BİZİ bilmeyen bîçâre,
çuvaldızı bilse ne çâre!
Bakınız,
daha başta, ilk cümlede, atasözü gibi bir söz ettim.
Yüksek
takdirlerinize arz ederim.
“Biz”den
bahsetmek, duydum ki bazılarını rahatsız etmekteymiş. Hamaset barındırmaktaymış
bu tür ifâdeler. Önemli olan, kendi mârifetin neyse, onu ortaya koymakmış.
Yüksek düşünmekmiş. Derin düşünmekmiş. Habire düşünmekmiş. Zaten felsefeymiş
esas önemli olan ki bu yüzden olsa gerek, bizde filozof çıkmamaktaymış.
İyi
bir şey değil tabiî, takdir edersiniz, filozof çıkmaması. Ama bu yakınma
cümlesinin içinde de “biz” geçiyor. “Bizde filozof yok” derken de bize
sığınıyor insan mecburen. Ya da en azından kullanıyor.
Bir
modaya dönüştü. Biraz vatanseverlik serpintili şekilde “biz” diye söze
başlayınca, “Aman bırak bunları!”
tepkisi ile karşısına dikiliyorlar insanın.
Vatanseverlik
kötü, bizden bahsetmek basitlik.
İngiliz’in
ülkesini sevmesi, ülkesi yararına çalışması takdirle karşılanırken, Fransız’ın,
Alman’ın aynı mâhiyetteki çabaları “Olması Gerekenler” başlığında
değerlendirilirken, bir Türk kendi ülkesinin menfaatinden söz edince, hoş
karşılanmıyor bazı çevreler tarafından.
İlginç
bir durum!
Böyle
hâllerde, ben de inadına vatanseverlik damarımızı öne çıkarmak gerektiğini
düşünüyorum. Daha çok “Biz” deme ihtiyacı hissediyorum. “Biz” diyelim, biz
olalım; birlik, beraberlik, bütünlük sağlamak için bütün gücümüzü ortaya
koyalım.
Onlar,
bizden böylece ayrılıyor, ne garip! “Biz”in içinden çıkıp “onlar” oluyorlar.
Hâlbuki
daha düne kadar hepsi bizim oğlanlar, bizim kızlardı.
Daha
düne kadar, aynı yağmurda ıslanmış, aynı güneşte kurumuştuk aslına bakılırsa.
Ne
oldu da, hangi yönden rüzgâr ters esti de şemsiyeniz döndü?
Son
bakışta, hayretle görüyoruz ki, başka tarafa geçmiş, nanik yapıyorlar.
Bu
bize karşı olanlara söylenecek çok söz bulunur da ne bizim o kadar çok vaktimiz
var, ne onların hepsini duyacak kulağı, dinleyecek sabrı, tahammülü.
Sadece,
eski bir sözü hatırlatıp geçebiliriz belki:
“Bizim evde
yalanırsın, Kirkor’un bağında mı ürürsün?”
“Biz”
deyince tüyleri havalananlar, daha fazla sinirlenecekse, varsın sinirlensinler!
Biz işimize bakalım ve kısaca izaha geçelim.
“Biz”in
iki anlamı var.
Biri,
birinci çoğul şahıs…
“Biz
geldik”, “Biz gördük”, “Şu karşıdaki duvarı biz ördük” der gibi…
Diğer
anlamı ise bir eşyânın adı.
Katı
bir şeyi dikerken, iğne geçirilecek yeri delmek için kullanılan, çelikten
yapılmış, sivri uçlu, ağaç saplı araç…
Eskiden
ayakkabı tâmircileri çok kullanırlardı. Şimdilerde ayakkabı tâmir ettirmek pek
azaldığı için çok kişi bilmez.
Herhangi
bir şeyi bilmemek ayıp değil. Bizi bilmemek de istisna sayılmaz. Nasılsa bir
gün, bir yerde denk gelir, öğrenilir. Meğerki bir tarafa batmasın. Zira
acıtacağı aşikâr!
Bir
de bizim köyde şöyle söylerdi eskiler:
“Bize biz derler,
bizden âlâsına çuvaldız.”
Daha
iri yapılı olduğu için olsa gerek.
“Bizi bilmeyen bîçâre,
çuvaldızı bilse ne çâre” deyişim bu yüzden aziz dostlar.
Bilmem,
yeterince sarih anlatabildim mi?
*
“Biz
biz” deyip duruyoruz, “biz”in içi çok zengin.
Her
cins var.
Eğrisi
doğrusu, çatlağı patlağı, kırığı çıkığı… Ne aranırsa bulunur.
O
sebeple olsa gerek, iç siyâsete bakınca, bazen pek fazla bunaltıcı gelebiliyor.
İşte
öyle durumlarda, insanın çileden çıkası geliyor.
Çileden
çıkmak, sevimsiz bir durum ama bir de zıvanadan çıkmak var ki o daha beter!
Tepki
göstermek için enine boyuna düşünmeye de gerek yok esâsen.
İçinden
geldiği gibi söz sarf edilebilir.
“Siyâset buysa,
lânet olsun böyle siyâsete…”
Hemen
ardından derin bir oh çekilir ki kimse duymasa da olur.
“Oh”un
getireceği ferahlık, cümle nâneli mamûllerin ölçüsüne denktir.
Dolayısıyla
günde üç kere “Lânet olsun böyle
siyâsete” demek, kendi kendine terapi sayılır.
Ne
iç sıkıntısı kalır, ne tasa.
Fakat…
Evet, “fakat” kısmı var!
Bazen
yetmiyor, biliyor musunuz?
O
da kurtarmıyor. Üç değil, beş defa lânet okumak bile kâr etmiyor.
Çünkü
içeriye bakınca, hakikaten siyâsetin böyle olmaması gerektiğine hükmediyoruz.
Burada
çoğul konuştum, aynı fikirde olduğumuzu düşünüyorum da ondan.
Hâlbuki
siyâset, topluma hizmet etmek için en önemli vâsıta.
Yalan
dolan olmadan, üç ya da beş kâğıt devreye girmeden yapılsa, milletin
ihtiyaçlarına yönelik davranılsa, bir gün sonrasının daha iyi olması için
gayret edilse, hileye hurdaya başvurulmasa, dürüst hareket edilse, helâl-haram
bilinerek, başta yetim olmak üzere herkesin hakkı gözetilerek adım atılsa, işte
o zaman görürüz ki hakikaten halka hizmet, Hakk’a hizmetmiş!
Bakınız,
ne çok şikâyet birikmiş.
Hepsi
de içeridenmiş.
Bizimmiş,
bizdenmiş.
Demek
ki “biz” demek, her zaman hamaset anlamına gelmiyormuş.
Diyeceğim
o ki, bazen iç siyâset fazla mide ağrısı yaptığı zaman, vakit geçirmeden
dışarıya bakıyorum.
Bir
Fransız ne demiş, bir İngiliz, Alman, Amerikalı nasıl konuşmuş? Rus, Arap,
Japon ne yapmış? Yunan, Bulgar, Ermeni ve dahi Müslümanı, Yahudisi, Urumu,
hangisi denk gelirse kulak kabartıyor, bakış fırlatıyorum.
Biliyorum
ki, elin adamıdır, ne söylese yakışır.
Hele
bir Yunan televizyoncu var. Adamı seyretmenin keyfine sınır çizilemez.
Yunanların
bize bakışı hiç değişmez, bilirsiniz. Adı mühim değil, o sunucu da konuştukça
ferahlık veriyor.
Birkaç
defa seyrettiğim bir konuşması var ki büyük ihtimâl rastlamışsınızdır.
Libya
ve Doğu Akdeniz üzerinden dalıyor, sözü nerelere götürüyor.
Türkiye,
Libya’nın bir kısmını kontrol altına almak istiyormuş.
Jeostratejik
zorbalık süreci içindeymiş. (Evet, Türkiye…)
İslâmî
bir MEB için potansiyel yaratmak amacıyla hareket ediyormuş.
MEB
dediği, Millî Eğitim Bakanlığı değil, “Münhasır
Ekonomik Bölge” (82’den beri geçerli olan Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku
Sözleşmesi uyarınca, bir devletin deniz kaynaklarının araştırılması ve
kullanılmasında, su ve rüzgâr enerjisi de dâhil olmak üzere, özel haklara sâhip
olduğu deniz bölgeleri)…
Başka
neler söylüyor Yunan sunucu, bakalım…
Kıbrıs’ı
rehin almak niyetindeymiş Türkiye. İsrail’e baskı yapmaktaymış, hedeflerini
zorla kabul ettirmeye çalışıyormuş.
Doğalgazı
kendi topraklarına geçirecekmiş.
Bunları
yaparsa, Libya’da da etkili olursa, çok güçlenecek, on yıl içinde bölgenin
süper gücü olacakmış.
Erdoğan
her vesîleyle halka açık konuşmalarında dünyaya meydan okumaktaymış.
“Avrupa ve ABD
bize hangi hakla ders veriyor?” diyormuş.
Amerikalıların
Kızılderilileri katlettiğini hatırlatıyormuş.
Batı’nın
her türlü suçu işlediğini söyledikten sonra, “Ancak biz Türkler tamamen masum bir halkız” diye ekliyormuş.
Hâlbuki
gerçekler hiç de öyle değilmiş.
Tarihî
olmayan ama sabıka kaydı olan biri varsa, o da Türkiye imiş.
Küçük
Asya kökenli Rumlara ve Ermenilere soykırım uygulamışmış.
Bu
kadar da değilmiş. Asur ve Keldâniler ve de diğer azınlıklar için de aynı durum
söz konusuymuş.
Türkler,
Almanların uzmanlığını almışlar ve soykırımı bir bilim hâline getirmişlermiş.
Onlar
yâni biz Türkler, Asya’nın utanç duyduğu ve kabul etmediği insanlarmışız.
Bütün
yaptıklarımız için özür dilemeliymişiz. Yunan ve Batılılar değil…
“Katliam”
kavramı, Türko-Moğol ordularının ortaya çıkışıyla eş anlamlıymış. (“Eş anlam”
kelimesini tercih etmek, burada dil açısından sağlıklı bir ifâde değil ama
derdini anlıyoruz.)
Zira
biz medeniyet yaratmayan insanlarmışız. Medeniyetimiz yokmuş. Bu cümleyi bir
daha okumak gerekir mi? Sanmam.
Tamamen
yok ettiklerimizin külleri üzerinde bir şeyler kurmuşuz da onu medeniyet
sanmışız.
Hiç
de yok demek zor geliyor olsa gerek, Yunan dostumuz şöyle devam ediyor: “Sadece birkaç medeniyet vakası vardı ve
çoğunlukla farklı uluslardan gelen İslâmlaşmışlardan geliyordu.”
(“Dost”
kavramını da bu arada harcadık, mirasyedi gibi kıydık gitti ama biraz gayret
gösterirsek telâfi ederiz.)
Ancak,
işte burada zurnanın tuhaf sesler çıkarmaya başladığı yere yaklaşıyoruz!
Diyor
ki şâir burada: “Ancak her zaman bir Türk
bilinci vardı. Bunu medyalarında ifâde ettiler, televizyonlarını açabilirsiniz
ve Türklerin şunu söylediğini göreceksiniz: ‘Evet, millî bilincimiz Türk ama
öğrendiğimiz üzere kökenimiz Yunan.’ Bu, onları bu stratejinin evrimi ve
yönleriyle ilgilendirmelidir.”
Cümle
bozuk olsa da merâmını anlatıyor. Hem zâten çeviriden kaynaklanan cümlenin
bozukluğu ne ki? Adamın cümle niyeti bozuk!
Ne
içti de kamera karşısına geçti bilmiyoruz ama iddia ettiği o sözü söyleyecek
iki üç kişi vardır ülkemizde. O kadarını da biliyoruz. Gizlisi saklısı yok.
Sarılmalarından,
kucaklamalarından, sevinçle karşılamalarından, manşetlere taşımalarından,
ekranlara çıkarmalarından…
Yanlış
mı söyledim?
Yoksa
“Manşetlere çıkarmalarından, ekranlara
taşımalarından” mı demeli?
*
Adam,
Libya ve Doğu Akdeniz konusundaki çabalarımızın varacağı yeri görmüş.
Bizi
yanlış tanısa bile, aşırı ve iflâh olmaz bir düşmanlık beslese bile, kendi
kusurlarını bize yapıştırmaya çalışsa bile görmüş.
Onu
da çekinmeden dile getiriyor.
Niyeti,
kendi ülkesini uyandırmak, harekete geçirmek.
Konuşmasının
sonunda Fransa ve ABD’nin askerî yardımlarını dile getiriyor.
Biz
de tebessümle karşılarken, Makbule Kaya’nın çok güzel söylediği bir türküyü
hatırlıyoruz hemen. “Fırın üstünde fırın/
Duyun komşular duyun” diye başlar, “Tara
leyli leyli” ile devam eder ve esas meseleyi şöyle dile getirir: “El atına binmiş, çalım satıyor…”
Fransız’ı,
ABD’si yardımını esirgemez, biliriz. İngiliz’i ve daha bilmem nesi de silâh
yığar size, merak etme komşi. Fakat mesele silâh yığmakla bitmiyor. Bir de onu
kullanacak adam lâzım.
Bilmez
misiniz, Yunanistan’ın bize silâhtan ve savaştan bahsetmesi, ancak ve ancak
kötü, kalitesiz, yavan bir şaka mâhiyetindedir.
Bizim
kılıç kalkan ekibi bile size yetecektir, haberiniz yoksa olsun!
Galiba
bu konuya gelecek yazıda devam edeceğiz aziz dostlar.
İşte
kelimeyi de kurtardık, hak ettiği yeri bulduk!