Yunan’a Hanya’yı Konya’yı göstermenin vaktidir!

Türkiye’nin MEB ilânı ve Libya ile yaptığı deniz yetki alanlarının sınırlandırılması anlaşmasından sonra hiçbir devlet, Yunan’ın yanında durmaz, duramaz. Bizim haritamızın ortaya çıkmasından sonra, güya karşı blok oluşturduğu Mısır ve İsrail’e bile kazık attığı anlaşılan Yunan’ın durumu vahim!

GEÇEN haftaki yazımızın sonunda, Türk Devlet Hüma’sının 2021 sonrası uçacağı yerlerden birinin Ege -ki maksadımız Ege adalarıydı- olacağını öngörmüştük.

Daha bu yazının mürekkebi kurumadan, MSB, 23 Ocak 2020 tarihi itibarıyla ilk işaret fişeğini attı.  

Millî Savunma Bakanı Hulusi Paşa, Ege adalarıyla ilgili olarak, “Ege’de uluslararası anlaşmalarla belirlenen gayr-i askerî statüde 23 ada var. Yunanistan, gayr-i askerî statüde ada olmasına rağmen bunlardan 16’sını anlaşmalara aykırı olarak silahlandırmıştır. Yunanistan’dan uluslararası hukuka, imzaladığı anlaşmalara ve iyi komşuluk ilişkilerine göre davranmasını bekliyoruz. Hiçbir şekilde hakkımızı çiğnetmeyiz. Bu bir tehdit değil, ama ‘İyi komşuluktan yanayız’ dememiz de bir zafiyet değil. Şu anda ne dünyada, ne de tarihte karasuları 6 mil, hava sahası 10 mil olan bir ülke var. Böyle bir garabetle karşı karşıyayız. Bunu bir doğruymuş gibi dünya kamuoyuna tanıtmaya çalışıyorlar. Bu konudaki hakkımızı hukukumuzu savunuyoruz” dedi.

Diplomatik lîsan kılığına bürünmüş bu beyanatın zehir zemberek bir beyanat olduğu çok açıktır. Türkiye, 23 Ocak itibarıyla Yunanistan’a gayr-ı resmî bir nota vermiştir. Bu çıkışın yeri ve zamanı o kadar iyi seçilmiştir ki Yunan, resmen ters ayakta yakalanmıştır. Bakan Akar’ın bu beyanatı, Türk Devleti’nin Ege adalarıyla ilgili 1964 ve 1975’teki çıkışlarından farklı bir beyanattır. Bana göre bu beyanatın -ki “nota”dır- arkası gelecek ve Yunan’a darbeci Hafter ile alenî görüşmesinin, Akdeniz’de hiçbir hukuka dayanmayan emrivakilerinin, uydurma bir harita oluşturup bu uydurma haritaya dayanarak ikinci ülkelerle anlaşma yapma gibi küstahlıklarının hesabı sorulacaktır.

Yunan günün sonunda, Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan da olacaktır.

Türk Devleti; derin aklı, sabırlı diplomasisi, belgeye dayalı eylemi olan bilge ve tecrübeli bir devlettir. Yunan’ın Ege adalarını, Lozan Anlaşması’nın hilâfına savaş uçaklarının bile ineceği bir askerî üs hâline getirmesini not etti. Ne var ki, içindeki ABD ve Batı çıkarlarına hizmet eden etkin yapılar yüzünden bu notlarını “nota” hâline getiremedi.

Ancak 15 Temmuz milâdından sonra bağımsız bir politika izleyen Türkiye, ayağına geçirilen bu “adalar” prangasından kurtulmak zorunda olduğunu gördü. Konjonktürel olarak güç dengeleri ve siyâsî şartlar da lehimize dönmeye başlayınca, Yunan’a “Dur bakalım!” demenin zamanı geldi.

***

Türkiye bu uyarıyı lâf olsun diye yapmadı. Benim öngörüm, Akar’ın beyanatının tekil bir beyanat olmayıp, şimdilik embriyo hâlini almış bir devlet politikası olduğudur. Yakında bu embriyonun gürbüz bir çocuk olarak doğduğunu, Devletimizin değişik ağızlarından dile getirilerek Yunan üzerinde sıkı bir baskı kurulduğunda öğrenmiş olacağız.

Zaten bizim savunma sanayiinde yaptığımız atakları bizden daha iyi takip eden Yunan, böyle bir günün geleceğini çok iyi biliyor. Bildiği için de, yangından mal kaçırır gibi Akdeniz’de hukuken bizim olan bölgelerde AB ve ABD petrol şirketlerine arama ruhsatları çıkararak ilgili ülkelerin desteğini kazanmayı amaçlıyor.

Ne var ki, Türkiye’nin MEB ilânı ve Libya ile yaptığı deniz yetki alanlarının sınırlandırılması anlaşmasından sonra hiçbir devlet, Yunan’ın yanında durmaz, duramaz. Bizim haritamızın ortaya çıkmasından sonra, güya karşı blok oluşturduğu Mısır ve İsrail’e bile kazık attığı anlaşılan Yunan’ın durumu vahim!

Yunan, şu anda çürük ipe hayâl dizmenin hakikatiyle yüzleşiyor. Yalnızlaştı ve yalnız kaldığını kendi kamuoyundan saklamak için de saldırgan bir tutum izlemeye başladı. Ancak uluslararası arenada “Vuracağım, kıracağım!” blöfü, güçle doğru orantılıdır. Gücü olmayanın blöfünü bu arenada ânında görürler ve defterini de acımadan dürerler.

Akar’ın beyanatıyla artık bir devlet politikası hâline gelmeye başladığı anlaşılan Ege adaları, millî ve yerli duruşa sahip Türk aydınları için yeni bir kamuoyu oluşturma alanıdır. Devlet, mâhiyeti icabı ağır ve temkinli hareket eder, ancak bizler için hiçbir kısıt yoktur. Üstelik neresinden tutsak elimizde kalan bir Ege adaları mağduriyetimiz var.

Bu meselenin üzerine gittikçe Yunan’ın köşeye sıkışacağından adım gibi eminim! Biz bu konuyu deştikçe Yunan’ın İsrail ve Lübnan açıklarında petrol kuyuları açma rüyası, Girit dâhil, Ege’deki adaları kaybetme kâbusuna dönüşecektir.

***

Girit’i niçin diğer adalardan önce zikrettiğime gelince azîzim…

Girit dâhil, Ege adaları, anamızın ak sütü gibi bizimdir! Girit’in diğer adalara nispetle Ege’deki konumu, balıkçı teknelerine nispeten amiral gemisi gibidir. Akıllı adam, amiral gemisi dururken balıkçı teknelerinin peşine düşmez.

Şimdi değerli okuyucularımı, Girit’i bu fakirin gözünden görmeye davet ediyorum.

Buyurun, işte karşınızda gasp edilmiş bir vatan parçası olan Girit diyârı ve Batılıların Ali Cengiz oyunları…

***   

Girit, Akdeniz’i Ege Denizi’nden ayıran bir coğrafî konumda yer alır. 60 kilometre uzunluk ve 15 ilâ 50 kilometre arasında bir genişlik ile stratejik bir adadır. En yüksek dağları olan Akdağlar (2 bin 482 metre) ve İda (2 bin 498 metre), bizim Toros dağlarının çocuklarıdır. Zira ada, Toros dağları ile Mora yarımadası arasındaki hat üzerinde yükselir.

Ada güneyindeki dağlar, denize dik bir şekilde inerken, kuzeyde denize doğru kademeli bir iniş göze çarpar. Dağlık kesimle kıyı arasında küçük ovalar sıralanır. Anlaşılacağı üzere adanın kuzeyi, güneyine oranla ulaşım bakımından daha uygundur.

Ada, kendine özgü doğal limanlara sahiptir. Bunların en tanınmışı, Suda Limanı’dır. Adanın bilinen şehirleri, Osmanlı’daki adlarıyla Kandiye, Resmo ve Hanya’dır.

Girit ovalarında mısır, buğday, tütün, pamuk, muz ve turunçgiller yetiştirilir. Bu ovaların en tanınmış ve mümbit olanı, Mesera ovasıdır. Genelde çıplak bir görümü olan Girit dağlarında yer yer çam ve servi öbekleri görülür.

Türklerin Girit ile münasebetleri, beylikler dönemine tekabül eden 14’üncü yüzyıla kadar uzanır. Venedik’e bağlı Girit Dukalığı ile Aydın ve Menteşe Beyliklerinin ticârî ve siyâsî ilişkiler geliştirdikleri görülür. 1331 yılında Girit Dukası Morosini ile Menteşe Beyi Orhan Bey arasında bir anlaşma, 1337’de bir ahitname hayata geçer.

Bu yıllardan itibaren Girit halkının yüksek vergilerden dolayı Venediklilere sık sık isyan ettikleri görülür. Bu fırsattan yararlanan Aydınoğlu Umur Bey, deniz seferlerine çıkarak Girit’i tehdit etmiştir.

Osmanlıların Girit üzerindeki baskıları, 1450 yılından itibaren kendini hissettirir. 1469 yılında Osmanlı-Venedik ilişkileri bozulunca, Fatih döneminde Girit, çeşitli istikametlerden Osmanlı hücûmlarına sahne olmuştur.

Kanunî döneminde, 1533 ile 1537 yılları arasında Girit’in Barbaros Hayrettin Paşa tarafından hedef alındığı görülür. Barbaros, 1538 yılında Kandiye, Resmo ve Hanya’ya saldırılar düzenlemiştir.

Girit, İkinci Selim döneminde de Osmanlıların hedefindedir. Osmanlı denizcileri, 1567’de Suda Kalesi’ne bir gece baskını yapmışlar ve Hanya Kalesi’ni zorlamışlardır. Cezayir donanması da aynı zamanda Resmo yöresini vurmuştur.

***

Osmanlı ile Trablus (Libya), Tunus ve Cezayir arasına giren Girit, Doğu Akdeniz hâkimiyetini engelleyen bir konumda idi. Osmanlı bu engeli bertaraf etmedikçe rahat etmeyecekti.

Sultan İbrahim döneminde Sünbül Ağa’yı Mısır’a götüren bir küçük gemi kafilesinin Girit açıklarında Malta Şövalyeleri tarafından pusuya düşürülmesi ve gasp edilen malların Girit’e satılması üzerine Osmanlı Devleti, 1645’te Girit’e sefer düzenlemiştir. Kaptan-ı Deryâ Yusuf Paşa komutasındaki Osmanlı Ordusu, Hanya bölgesinden karaya çıkarak 54 günlük bir kuşatmadan sonra Hanya Kalesi’ni zapt etti. Venedikliler ise Bozcaada ve Limni’yi ele geçirerek Çanakkale Boğazı’nı ablukaya aldılar ve Osmanlı donanmasının lojistiğini keserek savaşın uzamasına sebebiyet verdiler.

Osmanlı ise Girit’i adım adım fethetmekten geri durmadı. Yusuf Paşa’dan sonra “Girit Serdarı” tayin edilen Deli Hüseyin Paşa, içinde Resmo’nun da bulunduğu birçok kaleyi zapt etti. Osmanlı bu arada Bozcaada ve Limni’yi kurtardı.

Girit’in iki önemli şehri olan Hanya ve Resmo düşmüş, savaş Kandiye’ye kilitlenmişti. 1666’da Osmanlılar, Fazıl Ahmet Paşa kumandası altındaki büyük bir ordu ile tekrar Girit’e yüklendiler. İki buçuk yıl süren sıkı bir kuşatmadan sonr,a 6 Eylül 1669’da Kandiye Kalesi de düştü. Venedik’in elinde kalan Spinalonga ve Suda Kalesi ile ise 1715’te fethedildi ve Girit, tamamen Osmanlı hâkimiyetine geçti.

***

Osmanlılar fetih öncesi, fethedecekleri yere yumuşak güçleri olan tekkeler vâsıtasıyla girerlerdi. Bu usûl Girit’te de uygulanmış, bir Bektaşi şeyhi olan Horasanî Ali Dede ve müritleri, 1645’te adaya girmiş, Hanya ve Resmo’nun fethi sırasında orduyla beraber hareket etmişlerdir. 1647’de “Horasanlı Dergâhı” adıyla Kandiye yakınlarında büyük bir dergâh kurmuşlardır. Bu tarihten itibaren tarikat mensupları Girit’e bizim olan bir ad vermişlerdir: “Küçük Horasan”

Girit, Osmanlı hâkimiyetinde 150 yıllık bir Osmanlı huzuru (Pax Ottomane) yaşasa da Mora İhtilâli ile beraber bu huzur bozulmaya başladı. Bu dönemde Rusların güçlenmesi ve Çar Deli Petro’nun Balkanlar üzerindeki emelleri, sükûnete engel teşkil ediyordu. Fransız İhtilâli ile ortaya çıkan milliyetçilik akımı da başka bir tehditti. Bir de bunlara Osmanlı’nın yaşadığı iç karışıklık ve yönetim zayıflığı eklenince, Hıristiyan tebaa arasında ayrılma arzuları kuvvetlendi. Rumların büyük devletlerden gelen desteklerle kurdukları ayrılıkçı “Heteria Cemiyeti” de bu arzuları tahrik ediyordu.

Nihâyet 1821 Temmuz’unda, Hanya’nın dağ köylerindeki Hıristiyanlar ayaklanarak Türklerle meskûn kasaba ve köylere saldırdılar -tanıdık gelen bir sahne- ve Osmanlı Devleti, isyanı bastırma işini Mısır Valisi Mehmet Ali Paşa’ya havale etti.

Paşa, Girit’i Mısır’a katmak gibi şahsî hesaplar taşısa da 1831’de isyanı bastırdı. 1841’de ikinci bir isyan dalgası daha geldiyse de Osmanlı, adaya gönderdiği takviyeyle bu isyanı da bastırdı.

1866’da Yunanistan’ın tahrikiyle geniş çapta bir Girit isyanı daha baş gösterdi. Sultan Abdülaziz, Sadrazam Ali Paşa’yı Girit’e göndererek Hıristiyan ahaliye çeşitli imtiyazlar veren -yine tanıdık bir durum- bir nizamnâme yayınlattı (4 Ocak 1868).

Bu nizamnâme ile Girit beş sancağa bölünerek, Hıristiyan ve Müslüman mutasarrıflarca yönetilmeye (!) başladı…

(Devam edecek…)