Yunan’a Hanya’yı Konya’yı göstermenin vaktidir! (2)

Azizim, biz Girit’i 25 yıl süren bir mücadele ile zapt ettik. Osmanlı Devleti hiçbir yerin fethinde Girit kadar zorlanmadı. Bu kadar ağır bedel ödenerek “Küçük Horasan” adını alan bir vatan toprağının alavere dalavere ile elimizden alınmasına, ne alınması, çalınmasına göz mü yumacağız?!

1877-1878 Osmanlı-Rus Harbi (93 Harbi), Girit’te yeni bir ayaklanma getirdi. 23 Ekim 1878’de âsilerle büyük devlet konsolosları gözetiminde Halepa’da bir mukavele imzalandı ve Girit Valiliği Hıristiyanlara verildi. Bu anlaşma, Osmanlı’yı Girit’te pamuk ipliğine bağlamaktı elbet, lâkin devletin içinde bulunduğu buhran, bile bile lâdes demeyi gerektiriyordu.

Girit Hıristiyanlarına bu da yetmedi ve 1885’te Yunanistan ile birleşmek için bir isyan daha çıkardılar. Osmanlı, Girit’e gönderdiği Şakir Paşa ile isyanı bastırdı. 1896’da Hanya’da tazyik altındaki Müslümanlar ile saldırgan Hıristiyanlar arasında bir çatışma başladı. Büyük devletlerin bilgisi dâhilinde çıkan bu çatışmanın akabinde büyük devletler (!) meseleye el koyarak, Osmanlı’ya 25 Ağustos 1896’da bir nizamnâme imzalattılar.

10 Şubat 1897’de Yunan Prensi George’nin komutasında bir filo, adaya asker çıkardı. Karaya çıkan askerlerin komutanı Vassos, adayı zapt ettiğini bildirdi (16 Şubat 1897). Ancak Yunanlılar, efendilerinden icâzet almadan bu işe kalktıkları için büyük devletler (Rusya, İngiltere, Fransa, Avusturya, Almanya ve İtalya), Hanya limanına müşterek asker çıkardılar ve Yunanistan’ın çekilmesini talep ederek adayı 5 Aralık 1898’e kadar ablukaya aldılar.

Alavere dalavere derken Almanya ve Avusturya hâriç büyük devletler, 18 Aralık 1897’de Girit’i Osmanlı hâkimiyetinde (!) özerk vilâyet ilân ettiler. Yunan Prensi George’yi de 22 Aralık 1898’de “fevkalâde komiser” tayin ettirdiler.

Anlayacağınız, tilki kümese bekçi atandı!

Bu tilki, yönetim görüntüsü altında kısa zamanda gerekli kaos ortamını hazırlamakta gecikmedi. 1901’de huzursuzluk, 1905’te isyan ve tilkinin (Prens George) görevden çekilmesi (1906)…

Bu çekiliş danışıklı bir iş idi. Prens’in görevden çekilmesi üzerine hâmi devletler, halefin seçilmesini Yunan kralına bıraktılar. Bu durum, Osmanlı’nın Girit üzerindeki tasarrufunun sonu demek oluyordu.

1906 Ekim ayında Yunan kralı, eski bakanlardan Zaimis’i aynı yetkiyle tayin etti. Osmanlı Devleti bu girişimi ancak protesto edebildi. Bu iğreti yönetim, Girit’in Yunanistan’a ilhak teşebbüsünün bir kez daha tekrarlandığı 1908 yılına kadar sürdü. 1908’de Zaimis hâmi devletlere, 23 Temmuz 1906’da verdikleri notanın gereklerini yerine getirdiğini, Müslümanların can ve mal emniyetlerini sağladığını (!) bildirdi. Bu teşebbüs üzerine hâmi devletler, 11 Mayıs 1908’de Girit’teki askerlerini çekmeye karar verdiler. Bu an için hazırlanan Girit Millî Meclisi, adanın Yunanistan’a ilhakını resmen ilân etti.

Girit Meclisi’nin bu teşebbüsü Osmanlı coğrafyasında büyük bir infiâl uyandırdı. İstanbul’da etkili mitingler düzenlendi. Osmanlı Devleti, bu kamuoyu desteğine dayanarak hâmi devletler nezdinde ilhakın geçersiz sayılması için teşebbüse geçti. Bu devletler, sanki durumdan bîhaberlermiş gibi, kendi onayları olmadan böyle bir ilhakın söz konusu olmayacağını bildirseler de fiilî durumda bir değişiklik olmadı. Asker çekmeyi 1909 Temmuz ayına ertelediklerini bildirdiler. Lâkin Osmanlı’nın hâkimiyet haklarını koruma girişimini kabul etmediler.

13 Temmuz 1909’da Osmanlı Devleti’ne bir nota vererek 26 Temmuz’da askerlerini çekeceklerini, Türk sancağının kendi sancaklarıyla beraber korunacağını ve Müslümanların emniyetlerinin sağlanması için gerekli tedbirleri (!) alacaklarını söylediler. Yunanistan’a da göz kırparak, “Adadaki durumu şimdilik olduğu gibi kabul edin ve Osmanlı Devleti’ni tahrik etmeyin” denildi. Görünüşte beyan böyleydi ama aslında Yunan’a, “Bunun tam tersini yapın, ada korumasız” demek istiyorlardı.

Hâmi devletlerin asker çekmesinin akabinde, Hanya Kalesi’nde Yunan bayrağı dalgalanmaya başladı. Bu durum Osmanlı ve hâmi devletler (!) tarafından protesto edildi. 5 Ağustos’ta Yunan hükûmetinden bu ilhakı reddetmesi istendi. Bu baskı üzerine Yunan hükûmeti bir açıklama yaparak, meselenin hâllinin hâmi devletlerin elinde olduğunu bildirdi. Ancak Girit’te bayrak indirilmeyince, 18 Ağustos 1909’da hâmi devlet askerleri karaya çıkarak bayrağı indirdiler ve tedbir amacıyla 50 askeri de kalede bıraktılar. Osmanlı’ya ise, Yunan’a karşı hasmane bir harekete girişmeme uyarısı yaptılar.

Fakat Giritliler Yunanistan ile birleşme teşebbüslerinden geri durmadılar. 9 Mayıs 1910’da Girit Meclisi’ni Yunan kralı namına açıp krala bağlılık yemini ettiler. Bu durum hem Müslüman milletvekillerinin, hem de Bâb-ı Âli ve hâmi devletlerin tepkisine neden oldu. Bab-ı Âli, hâmi devletleri protesto etti. 29 Ekim 1910’da hâmi devletler, Osmanlı’nın Girit üzerindeki hâkimiyetini korumaya karar verdiklerini ve adanın Hıristiyan mebuslarını uyardıklarını Osmanlı’ya bildirdiler.

Bu arada 1911 Eylül ayında Zaimis’in görevi sona eriyordu. Yunan’ın plânı, bu vesîleyle Girit Meclisi’ni dağıtarak adayı Yunan kralı adına yönetecek birini tayin etmekti. Bab-ı Âli, bu plân üzerine hâmi devletler nezdinde teşebbüse geçti. Hâmi devletler bu konunun müzakeresinde Osmanlı’yı masaya çağırmadılar, ancak ne Zaimis’in görevini yenilediler, ne de başka bir tayini kabul ettiler.

Mart 1910’da Girit’teki meşrutî icra komitesi düşürülerek yerine ihtilâlci bir meclis getirildi. Bunlardan bütün bölgelerin temsilcisi sıfatıyla 25 mebus, Yunan parlamentosuna gönderildi. Bu girişim hâmi devletlerce kabul görmedi. 25 mebus Atina’ya gitmek üzere vapura bindiklerinde, bir İngiliz gemisi tarafından tutuklandılar ve Yunan Meclisi açık kaldığı sürece bırakılmadılar.

Balkan Savaşı’nın başlangıcında Yunan hükûmeti her iki meclisin birleşmesini onayladı ve 26 Ekim’de Yunan Genel Valisi Dragumis, Girit’in idaresini ele aldı. Bab-ı Âli, bu durumu hem hâmi devletler nezdinde protesto etti, hem de Atina elçisini geri çağırdı.

Balkan Savaşı’ndan sonraki durum

Balkan Savaşı’ndan sonra Girit’in hukukî durumunu belirleyen dört anlaşma vardır: 30 Mayıs 1913 Londra, 10 Ağustos 1913 Bükreş, 14 Kasım 1913 Atina ve 24 Temmuz 1923 Lozan…

1) Londra Antlaşması: Bu antlaşmanın dördüncü maddesi uyarınca Girit adası, Balkan Savaşı galipleri olan Yunanistan, Sırbistan, Karadağ ve Bulgaristan’a paylı mülkiyet olarak veriliyordu.

Antlaşma maddesi açık bir şekilde her devlete yüzde 25 pay öngörüyor ve hiçbir devlete tek başına bir tasarruf hakkı tanımıyordu. Bu antlaşmanın daha dikkat çekici tarafı ise, Girit adası müştemilatından sayılan 14 ada ile adacık ve kayalıkları ise Osmanlı hâkimiyetinde bırakıyor olmasıydı.

Şimdi, elde var mı Girit’e bağlı 14 gasp edilmiş adamız ile adacık ve kayalıklarımız? Var!

***

2) Bükreş Antlaşması: İkinci Balkan Savaşı’ndan sonra Romanya, Yunanistan, Karadağ, Bulgaristan ve Sırbistan arasında imzalanan bir antlaşmadır. Bu antlaşmanın beşinci maddesi ile Bulgaristan, Girit adası üzerindeki yüzde 25’lik payından feragat etmiştir.

Bu feragatin güzel tarafı, bu feragati Bulgaristan’ın Yunanistan lehine yapmamış olmasıdır. Bu durumda feragat edilen pay kimin hanesine yazılır? Elbette Osmanlı’nın!

Çünkü feragat edilen hisse, aslına döner.

Şimdi, Bükreş Antlaşması ile Girit’in dörtte biri hukuken bize döndü mü? Döndü!

***

3) Atina Antlaşması: Osmanlı Devleti ile Yunanistan arasında imzalanan bu antlaşmanın 15’inci maddesi, her iki devletin de Londra Antlaşması’nın hükümlerini uygulayacaklarını imza altına almıştır. Bu müşterek imza, adanın dörtte birinin Yunanistan’a ait olduğunu teyit eden bir belgeden başka bir şey değildir.

***

4) Lozan Antlaşması: Bu antlaşma Türkiye, İngiltere, Fransa, İtalya, Japonya, Yunanistan, Romanya ve Sırbistan arasında imzalanmıştır.

Bu antlaşmanın 12’nci maddesi, Atina Antlaşması’nın 15’inci maddesinin uygulanacağını teyit etmiştir.

Bu teyit ne anlama geliyor?

30 Mayıs 1913 Londra Antlaşması’nın geçerliliğine atıf yapıyor. Zikredilen antlaşmanın esası nedir? Adanın dörtte birinin Yunanistan’ın olduğu hususu…

Şimdi, gelelim hesabın sağlamasını yapmaya…

***

Aziz okuyucu, görüldüğü üzere bizim Girit adası, Balkan Savaşı sonrası dört ülkeye verilmiştir. Bunlardan Bulgaristan, 1913 Bükreş Antlaşması sonucu hakkından feragat etti mi? Etti!

Peki, Bulgaristan, “Payımı Yunanistan’a bırakıyorum” dedi mi? Demedi!

Pay kime geldi? Adanın sahibi olan bize! Şu hâlde elde var, yüzde 25 hisse…

Sonra ne oldu? Diğer hissedarlar Sırbistan ve Karadağ ise Lozan Antlaşması’nı izleyen süreçte haklarından fiilî olarak feragat ettiler.  Peki, anılan bu iki ülke, “Adadaki paylarımızı Yunan’a bırakıyoruz” dediler mi? Demediler!

Şu hâlde hukuken bu paylar kimin olur? Kimin olacak, adanın sahibi olan bizim!

Bir yüzde elli hisse de buradan geldi mi? Geldi!   

Şimdi toplayalım: 1913 Bükreş Antlaşması ile feragat yoluyla Bulgaristan’dan yüzde 25 ve 1923 Lozan Antlaşması sonrası yine feragat yoluyla Sırbistan ve Karadağ’dan gelen yüzde elli payları toplarsak, eder yüzde 75!

Bu yüzde 75’e ilâveten, adaya bağlı 14 ada, adacık ve kayalıklar zaten bizim!

Aziz okuyucu, şu durumda Girit hukuken kimin?

Bizim!

Peki, ada kimin elinde? Yunan’ın... Yunan’ın ada üzerindeki payı kaç yüzde 25…

Ne yapacağız?

Buna karşılık yapacağımız şey basit: Yunanistan’dan işgal ettiği adamızı ve ada müştemilatındaki ada ve kayalıklarımızı geri isteyeceğiz.

Azizim, biz Girit’i 25 yıl süren bir mücadele ile zapt ettik. Osmanlı Devleti hiçbir yerin fethinde Girit kadar zorlanmadı. Bu kadar ağır bedel ödenerek “Küçük Horasan” adını alan bir vatan toprağının alavere dalavere ile elimizden alınmasına, ne alınması, çalınmasına göz mü yumacağız?!

Haydi yüz yıl önce Girit’i istirdada gücümüz yetmiyordu, şimdi öyle mi? Gücümüz de yerinde, dirayetimiz de... 

***

Osmanlı, 1845’te Hanya’yı Girit’in başkenti yaptı. Dilimizde hâlâ yaşayan bir deyim vardır “Hanya’yı Konya’yı göstermek” şeklinde, bu deyimdeki Konya ise, Hanya’ya 15-20 kilometre mesafede bir yerleşim yeri… Hanya üzerine sevk edilen Osmanlı Ordusu, Konya (Gonya/Gönye) üzerinden Hanya’ya bin bir zorlukla ulaştığı için bu deyim, o zorluktan doğmuş olmalıdır. Deyimin bugünkü tehditsel anlamı ise, Girit adasının Osmanlı’da bir sürgün yeri olarak kullanılmasıdır. Bu deyimi Osmanlı bürokrasisi üretmiştir. Hâddini bilmeyen memura, “Sana Hanya’yı Konya’yı gösteririm” demekle, “Seni Girit’e sürer, sürüm sürüm süründürür, hâddini bildiririm” der.

Ne dersiniz, esrik keçinin dövüşmeye kurt aradığı gibi, cüssesine bakmadan bize efelenmeye kalkışan Yunan’a Hanya’yı Konya’yı göstermenin vakti gelmedi mi?