcı inci, “Ene’l-Hakk” incisidir.

Tasavvuf tecrübesinde sâlik denilen hakikat yolcusunun derunî yolculuğunda karşılaştığı en coşkulu ve heyecanlı güzergâhlardan biri de “ben”in yerini “O”nun almasıdır. Bu aşamada “ben” algısı, yerini “O” algısına bırakarak bir müddet aradan çekilir. Mürit bu esnada bilinç denilen sığ sudan çıkarak “bilinç dışı” denilen ulu denize dalar. Başka bir ifadeyle bilinç, nesne perdesine tutunarak yürüyen akıl atından inip perdeleri yırtarak yol alan aşk atına biner. Akıl duyularının yerini aşk duyuları alır, temkinin ayakları coşkunun kanatlarına dönüşür.

Açık bir beyan

Bu hal, Hakk yolcusunun akıl duyularından ölerek aşk duyularına doğmasına tekabül ettiği için “ilk fenâ” adını alır. Bu doğuş, yolculuğun ilk makamıdır. Her makam, diğer makama yol almak için beklenen bir duraktır. Bu yüzden her makamın “kendine özgü bir hayreti” vardır. Bu hayretleri ise temsil ettikleri makamların algıları olarak ifade etmek de mümkündür. Bu itibarla ilk fena ile gerçek fena denilen “son fena” arasında da makamlar ve o makamlara bağlı hayretler vardır. Bu hal ile dolan Hakk yolcusu, kapıldığı muazzam cezbe içinde ya konuşur ya da susar. Ancak yolcunun konuşması bu makamın açık, susması da gizli beyanıdır.

Hallâc-ı Mansûr’un meşhur beyanı olan “Ene’l-Hakk”, aslında erdiği fena makamının açık beyanından başka bir şey değildir. Ancak birinci dil düzeyinde “Ben Hakk’ım” anlamına gelen bu niteleme, hayatı birinci dil düzeyine göre tanzim eden şeriatla açıkça çatışıyordu. Zaten Hallâc-ı Mansûr’un “Tavâsîn” adı altında toplanan nutukları, ilk bakışta şeriat hisarını pek çok yerinden yaralayan bir mahiyettedir.

Hallâc, sûfîde gizli kalması gereken derunî coşkunluğu dizginlemek yerine özellikle toplum üzerine salıyor ve insanları bu duyulmamış hakikatlerle sersemletiyordu. Bu çılgın dili halk idrakinin kaldırması mümkün değildi. Hocası Cüneyd-i Bağdadî’nin kendisine sabır ve sükun telkin eden nasihatlerinin temelinde de Hallâc’dan taşan marifet denizinin avamı boğması endişesi vardı.

Hallâc’ın pervasızlığının feci bir ölümle son bulması, tasavvuf dilinde büyük bir inkılaba yol açmıştır. Hallâc sonrası sûfîler, Seyyid Nesîmî gibi birkaç istisna dışında sırrı fazla aşikâr etmeyen bir ihtiyat dili oluşturmuşlardır. Hallâc’ı tasvip eden yahut etmeyen bütün tasavvufî akımların, onu bir mazlum ve mağdur figür olarak işlemelerinin temelinde de kendileri hakkında oluşan algıyı değiştirme gayreti vardır. Mutasavvıfların Hallâc üzerinden yürüttükleri bu algı değişimi kitap çapında bir çalışma gerektirdiği için biz bu yazıda Hallâc’ın durumunu sadece Yûnus Emre’nin gözünden değerlendireceğiz.

“Beni bilseydi…”

“Dem urmazıdı Mansûr tevhîd-i Ene'l-Hakk'tan;/ ‘Işk dârına Dost zülfi asmışdı beni ‘uryân…”

(Mansûr Dost zülfünün beni aşk darağacına çırçıplak astığını bilseydi, Ene’l-Hakk tevhidini dile getirmezdi.)

Yûnus Emre, bu beytinde aşk hakikatine eren Hakk yolcusunun durumunu kendi deneyimi üzerinden ele alır. Aşk, aşığın mevcut algısının ölümüdür. Çünkü aşk yeni bir idrak, yeni bir akıl ve yeni bir hayattır. Daha doğrusu yeni bir doğumdur. Mevlânâ bu bağlamda Hakk aşkı ile hemhal olan birinin “aşk annesinden doğduğunu” söyler. Ona göre kişi anadan doğduğu gibi hayat sürerse aşk hakikati ile temas etmediği için ölüdür. Buna mukabil öz annesinden doğduktan sonra bir de aşk annesinden doğarsa aşk hakikati ile temas edeceği için diridir.

Yûnus Emre, bu beyitte velî olan ve hakikate eren bir Hakk yolcusunun bu ölümü daha başlangıçta tecrübe ettiğini söylemektedir. Çünkü elest meclisinde, bütün canlar meydanda iken dostun canlar alan zülfü, âşıklarının boynuna bir kement gibi dolanmış ve onları oracıkta öldürerek aşk ile diriltmiştir. Yûnus Emre, aşk annesinden doğuş zamanını ezel meclisine bağlamaktadır. Ona göre elest meydanında toplanan canlar, dostun zülfü ile simgelenen “Elestübirabbiküm” hitabına mazhar olmuşlardır. Bu hitap, aslında sevgilinin gerçek âşıkları meydandan alıp kendi katına çeken bir idam kemendidir. Ancak bu öyle bir idamdır ki geçici canı alıp baki canlar bağışlar.

Yûnus Emre, özellikle elest meydanında canlar alan Dost zülfünü herkesin göremediğinin altını çizer. Hatta hitabın güzelliğiyle mest olmalarından dolayı ayılamayan nice âşıkların dahi bu zülfü fark etmediklerini söylemektedir. Ona göre Mansûr da bu mestler arasındadır. Yûnus Emre, bu meydanın gerçek âşıklar için bir dâra çekilme ve asılma meydanı olduğunu söyler. Ancak bu meclisteki dâra çekilmek, özel bir haneye çekilme anlamındadır. Çünkü işin içinde dost zülfü vardır.


Yûnus’la balık karnında, Yusuf’la kuyuda…

Dostun zülfü, kuyudaki aşığı yukarı çeken sağlam Hakk ipinden başka bir şey değildir. Yûnus’un bu beyitte kullandığı “aşk dârı” tabiri üç farklı anlam içerir: Birincisi, âşıkların idam edildiği darağacı anlamındadır ve buradaki idamdan kasıt, nefsin yok edilmesidir. İkincisi, Dostun ipine tutunan âşıkların alındığı özel evdir ki bu özel evden kasıt da yoldaki makamlara ulaşan Hakk erlerinin nail oldukları lütuf ve ihsanlardır. Üçüncüsü ise, Dosta yaklaşıldığında ona yaklaşma vasıtası olan aşkın bile gönül darlığı vermesidir. Zira Yâr yüzünün önündeki her şey bir engel ve bir perdedir.

Yûnus Emre, aşk annesinden doğma halini ezelde idrak eden ve elest meclisinde düştükleri hayretten dolayı ezelde idrak edemeyen iki velî sınıfına işaret eder. Velilerin o hali bu âlemde tatmaları durumunda, iki âlem bilincinin farklılığından dolayı, orada tevhid olanın burada şirk sayılacağını söyler. Mansûr, bidayette yaşadığı mestlikten dolayı aşk annesinden doğmayı bu âleme bırakınca, oradaki tevhid burada küfür suretinde zuhur etmiştir. Şayet o bu sözü arifler meclisinde beyan etseydi sakıncası yoktu. Lakin o bu sözü halk arasında sarf etmiştir. Bu tedbirsizlikten dolayı Yûnus Emre, Mansûr’un bu fiilini örtülü bir şekilde sorgulamakta ve Hakk erlerinin birbirine malum olan sırlarının halka açıklanmasını mahzurlu bulmaktadır.

Yûnus Emre, örtü altında, “Hallâc âşıkların ezelde aşk dârına çekildiğini bilmiyor mu ki ‘Ene’l-Hakk’ diyerek ortaya çıkıyor? Biz Ene’l-Hakk’ı ezelde söyleyip de dâra çekilmedik mi? Bu hakikati gün gibi aşikâr etmenin ne gereği var?” diyor ve aşağıdaki beyitte perde altından konuşmak yerine bu durumu doğrudan ifade ediyor:

“Gördüm anda takılur cân boynına zülfeyn-i Dost,/ Bir kıl ile sad-hezarân Mansûr'ı berdâr ider.”

(Elest meclisinde Dost zülfünün can boynuna takılarak bir kıl ile yüzbinlerce Mansûr’u darağacına çektiğini gördüm.)

Ancak Yûnus’un bu beyitlerden muradının doğrudan Hallac’ı tenkit olarak anlaşılmaması da gerekir. O, bu beyitlerde aynı zamanda Hallac’ın Tavasin’de ortaya attığı “ezele tanıklık” fikrini işleyerek, onun tanığı olduğu şeyin sanığı olmasındaki hayret ve cezbenin büyüklüğüne de işaret etmektedir. Ayrıca o, velinin ezel tanıklığını ister dile getirsin, isterse de getirmesin, her durumda dara çekileceğini söylemektedir. Zira her dem ölmeyenler, bir dem bile Hakk dostu olamazlar.

Yûnus Emre şu beyitte, “Bunda ‘Belî’ diyen kişi, anda tamâm olur işi./ Bizden nişân isteyene ol Hallâc-ı Mansûr nedür?” (Elest meclisinde “Evet” diyen kişinin işi bu âlemde tamamlanır. Buna dair bizden tanık isteyen kişiye tanık olarak ‘Hallâc-ı Mansûr yetmez mi?’ deriz.) diyerek Belâ”, yani “Evet” demenin işin yarısı olduğunu, ancak bu yarımın niyet yerine geçtiğini, uygulamanın da bu âlemdeki süreçte gerçekleşeceğini söylemektedir. Buradaki eylemlerimiz, oradaki “Evet” deyişimizin niyetiyle alakalıdır. Her “Evet” diyen için farklı gerçekleşen bir eylem vardır. Çünkü her “Evet”, ayrı bir niyettir.

Yûnus, bu durumu çok tanındığı için Hallâc-ı Mansûr üzerinden aktarmaktadır. Onun oradaki “Evet”i, buradaki darağacına tekabül etmektedir. Hallâc’ın bize göre feci görünen akıbeti, Yûnus’un baktığı yerden niyet edilen bir işin tamamlanmasıdır. Yûnus Emre, Hakk dostlarının zahirde nakıs gibi görünen eylemlerinin batında tamlık taşıdığını söylemektedir. Buna en iyi örnek de yolculuğu darağacıyla kesilmiş görülen Hallâc-ı Mansûr’dur. O yolda kalmamış, bilakis menzile varmıştır. Buradan anlaşılıyor ki Hakk erlerinin eylemleri, niyet halindeyken bile tamlık içermektedir.

“Mansûr’am, dâra geldüm…”

“Işk esritdi cânumı, uş Ene'l-Hakk didürür./ Korku gitdi gönlümden, Mansûr'am, dâra geldüm.”

(İşte aşk canımı mest edip ‘Ene’l-Hakk’ dedirir. Bu mestlikle gönlümden korku gitti ve Mansûr olup darağacına doğru yürürüm.)

Yûnus Emre, bu beyitte aşkı korkunun zıddı olarak ele alır. Nasıl ki bir sarhoş ayılıncaya dek âlemin kurallarından koptuğu için korku duymaz ve kurallarla çatışan şeyler söylerse, aşk sarhoşu da zahirde küfür ve şirk olan şeyleri -kendi boyutunda tevhit olduğu için- korkmaksızın dile getirir. Aşk korkuyu yenen bir hal olduğu için, aşkla temas eden herkes korkuya da galebe çalmış olur.

Sıradan korku Mevlânâ’nın tabiriyle kanları dondururken, aşk korkusu kanları ve canları kaynatır. Çünkü sıradan korku vehimden, aşk korkusu ise takvadan baş uzatır. Takva, korku değil, edeptir zira. Aşk zıtlıkları ortadan kaldıran bir tevhidin ürünü olduğu için, âşıklar açısından darağacına gitmek de, Dost evine gitmek de birdir. Onlar, yırtıcı birer pençe isteyen Hakk aslanlarıdırlar. “Ha kurt çıkmış önlerine, ha koyun”, ne fark eder.

“Sevdiğimi söylemez isem sevmek derdi beni boğar” diyen Yûnus Emre, ulu aşkı dile getirmenin yükü hafifletmek olduğunu söyler. Ona göre Hallâc-ı Mansûr, “Ene’l-Hakk” ile kendisini ortadan kaldırarak, dost yüzüne kendisinden kurtulmuş olarak bakmıştır. Kişinin kendisinden kurtulması da Mansûr gibi Ene’l-Hakk sırrıyla varlık yükünden kurtulmakla mümkündür.

“Boyandım rengine…”

Mutasavvıfların sıklıkla dile getirdikleri hususlardan biri de benlikten kurtulma zamanında ortaya çıkan ezelî tanıklık bilincidir. Bu bilince derinlemesine işaret eden ilk sufi Hallâc olduğu için, aynı zamanda ezel tanıklığı kavramında ona telmih de vardır. Bu tanıklık, Hakk’ın velide tecelli eden Şehîd esmasından başka bir şey değildir aslında. Bu esma velide tecelli edince, veli, dış zamanın şuurumuzda oluşturduğu öncelik ve sonralık ikiliğinden kurtularak gerçek zaman bilincine ulaşır. Bu bilinçte her şeyi oluş anında görme söz konusu olduğu için, meçhule yol alan bütün malumlar, meçhul perdesi altından tekrar belirirler. Bu esmanın tecellisine mazhar olan canlar, Miraç Gecesi’nde Hazreti Peygamber’in yolculuğunu, O’nun gönderdiği hırkayı Yemen’de giyen Veysel Karani’yi ve 922 yılında Bağdat’ta dara çekilen Hallâc’ı yeni girdikleri zaman penceresinden seyrederler: “Mi'râc gicesi Ahmed'ün dönderdüm ‘Arş'da na'linin;/ Üveys'ile urdum tâcı Mansûr'ıla urgandayıdum.”

Hallac’ın boynuna takılan urgan “fitne”, diline takılan “Ene’l-Hakk” ise aşk sırrıdır. Aşkın tabiatında temas ettiği esas, “fani varlığı yakarak yerine baki varlığı tesis etmek” olduğu için, onun gerçekleşmesi dışta fitne suretinde zuhur eder. Bu durum, kesret âlemi olan renk âlemine göre böyledir. Oysa renksizlik âleminden gelen aşk, bu âlemin sahte renklerini silince varlıkta, her şeye rengini veren tek renk ortaya çıkar. O renk altından bu âleme bakanlar, Mansûr’un dilindeki “Ene’l-Hakk” ile boynundaki urganın aynı yerden geldiğini görürler. Mevlânâ, “Hak katında Musa ile Firavun birdir. Zahirde ise biri Hakk yolunda, biri yoldan çıkmıştır” diyerek sıradan idrakleri bin bir kılığa girerek avlayan avcıya işaret eder.

“Âlemde fitneyi kodum Mansûr'ı kül itdi odum./ Dilinde Ene'l-Hakk didüm boynındagı urgan benem.”

Ancak asıl rengin renklerde gizlenmesi, sıradan idrakler için bir nimettir. Avamın, bu rengi görmediği için ne gözü kamaşır, ne de omzundan kellesi uçurulur. İbn Arabi, evet ile hayır arasında yüz binlerce kellenin omuzdan düştüğünü söylerken, aslında avamın gaflet denen bir rahmet ile kuşatılmış olduğunu söyler. Uyanıklara gelince, onların makamı darağacıdır. Ancak bu darağacı, zahirde darağacı olup batında Dost zülfüyle Yârin cemaline çekilmekten başka bir şey değildir.

Hakikat gelini, vuslat kapısını ancak şahlara açar; kırk duvak altındaki nurlu yüzünü dara çekilmeyen bir başa göstermez. Zira aşk, can bedelini almadan sır duvağını açmaz. Yunus Emre bize, Mansûr’un zahirde feci bir ölümle biten aşk macerasının, batında şahlık tacı takınmakla sonlandığını söylemektedir.