TÜRKİYE’NİN dengi olan devletler,
dünyanın Birinci Lig devletleridir. Diğer alt liglerdeki devletler, Birinci Lig
devletlerle ittifak içinde kendilerini ifade eden, edilgen devletlerdir.
BM
listesine adı “devlet” olarak yazılan bazı “ülke”leri değil, onları
konuşturanları izlemek gerek.
2007
yılının Aralık ayında Yunanistan’da bulundum ve Gümülcine-Selânik üzerinden
Atina’ya, sonra da Pire Limanı’ndan hareket ederek 4-5 saatlik bir gemi yolculuğuyla
Sakız adasına geçtim. Sakız adasından da (iki adet de araba taşıyabilen) 20-30
kişilik küçük bir tekneyle 45 dakikada Çeşme’ye geçmiştim.
İki
günlük bu kısa seyahat boyunca çocukluğumuzdan bu yana Kurtuluş Savaşı’nda
denize döktüğümüz, yakın tarihe göre düşmanlığıyla bilinen ülke Yunanistan’ı ve
Yunanlıları kısaca gözlemleme şansım oldu…
Açıkçası
bizim Yunanlılara düşmanlık beslememizin uzun bir geçmişi yok. Yani öyle
yüzyıllara dayanan bir konu değil. Yunanistan meselesi bizim açımızdan 21 Mayıs
1919’da İzmir’e çıkmaları ile başlamış ve ordunun 9 Eylül 1922’de denize
dökülerek Anadolu’dan kovulmasıyla son bulmuş. Millî Mücadele yıllarında esas
düşman hiçbir zaman Yunanistan olmamış, Mustafa Kemal Paşa liderliğinde
sürdürülen İstiklâl Savaşı’nda İngiliz destekli Yunanlılar ile beraber diğer
ağababaları olan İtalyan, Fransız ve Ruslar Anadolu’dan tekme tokat
kovulmuşlardır.
Fakat
ne yazık ki Yunanlılar, bu 3 yıllık işgal denemesinde yaptıkları insanlık dışı
uygulamalar ve kötülüklerle anılmakta ve hatırlanmaktadır büyüklerimizin hâfızalarında!
Diğer
yandan Yunanlılara göre Türk düşmanlığı eskiye, 1453’e uzanıyor. Bugünlerde
gündemde olan Ayasofya Camiî’nin bir İslâm mabedi ve İstanbul’un da fetihle
Türk şehri olması konusu, sadece Yunan değil, Hıristiyan dünyası tarafından
kapanmamış bir hesap. Ancak Ortodoks ve Katolik dünyasının da bu konuda bir
fikir birliği yok. Hattâ çoğu Yunan din adamının İstanbul’un alındığı 1453’ten Yunanlıların 1821
yılındaki ayaklanmasına kadar Osmanlılardan çok Katolikleri düşman olarak
gördüğü gerçeği, kendi ifadelerinde yer alıyor.
Yunan
ulusunun 1821’de Osmanlı’ya karşı başlattığı ayaklanma bastırılmış, fakat 1827’de
Fransa, İngiltere ve Rusya, bağımsız Yunan devletinin çıkarlarına hizmet
edeceğini düşünerek savaşa müdahale etmişti. Bu sayede Yunanlılar bağımsız
olmuşlardı. Yani öyle kahramanlık hikâyesi filan yok ortada; ağababalarının
sayesinde bir yer edinmişler.
Uzun
lâfın kısası, 21 Mayıs 1919’da Yunanlılar Anadolu’ya çıkmak gibi bir hâdsizlik yapmasalardı,
sonrasında da kadın, çocuk, yaşlı demeden yakıp yıkarak katliamda bulunmasalardı,
bizim için hâlâ önemsiz bir küçük komşu ülke olacaktı. Şimdi de önemsiz küçük
bir ülke ama kendilerini kullanan bazı güçler ile bizim aramızda kalmaktalar.
Ama biz Yunanlılar için, hep ezelî düşman “Müslüman Türk” olarak kalacağız
anlaşılan...
Ege’nin
Türk ve Yunan yakası
Tekrar
2007 yılının Aralık ayında yaptığım Yunanistan seyahatine döneyim…
Çok
tuhaf duygularla döndüğümü itiraf etmeliyim. Egeli olduğum ve Anadolu coğrafyasını
iyi tanıdığım için, Yunanistan’ı geçerken kendimi, Çanakkale’den İzmir’e
karadan gidiyormuş gibi hissettim. Tabiat, dağ, taş, bitki örtüsü, evler,
binalar, yollar, insanların hâl ve tavrı, neredeyse giyim kuşamı bile o kadar
benziyor ki inanamadım… Bir yerde okumuştum, Selânik’te, deniz kenarında Kordon’dan
İzmir’e doğru baktığınızda, arkanızdaki şehrin İzmir mi, Selânik mi olduğunu
karıştırabilirmişsiniz. “Bu iki şehir birbirinin eşidir” diye yazıyordu.
Gerçekten
de eski İzmir’i ve Alsancak kordonunu bilenler bugün Selânik’e gitseler, aynı
kordon şekli ve yapı tarzını bulurlar. Daha düne kadar her ikisi de Osmanlı
Türk şehriyken, Selânik bizden koparılmış ve Batı Trakya ile Balkanların
tamamında aynı kaderi paylaşmış olan soydaşlarımız, dostlarımız, komşu ve
akbabalarımız göç etmek zorunda kalmışlardır.
Gümülcine
orta hâlli bir Anadolu şehri görünümündeydi ve sırf Türkler yaşadığı için, nispeten
ihmâl edilmiş bir yerdi. Atina’ya varınca tüm Anadolu’da gördüğümüz Roma ve daha
eski dönemlerden kalma harâbeler ve tarihî eserlerle aynı şekilde orada da karşılaştık.
Atina’da
tarihî bina ve eserlerin, duvar ve surların dibinde sırt sırta evler ve binalar
bulunmakta. Şehirleşme çarpık, yollar dar ve trafiği düzensiz; insanların yaya
geçidi ve trafik ışıklarını önemsemeyen hâlleri vardı. Bunlardan dolayı orada
yabancılık çekmedim, memlekette hissettim bir anlamda(!)...
Yeme
içme, Ege mutfağına çok yakın; zeytinyağı her masada vardı, sebze ve yeşillik
her öğün bulunmaktaydı.
İstanbul’dan
göçmüş birkaç Atinalıyla karşılaştım. Biri; araba için park yeri ararken Türkçe
seslendiğim yaşlı bir otoparkçıydı. Beni duyunca Türkçe cevap verdi ve bana İstanbul’dan
geldiğini anlatırken gözleri doluyordu. Belli ki tercihen değil de bir zamanlar
mübadele ile mecburen göç edenlerdendi...
Ben
de moral olsun diye, “İstanbul’dan geliyorum, hemşehri sayılırız” dedim, memnun
oldu bu sıcak sözümden dolayı, yüzü güldü ve bana yardımcı oldu.
Yunanistan’a
giderken Türk olduğumuz için düşmanca ve soğuk bir tavır göreceğimizi
düşünmüştük ama genel olarak böyle bir duyguya kapılacak herhangi bir olay
yaşamadık. Yunanistan’ın her yerinde iyi kötü işinizi görecek kadar Türkçe
bilen birilerine muhakkak rastlıyorsunuz ve hiç de öyle düşmanca değiller. Tabiî
oranın da aşırı milliyetçileri ve düşmanca tavra sahip insanları vardır. Ancak
gördüğüm şu ki, genel olarak halkın gündeminde Türkiye ve Türklerle iş yapma ve
diyalog kurma hâli daha ön plânda.
Dediğim
gibi, coğrafî, kültürel ve davranış tarzı anlamında birbirimize uzak milletler
değiliz. Müzik, folklor ve yerel danslar bile iç içe geçmiş, birbirine
benzemekte… Zaten az önce bahsettiğim gibi, düne kadar Osmanlı toprağı ve tebaası
olarak 400 yıl beraber yaşadığımız, sayısal olarak küçük olan bir toplumdan
bahsediyoruz.
Bizim
için Yunanlar, onların bilinçaltında bize karşı tarihî husûmetleri bulunan ama
Anadolu’ya çıkmalarını saymazsak önemsenecek bir ülke ve uzun yıllar düşman
olarak bile görülmemiş bir millet. Ermeniler kadar içimizde olmamışlar belki, “Millet-i
Sâdıka” olarak görülen Ermenilerin dahi Birinci Dünya Savaşı koşullarında
yabancılar tarafından kışkırtılıp düşman edildiği dönemleri düşününce,
Yunanların da İngiliz, Fransız ve Rus kışkırtmasına gelme hatâsına düştükleri
belli. Kaldı ki, o zaman için bu macera, kendi aralarında fikir birliği olmayan
bir konu. Aklıselim Yunanlar diyorlar ki, “Oldu
da Anadolu’nun yarısını işgal etmeyi başardık, nasıl elimizde tutacağız? Hangi
güçle, hangi nüfusla bu kadar geniş bir coğrafyayı yöneteceğiz?”. Bu
düşünceyle itiraz ederek kendi aralarında tartışıyorlar.
İçlerinde,
“İngilizlere güvenmeyelim, bu işin
sonrası var. Biz kimiz, kaç kişiyiz ki Türklerle baş edecek ve koca Anadolu’yu
elimizde tutabileceğiz?” diye korkup karşı çıkanlar olmuş. “Sadece adaları ve İzmir gibi Rum nüfusun az
da olsa var olduğu bölgeleri alalım, oralarda tutunalım” diyenler de
çıkmış.
Dünden
bugüne bakınca…
Yunanistan’a
giderseniz, anlayacaksınız; siesta saati olarak gün ortasında 14:00-17:00 saatleri
arasında işyerini kapatıp evde uyuyan veya istirahat eden, AB fonlarıyla sanal
bir refah ve gelir seviyesine alışmış ancak 2008’de iflâs etmiş bir ülkeden
bahsediyoruz.
Düşmanı
küçümsememek lâzım elbette, ama ortada düşmanlığını sürdürme gücü olmayan ve
Türkiye’ye karşı Avrupalı patronları yani sahipleri tarafından kışkırtılan bir
Yunanistan olduğunu anlamak için iki gün geçirmeniz yeterli. Yunanistan öyle büyük
bir ülke, büyük bir millet değil.
Diğer
yandan da umutsuz, karamsar, iddiası olmayan, arabayla bir baştan bir başa iki
yahut iki buçuk saatte geçebildiğiniz bir ülke…
Geçenlerde
dikkatimi çekti, Yunanistan’da bugün bile Türkiye ile birlikte olmayı, hattâ
Türkiye’ye bağlanmayı savunan bazı görüşler var. “Avrupa batarsa?” diye Türkiye’ye
selâm veriyorlar anlaşılan.
Bunlar
Yunanistan’ın kendi başına karar verebileceği konular değil tabiî. Türkiye’nin
de Yunanistan’la konuşacağı konular değil. Yunanistan kime hizmet ediyorsa,
kimin maşası olarak Türkiye’ye karşı sesini çıkarıyorsa, işte onlarla
görüşülecek konular!
Yunanistan
gerçek muhatap değil, bize karşı kim kışkırtıp düşmanca bir aparat hâline
getirmişse, onlarla sahada karşı karşıya gelinerek aşılacak konular…
Balkan
devletlerinin tamamı, mevcût büyüklükleri ve hacimleriyle bir devlet olamayacak
kadar küçük ülkeler. O sebeple zamanında Osmanlı Devleti oralarda her ülkeye
vali atar gibi kral ataması yapmış. Yani ülke olmak ile devlet olmak arasında
da farklar var.
Türkiye,
bugün dost ve müttefik ülkeler olan Libya’da, Katar’da, Sudan’da, Somali’de,
Suriye’de, Bosna-Hersek’te, Afganistan’da basit emperyal çıkarlar için değil, o
ülke ve toplumlarla ortak değerleri olan, ortak bir geleceğe inanan ve saygılı
bir işbirliği ile kaynaklarını güce dönüştürmek için çabalıyor.
Yönetimin
saldırganlığının halkta bir karşılığı var mı?
Birkaç
yıl önce rahmetli olduğunu öğrendiğim, orada doğma büyüme Rodoslu Türklerden bir
amca vardı. Adanın merkezinde ve kapalı durumda olan büyük caminin karşısındaki
evinin avlusunda tanış olduk, sohbet ettik. Akıcı Türkçesiyle, “Bu adalar nasıl terkedildi de Yunan adası
oldu, biliyor musun evlât?” diye anlatırken ağlamıştı.
Birileri
sanıyor ki, Ege adaları işgal edildi, Yunanlılar elde etti, kazanıp sahip
oldular. Böyle inananlara keşke rahmetli amcayı dinletebilseydim...
Biz
elimizi uzatıp sahip çıkamadığımız için, Rumların bayrak çekmesi sonucu Yunanistan’ın
hazıra konarak nasıl bedavadan sahiplendiğini anlattı. Hattâ İtalyanlar
çekildikten sonra Türkiye’ye bağlı kalmak için asker isteyen adadaki Türklere, “Asker
gönderecek gemimiz yok” diyen bir Türk askerî yetkilisine o zaman demişler ki, “Üniforma gönderin, biz giyelim! Türkiye’nin
adada olduğunu düşünseler yeter”. “Zaten onların da gelecek güçleri yoktu,
o zamanlarda Yunanistan da çâresiz bir hâldeydi” diyordu rahmetli ağlayarak…
Demem
o ki, bugünlerde düşman sandığımız çevremizdeki bazı ülkelerde, yönetimler
düşmanlık içinde olabilir, ancak halklar seviyesinde Türkiye’ye karşı beslenen
duygular pozitif yönde canlılığını koruyor ve varlığını sürdürüyor.
Diğer
yandan, İstanbul’da gözü olan devletler hep oldu, olacak. Başta Rusya olmak
üzere küresel güçte devletlerin kurabileceği bir hayâldir İstanbul, ancak biz
burada oldukça yine bir hayâl olarak kalacaktır.
Türkiye
olarak çevre ülkeler için bir tehdit değil, fırsat olduğumuzu zamanla hepsi
anlayacak. Zaten halkları biliyor ve anlıyor bunu. Mesele, bu ülkelerin
yönetimlerine kuklalarını yerleştiren asıl güç konumundaki diğer devletlerin
varlığı... Kendilerine bağlı yönetimleri sürdürmek üzere kurdukları kaos, terör
ve sömürü düzeniyle elde ettikleri kazanımların sürdürülebilir olmadığını gören
dünya devletleri, Türkiye’yi yeniden ele geçirmenin peşindeler. Fakat böyle bir
şey (inşallah) ebediyen olmayacak!
Bağımsız
ve güçlü Türkiye, milleti ve devletiyle güçlenerek ilelebet yaşamaya devam
edecek.
Dünyanın
salgın ve sokak olaylarıyla sarsıldığı, ekonomik olarak daraldığı bir dönemde yani
hiçbir devletin gerçek bir savaşa ve kavgaya girmeye cesaret edemediği bir devrede
herkes tetikte ve küresel anlamda kartların karıldığı bir ortamdayız.
Türkiye,
“Dünya 5’ten büyüktür!” sözünü sahada
uygulamalı olarak anlatarak masadaki varlığını sahadaki gücüyle hissettiriyor. Tüm
çevresel ülke ve partnerlere yeni bir ilişki biçimi sunarak ortak kazanımlarını
arttırıyor.
Ülke
ve devlet arasındaki fark
“Yunanistan
ülke mi, devlet mi?” diye sormakla, hem kelime anlamı, hem de mevcût kapasite
olarak ülke olmaktan öte gidemeyecek bir yerden bahsettiğimizin bilinmesini
isterim.
“Ülke” kelimesi daha çok bir coğrafî bölgeyi tarif ederken; “devlet”
kelimesi ise ulus üstü bir organizasyon ve siyâsî bir tüzel varlık olarak tarif
edilir.
Yani bir devlet, birçok ülkeden ve ulustan oluşabilir. Ülke
ise kavram olarak genellikle bir ulusun, hattâ bir ulusun da bir kısmının
yaşadığı özel bölgedir.
***
Not:
29 Mart 2006 tarihli Sabah gazetesinde
Stelyo Berberakis, “Yunanistan’ın En
Büyük 10 Yalanı” isimli bir köşe yazmış. Bu yazıda, Osmanlı yönetimine karşı
ayaklanmanın 185’inci yıldönümünde, To Vima gazetesinde yayınlanan “10 büyük
yalana” yer vermiş. https://www.sabah.com.tr/yazarlar/berberakis/2006/03/29/yunanistan_in_en_buyuk_10_yalani