
ÂLEMDE her şey bir
lisan hâli içindedir. Lisan ise tek bir duruma mahsus bir isim değildir. Yunus
Emre bu hakikate “yüz bin lisan” adını verir: “Yüz bin lisan çün
geldi, yüz bin cân yolda kaldı…”
Bu
tabir açılırsa, lisanın sadece ses ve söze özgü bir şey olmadığı anlaşılır. Bu
itibar ile lisan yok, lisanlar vardır. Bu evrendeki her şey bir lisana tâbidir.
Bu demektir ki, her şey başka bir şeyle sürekli bir iletişim faaliyeti içindedir.
Yunus Emre bize harf, kelime, cümle, ses ve sözün dışında bir dilden bahsederek
yüz binlerce lisan içerisinde sadece bir lisan ile meşgul olduğumuz gerçeğine
vurgu yapar. Zira lisan sırrını çözemeyen canlar yarı yolda kalırlar.
Yûnus
Emre, meşgul olduğumuz bu dile dair çok boyutlu bir vukufa sahiptir. Onun bu
vukufunun boyutlarına bakılacak olursa, bize, bu lisandan hareketle diğer
lisanların varlığını kavratmaya çalıştığı görülür. Yunus’un dil idrakine göre,
varlığın her hâli bir ifade biçimidir. Bu itibarla, ışınım bir lisandır,
titreşim bir lisandır. Dalga boyları, kuş ve hayvan sesleri ve bitkilerin filiz
dili birer lisandır. Varlığın ifade konusunda yetenekli ve yetkin kılındığı bu
dil hâllerinin hepsine birden Yunus Emre, “küllî lisan” ya da “kudret
dili” adını verir: “Küllî lisanda söyleyen, küllî dili diyen benem…”
Aslında
Yunus Emre’nin dil ve onun sınırları hakkında bizi getirdiği eşik tam da
buradan başlar. Nedir bu kudret dili ve nasıl bir lisandır bu küllî lisan?
Yunus
Emre, lisanı, daha doğrusu varlıklardaki lisanı harekete getiren şeyin “aşk”
olduğunu söyler: “Aşk sözini söyleyen cümle kudret dilidür.”
Ona
göre aşk, kudret dilinin içinde yürüdüğü bir lisan biçimidir: “Dil dahı bir
tercüman yürür kudret içinde.”
Bu
demektir ki, lisan içinde aşk lisanından farklı lisanlar da vardır. Ancak ister
surete bürünmüş olsun, isterse suretten vareste olsun, ifade konusunda bütün varlıkların
ulaşabilecekleri nihaî sınır, aşk lisanına tercümanlıktır. Aşk lisanına
tercümanlık etmek demek, maddî yahut manevî her varlığın kudret dili ile temas
etme istidadı taşıdığını gösterir. Lâkin bu kabiliyet, kudret dilini
kuşatmaktan ziyade, bu dili kendi lisanî kabiliyetlerine göre tercüme etmelerinden
başka bir şey değildir.
Kâinattaki
her şey, muhabbetten hâsıl olduğu için temelde aşk diliyle konuşur. Bu hüküm
sadece surete bürünmüş varlıklardaki titreşim, dalga, ses gibi dil hâdiselerini
değil, suretten ari olan manevî varlıkların bir tür zikir olan gizli dillerini
de kapsar. Yunus Emre’nin bahsettiği küllî dil, hem mevcut hislerle
algıladığımız evren dilinin, hem de mevcut hislerin zıtları ile
algılayabileceğimiz mânâ dilinin müşterek adıdır. Yunus Emre küllî/kudret dilinin
berisiyle ötesi arasında, sadece âşıkların geçebileceği özel bir geçit olduğunu
söyler.
Aslında
bu tespit, mutasavvıf şairlerin hepsinde şu veya bu şekilde işaret edilen bir
tespittir. Ancak bu geçit ile bu geçit arasında iki farklı dil kabiliyetine
ihtiyaç vardır. Bu geçitteki dil kabiliyeti, beş duyuya dayanan ve sadece
tanzim edip niteleyen bir yeti olan aklın dil kabiliyetidir. Akıl dili, beş
duyumuzun müşterek çaba ile oluşturduğu algının adıdır. Mevlâna, aklın
dayandığı hisleri, “yarasa hisleri ve bakır hisler” olarak niteler. Bu hislerin
ürettiği dil bilincinin temel niteliği, geçici ve sınırlı bir izah biçimine
yaslanmasıdır. Bu dilin ifade ettiği hükümlerdeki bilgiler, geçici nitelik arz
eden malûmattır. Bu malûmatın niteliği ise yeni bilgi ve kavrayışlar geldikçe
eski bilgi ve kavrayışlara ait hükümlerin geçerliliğini yitirmesidir. Zaten
Yunus’un dünyasında, beş hisse dayanan aklın kurduğu bir lisanla hakikati
kavramaya çalışmak bir hakikat değil, vehim ve zannın ta kendisidir.
Ayrıksı
basar
Vehim
ve zan ile hareket edenler, bizi saf ve berrak bir kavrayış dünyasına değil,
kargaşa ve teşviş hâlinde bir dünyaya götürürler. Bu durumda Yûnus Emre’ye, “Bizi
saf ve berrak bir cihana götürecek dil vasıtası nedir?” diye soracak olsak, Hazret’in
bu suale vereceği cevap, “ayrıksı basar” yahut “bî-lisan basar”
olur: “Bu göz gördügi degül bu ‘akl irdügi degül/ Dil vasf virdügi degül bî-lisan
basar gerek.”
Bu
ibarelere dikkat edildiği zaman, Yunus Emre’nin lisan işlevini dilden
kaldırarak göze yüklediği görülür. Bize şaşırtıcı gelen bu durumun sebebi, bizim
lisanın vasıtası olarak dile yani ses ve kelimeye odaklanmamızdır. Oysa Yunus
Emre bizim dile dâhil yetkin vasıtalar sandığımız bu şeyleri, ifadenin önündeki
engeller olarak görmektedir. İşte tam bu noktada Yunus’un lisan yerine nazarı
tercih etmesindeki inceliği iyi kavramamız lâzımdır. Yunus Emre’nin, “basar”
yahut “nazar” adını verdiği bu durumu açıklamak için kullandığı sıfatlar, bizi
onun meramıyla karşı karşıya getirmektedir. Onun basar/nazar için kullandığı sıfatlar
ise “ayrıksı” ve “bî-lisan” sıfatlarıdır.
Lisan
hakkında hiçbir şey söylemese bile sadece bu iki sıfat bile Yunus Emre’yi bir
dil dehâsı olarak nitelememize yetecek çapta büyük tespitlerdir. Dikkat
edilirse, Yunus Emre, anlattığı dünya ile anlatmak istediği dünya arasında dil
bakımından bir mahiyet farkı görmektedir. Zaten onun dile dair tespitlerinde
daima insanın mevcut akıl ve algısını aşan farklı bir dil düzeyine vurgu
yapılır. Bu dili de “kudret dili” ve “kudret ünü” diye niteler. Bu dile muhatap
olan akıl yahut kulağın mevcut akıl ve kulak olmadığı çok aşikârdır. Zira bizim
mevcut akılla kudret dilini izah etmemiz ve mevcut kulakla kudret sesini
duymamız mümkün değildir. O hâlde bedene ait hislerle idrak yolculuğu bir
noktaya kadardır.
Pekâlâ,
bundan sonrasında ne yapacağız? Yahut bundan sonra da devam eden bir dil hâli
var mıdır? Yunus tarafından bakıldığında, sualin sahibi biz değil, bizimle
iletişime geçmek isteyen başka bir dil boyutudur. Yunus Emre’ye göre bizim fark
ediş ve arayışımızı harekete geçiren şey, bizim kendisini fark etmemizi ve aramamızı
isteyen şeydir. Tam da bu hâlin Mevlâna’da net bir tanımı vardır. Mevlâna şöyle
söyler: “Susuz nasıl su ararsa cihanda/ Su da susuzları arar her yanda…”
Buradan
anlaşılır ki, o dil bizim ile temas etmek ister, ancak bu temasın da herkesle
olmayacağı çok açıktır. Şu hâlde o dille temas kuranlar kimlerdir? Elbette nazarlarını
ayrıksı ve dil dışı hâle getirenlerdir. İşte burada Yunus Emre’nin kudret dili
ve kudret ünüyle neyi kastettiğini anlamış oluruz. O dille temas edebilmek için
“ene” ile “hüve”nin birleşmesi lâzımdır: Yani benin ona dönüşmesi gerektir. Bu
durumda ene bilinci ortadan kalkıp hüve bilinci ağır basınca, her enenin hüve
yani Cenab-ı Hakk olduğu idrak edilir: “Nutfeden Âdem yaradan, yumurdadan
kuş düreden/ Kudret dilini söyleyen zikreyleyen Sübhân benem…”
İşte
Hallac-ı Mansur’un “Ene’l-Hakk” dediği durum tam da budur! Lâkin “Ben Hakk’ım”
demek, ten lisanı olan akıl dilinde Hakk’ın inkârı anlamına geldiği için, bu
sözün sahibinin öbür dil idrakinden mahrum olanların kılıcıyla can verme
tehlikesi vardır. Hallac bu dile göre inkârdadır. Lâkin o dile göre ise tasdik
ve ikrardadır. Hallac’ın “Ene’l-Hakk” ifadesiyle Firavun’un “Ene Rabbi” ifadesi
aynı şey gibi görülür. Ancak mensup oldukları dil idrakleri açısından bakılınca
birinde Hakk adına kendi varlığını inkâr eden bir derviş, diğerinde de kendi
nefsi adına Hakk’ı inkâr eden bir münkir görülür. İçinde bulunduğumuz dil
düzeyine göre ikisi de inkârdadır. Ancak hüve ile birleşen dil idrakine göre
ise birisi inkârdır, diğeri hayranlıktır. İnkâr eden Hakk’ı şaşırmış olan,
hayran olan ise Hakk’ta şaşırmış olandır. Yani birisi yoldadır, diğeri yoldan
çıkmıştır. Demek ki lisan, bir irşat vasıtası olduğu gibi, bir yoldan çıkış
vasıtası da olur. Nitekim dil ile yola gelenler olduğu gibi, dil ile yoldan
çıkanlar da vardır.
Sesten,
harften, kelimeden, cümleden ziyade: Can gözü
Yunus’un
kudret dili dediği lisan, sadece bizdeki ses, harf, kelime ve cümlelerden ibaret
bir lisan değildir. Kudret dili, her şeyin lisanı olan ve daha doğrusu her
şeyin o lisan vasıtasıyla kendisini ifade ettiği bir dildir. Ancak bu dili
duyanlar, Yunus’un işaret ettiği perde ve engelleri aşanlardır. Bu perde ve
engelleri aşanlar ise ariflerdir.
Yunus’un
bazen arif, bazen âşık dediği bu kişiler, ten hislerini ve akıl kaydını aşmış
olan özge tiplerdir. Bunlar ten hisleri yerine can hislerini, aklın yerine de
aşkı ikâme eden Hakk erleridir.
İşte
bu noktada dil, öğrenilen ve kavranılan bir şey değil, doğrudan Hakk tarafından
hibe edilen bir şeydir. Dolayısıyla bu dili mevcut hislerle duymak ve mevcut
melekelerle kavramak mümkün değildir. Yunus Emre bu dili duyacak ve kavrayacak
melekeler olarak “can gözü” yahut “ulu nazar” adını verdiği başka bir his
dünyasından bahseder. Buradaki ulu nazar, diğer can hislerinin de sıfatıdır
aynı zamanda.
Demek
ki kudret dilini duymak için her şeyin lisanını duyup anlayan ulu bir kulağa,
her şeyi oluş ve yok oluş hâlinde ve zaman kaydının dışında gören bir göze,
mânâ âleminin kokusunu alan bir buruna, maddenin fâni tadını geride bırakıp
mânânın baki zevkini alan bir damağa ve Hakk bahçesinden gelen can esintilerini
hisseden bir deriye sahip olmak lâzımdır.
Mevlâna,
Yunus’un “ulu nazar” kavramıyla dile getirdiği bu duruma inci saçan hisler
yahut can hisleri der. Ona göre can hisleri, bedensiz bedenimizin
hisleridir. Bu durumdan anlaşılır ki, her beden, iki beden yüklenmiş hâlde
bulunur. Bu bedenlerden biri maddî bedenimiz, diğeri de canımızdır. Lâkin can
bedeninin hislerini harekete geçirmek için ten bedeninin hislerini iptal etmek
lâzımdır. Çünkü Yunus’un ulu nazar dediği kudret diline göre bedenimizin gözü
fânidir. Bu göz, küçük nazarla bakan ve sadece ufka kadar uzanan bir gözdür.
Oysa can gözü açıldığı zaman ufuklar, perdeler, setler ve âlemler yarılarak yegâne
varlık olan Mutlak Varlık görülür. Elbette burada görülen, Ondan ziyade, Mutlak
Varlığa ait olan sıfatlardır. Ancak o sıfatlar O Zâta ait olduğu için, şahit
olunan gerçeklik, Mutlak Zâta ait olan bir gerçekliktir.
Yunus
Emre, ulu nazarın varlıktaki yerine dair konuşurken Hakk’ın “Kün” dediği
demde her şeye nazar ettiğini ve mevcut nizamı da bu nazar ile kurduğunu
söyler: “Kün deminde nazar iden bir
nazarda dünyâ düzen/ Kudretinden han döşeyüp ‘ışka bünyâd uran benem…”
Onun
bu söyleminden ulu nazarın dili kuran asıl kudret olduğunu anlamış oluruz. Bu
dile “aşk dili, can dili, gönül dili” denmesi, bu dili kuran kudreti
gölgelememelidir. Çünkü Yunus Emre aşkı, kadim ezelî bir olgu olarak
niteler. Bu durumda aşk, bizi kadim ezelîye götürecek olan bir binit niteliği
kazanır. Demek ki aşk dili, bizi kendi koptuğu dünya olan kudret dilinin
dünyasına götürmek için vardır. Ancak o dil bilinci gelirse, bu dil bilinci
ortadan kalkar.
Bu
dil bilincinin ortadan kalkmasının nasıl bir şey olduğunu kavratmak için velîler,
bizi şathiye diliyle temas ettirerek gerçeklik sandığımız dil algımızı
değiştirmeye çalışırlar. Yunus Emre, meşhur şathiyesinde, “Çıktım erik
dalına/ Onda yedim üzümü/ Bostan ıssı kakıyıp der/ Niye yersin kozumu” der. Dikkat edilirse, burada
mevcut dille aşk bilincinin verdiği dil hâlini nitelemeye çalışmanın gülünçlüğü
vardır. Hakikat yolcusu henüz işin başında iken erik zannettiği ağacın bir
müddet sonra üzüm asması olduğunu fark eder. “Yanılmışım, muradım erik değil,
üzümmüş” diye ikinci ihsanı tadarken, birdenbire kendisine yediğinin üzüm değil,
ceviz olduğu ihtar edilir. Yunus sözü burada keser ancak sözün gelişinden
anlaşılır ki, yolcu, bir müddet sonra ceviz zannettiğinin de ceviz olmadığını
görecektir.
“Onu
Süleyman bilir”
Demek
ki aşk dili tam kavrandığında, nesneler ve birbirine dönüşen şeyler birer izah
aracı değil, birer izah engeli olurlar. Yolcu algılardan ve algılarla kendisine
gelen geçici nesnel görüntülerden kurtulunca aşk denilen hakikat dünyasıyla
karşılaşır. İşte o dünyanın dili, Yunus’un kudret dili dediği dildir. Ancak
kudret dilinin kelimelere ihtiyacı olmadığı ve doğrudan safî hakikat olduğu
için, arif o hakikati bu dille ifade ettiğinde algımız kelimeye değil, mânâya
karşı uyanık olmalıdır.
Çünkü
kelimeler birer kap, mânâ da onların içindeki sudur. Maksat kap taşımak değil,
su içmektir. Su mânâya, mânâ da mânâların sahibine ait olduğu için, aşk kelimeleriyle
dizilen cümlelerde malûmat değil, hikmet bulunur. Hikmet ise, “hükmünde şaşma
olmayan söz” demektir. Ten dilinde hüküm vardır. Aşk ve can dilinde ise hikmet
vardır. Hüküm her an değişen, hikmet ise asla değişmeyen şeydir. Bu durumda
kudret dili, maddî manevî her varlığın aynı dille konuşması anlamına gelir. O
hâlde bu dil, vahdet dilidir. Vahdet dili söz konusu olunca kaz sesi de ona dâhil
olur, ağaçtan düşen yaprak sesi de. Gözle göremediğimiz varlıkların dili de ona
dâhil olur, gözle görülmeyen varlıkların gözleriyle göremediklerinin dili de.
Şu hâlde kudret dilini duymak ve o dille konuşmak, her şeyin dilini duymak ve
her şeyle konuşmak anlamına gelir.
“Bizim
bir karıncaya ulu nazarımız vardır” diyen Yunus Emre, şu durumda karıncaya
bakmıyor, karıncayla konuşuyor demektir. Demek ki aşk ve kudret dili, mevcut
varlıkların dilini çözmek anlamına geldiği için sahibine Süleymanlık payesi
verir. Bu dilin sadece hayvanların değil, bitkiler, diğer nesneler ve her şeyin
dili olduğuna da dikkat etmemiz lâzımdır. Yunus Emre’nin sarı çiçekle ve dertli
dolapla konuşması bir dil fantezisi değil, bir dil hakikatidir. Aşka, cana ve
hakikate dâhil olan her şey kudretten oldukları için, bize kudret hissiyle
gelirler. Dolayısıyla âşık, bu kudret hissinden dolayı dağları yaran Ferhat’a
ve çölleri geçen Mecnun’a dönüşür. Aşk yitmediği ve bitmediği müddetçe Ferhat o
dağı tarumar, Mecnun da o çölü ulu yol eyler. Aşk sona erince ne Ferhat kalır,
ne kazma, ne de gayret.
Şu hâlde Yunus Emre, şiirlerini baş diliyle değil, can diliyle söyleyen bir âşıktır. Dolayısıyla dil ve ifadesindeki kudret, daimî olacaktır. Böylelikle her cümlesi bir hüküm, her hükmü bir hikmet, her hikmeti de bir kudret olarak tekrar geldiği dile dönüşecektir. Burada şu inceliği unutmamak lâzımdır: Yunus’un kudret dili, bir aşk ve aşkınlık dilidir. Sözün sonunda Yunus’un düğümlediği söz ipini çözmek gerekir. O düğüm ise Yunus Emre’nin “kudret dili” dediği gerçeğin bir anlamda bizzat kendisi olması gerçeğidir.