Yunan’a söyleyin, kötü şaka yapmasın!

Fransız’ı, ABD’si yardımını esirgemez, biliriz. İngiliz’i ve daha bilmem nesi de silâh yığar size, merak etme komşi. Fakat mesele silâh yığmakla bitmiyor. Bir de onu kullanacak adam lâzım. Bilmez misiniz, Yunanistan’ın bize silâhtan ve savaştan bahsetmesi, ancak ve ancak kötü, kalitesiz, yavan bir şaka mâhiyetindedir. Bizim kılıç kalkan ekibi bile size yetecektir, haberiniz yoksa olsun!

BİZİ bilmeyen bîçâre, çuvaldızı bilse ne çâre!

Bakınız, daha başta, ilk cümlede, atasözü gibi bir söz ettim.

Yüksek takdirlerinize arz ederim.

“Biz”den bahsetmek, duydum ki bazılarını rahatsız etmekteymiş. Hamaset barındırmaktaymış bu tür ifâdeler. Önemli olan, kendi mârifetin neyse, onu ortaya koymakmış. Yüksek düşünmekmiş. Derin düşünmekmiş. Habire düşünmekmiş. Zaten felsefeymiş esas önemli olan ki bu yüzden olsa gerek, bizde filozof çıkmamaktaymış.

İyi bir şey değil tabiî, takdir edersiniz, filozof çıkmaması. Ama bu yakınma cümlesinin içinde de “biz” geçiyor. “Bizde filozof yok” derken de bize sığınıyor insan mecburen. Ya da en azından kullanıyor.

Bir modaya dönüştü. Biraz vatanseverlik serpintili şekilde “biz” diye söze başlayınca, “Aman bırak bunları!” tepkisi ile karşısına dikiliyorlar insanın.

Vatanseverlik kötü, bizden bahsetmek basitlik.

İngiliz’in ülkesini sevmesi, ülkesi yararına çalışması takdirle karşılanırken, Fransız’ın, Alman’ın aynı mâhiyetteki çabaları “Olması Gerekenler” başlığında değerlendirilirken, bir Türk kendi ülkesinin menfaatinden söz edince, hoş karşılanmıyor bazı çevreler tarafından.

İlginç bir durum!

Böyle hâllerde, ben de inadına vatanseverlik damarımızı öne çıkarmak gerektiğini düşünüyorum. Daha çok “Biz” deme ihtiyacı hissediyorum. “Biz” diyelim, biz olalım; birlik, beraberlik, bütünlük sağlamak için bütün gücümüzü ortaya koyalım.

Onlar, bizden böylece ayrılıyor, ne garip! “Biz”in içinden çıkıp “onlar” oluyorlar.

Hâlbuki daha düne kadar hepsi bizim oğlanlar, bizim kızlardı.

Daha düne kadar, aynı yağmurda ıslanmış, aynı güneşte kurumuştuk aslına bakılırsa.

Ne oldu da, hangi yönden rüzgâr ters esti de şemsiyeniz döndü?

Son bakışta, hayretle görüyoruz ki, başka tarafa geçmiş, nanik yapıyorlar.

Bu bize karşı olanlara söylenecek çok söz bulunur da ne bizim o kadar çok vaktimiz var, ne onların hepsini duyacak kulağı, dinleyecek sabrı, tahammülü.

Sadece, eski bir sözü hatırlatıp geçebiliriz belki:

“Bizim evde yalanırsın, Kirkor’un bağında mı ürürsün?”

“Biz” deyince tüyleri havalananlar, daha fazla sinirlenecekse, varsın sinirlensinler! Biz işimize bakalım ve kısaca izaha geçelim.

“Biz”in iki anlamı var.

Biri, birinci çoğul şahıs…

“Biz geldik”, “Biz gördük”, “Şu karşıdaki duvarı biz ördük” der gibi…

Diğer anlamı ise bir eşyânın adı.

Katı bir şeyi dikerken, iğne geçirilecek yeri delmek için kullanılan, çelikten yapılmış, sivri uçlu, ağaç saplı araç…

Eskiden ayakkabı tâmircileri çok kullanırlardı. Şimdilerde ayakkabı tâmir ettirmek pek azaldığı için çok kişi bilmez.

Herhangi bir şeyi bilmemek ayıp değil. Bizi bilmemek de istisna sayılmaz. Nasılsa bir gün, bir yerde denk gelir, öğrenilir. Meğerki bir tarafa batmasın. Zira acıtacağı aşikâr!

Bir de bizim köyde şöyle söylerdi eskiler:

“Bize biz derler, bizden âlâsına çuvaldız.”

Daha iri yapılı olduğu için olsa gerek.

“Bizi bilmeyen bîçâre, çuvaldızı bilse ne çâre” deyişim bu yüzden aziz dostlar.

Bilmem, yeterince sarih anlatabildim mi?

*

“Biz biz” deyip duruyoruz, “biz”in içi çok zengin.

Her cins var.

Eğrisi doğrusu, çatlağı patlağı, kırığı çıkığı… Ne aranırsa bulunur.

O sebeple olsa gerek, iç siyâsete bakınca, bazen pek fazla bunaltıcı gelebiliyor.

İşte öyle durumlarda, insanın çileden çıkası geliyor.

Çileden çıkmak, sevimsiz bir durum ama bir de zıvanadan çıkmak var ki o daha beter!

Tepki göstermek için enine boyuna düşünmeye de gerek yok esâsen.

İçinden geldiği gibi söz sarf edilebilir.

“Siyâset buysa, lânet olsun böyle siyâsete…”

Hemen ardından derin bir oh çekilir ki kimse duymasa da olur.

“Oh”un getireceği ferahlık, cümle nâneli mamûllerin ölçüsüne denktir.

Dolayısıyla günde üç kere “Lânet olsun böyle siyâsete” demek, kendi kendine terapi sayılır.

Ne iç sıkıntısı kalır, ne tasa.

Fakat… Evet, “fakat” kısmı var!

Bazen yetmiyor, biliyor musunuz?

O da kurtarmıyor. Üç değil, beş defa lânet okumak bile kâr etmiyor.

Çünkü içeriye bakınca, hakikaten siyâsetin böyle olmaması gerektiğine hükmediyoruz.

Burada çoğul konuştum, aynı fikirde olduğumuzu düşünüyorum da ondan.

Hâlbuki siyâset, topluma hizmet etmek için en önemli vâsıta.

Yalan dolan olmadan, üç ya da beş kâğıt devreye girmeden yapılsa, milletin ihtiyaçlarına yönelik davranılsa, bir gün sonrasının daha iyi olması için gayret edilse, hileye hurdaya başvurulmasa, dürüst hareket edilse, helâl-haram bilinerek, başta yetim olmak üzere herkesin hakkı gözetilerek adım atılsa, işte o zaman görürüz ki hakikaten halka hizmet, Hakk’a hizmetmiş!

Bakınız, ne çok şikâyet birikmiş. 

Hepsi de içeridenmiş.

Bizimmiş, bizdenmiş.

Demek ki “biz” demek, her zaman hamaset anlamına gelmiyormuş.

Diyeceğim o ki, bazen iç siyâset fazla mide ağrısı yaptığı zaman, vakit geçirmeden dışarıya bakıyorum.

Bir Fransız ne demiş, bir İngiliz, Alman, Amerikalı nasıl konuşmuş? Rus, Arap, Japon ne yapmış? Yunan, Bulgar, Ermeni ve dahi Müslümanı, Yahudisi, Urumu, hangisi denk gelirse kulak kabartıyor, bakış fırlatıyorum.

Biliyorum ki, elin adamıdır, ne söylese yakışır.

Hele bir Yunan televizyoncu var. Adamı seyretmenin keyfine sınır çizilemez.

Yunanların bize bakışı hiç değişmez, bilirsiniz. Adı mühim değil, o sunucu da konuştukça ferahlık veriyor.

Birkaç defa seyrettiğim bir konuşması var ki büyük ihtimâl rastlamışsınızdır.

Libya ve Doğu Akdeniz üzerinden dalıyor, sözü nerelere götürüyor.

Türkiye, Libya’nın bir kısmını kontrol altına almak istiyormuş.

Jeostratejik zorbalık süreci içindeymiş. (Evet, Türkiye…)

İslâmî bir MEB için potansiyel yaratmak amacıyla hareket ediyormuş.

MEB dediği, Millî Eğitim Bakanlığı değil, “Münhasır Ekonomik Bölge” (82’den beri geçerli olan Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi uyarınca, bir devletin deniz kaynaklarının araştırılması ve kullanılmasında, su ve rüzgâr enerjisi de dâhil olmak üzere, özel haklara sâhip olduğu deniz bölgeleri)…

Başka neler söylüyor Yunan sunucu, bakalım…

Kıbrıs’ı rehin almak niyetindeymiş Türkiye. İsrail’e baskı yapmaktaymış, hedeflerini zorla kabul ettirmeye çalışıyormuş.

Doğalgazı kendi topraklarına geçirecekmiş.

Bunları yaparsa, Libya’da da etkili olursa, çok güçlenecek, on yıl içinde bölgenin süper gücü olacakmış.

Erdoğan her vesîleyle halka açık konuşmalarında dünyaya meydan okumaktaymış.

“Avrupa ve ABD bize hangi hakla ders veriyor?” diyormuş.

Amerikalıların Kızılderilileri katlettiğini hatırlatıyormuş.

Batı’nın her türlü suçu işlediğini söyledikten sonra, “Ancak biz Türkler tamamen masum bir halkız” diye ekliyormuş.

Hâlbuki gerçekler hiç de öyle değilmiş.

Tarihî olmayan ama sabıka kaydı olan biri varsa, o da Türkiye imiş.

Küçük Asya kökenli Rumlara ve Ermenilere soykırım uygulamışmış.

Bu kadar da değilmiş. Asur ve Keldâniler ve de diğer azınlıklar için de aynı durum söz konusuymuş.

Türkler, Almanların uzmanlığını almışlar ve soykırımı bir bilim hâline getirmişlermiş.

Onlar yâni biz Türkler, Asya’nın utanç duyduğu ve kabul etmediği insanlarmışız.

Bütün yaptıklarımız için özür dilemeliymişiz. Yunan ve Batılılar değil…

“Katliam” kavramı, Türko-Moğol ordularının ortaya çıkışıyla eş anlamlıymış. (“Eş anlam” kelimesini tercih etmek, burada dil açısından sağlıklı bir ifâde değil ama derdini anlıyoruz.)

Zira biz medeniyet yaratmayan insanlarmışız. Medeniyetimiz yokmuş. Bu cümleyi bir daha okumak gerekir mi? Sanmam.

Tamamen yok ettiklerimizin külleri üzerinde bir şeyler kurmuşuz da onu medeniyet sanmışız.

Hiç de yok demek zor geliyor olsa gerek, Yunan dostumuz şöyle devam ediyor: “Sadece birkaç medeniyet vakası vardı ve çoğunlukla farklı uluslardan gelen İslâmlaşmışlardan geliyordu.”

(“Dost” kavramını da bu arada harcadık, mirasyedi gibi kıydık gitti ama biraz gayret gösterirsek telâfi ederiz.)

Ancak, işte burada zurnanın tuhaf sesler çıkarmaya başladığı yere yaklaşıyoruz!

Diyor ki şâir burada: “Ancak her zaman bir Türk bilinci vardı. Bunu medyalarında ifâde ettiler, televizyonlarını açabilirsiniz ve Türklerin şunu söylediğini göreceksiniz: ‘Evet, millî bilincimiz Türk ama öğrendiğimiz üzere kökenimiz Yunan.’ Bu, onları bu stratejinin evrimi ve yönleriyle ilgilendirmelidir.”

Cümle bozuk olsa da merâmını anlatıyor. Hem zâten çeviriden kaynaklanan cümlenin bozukluğu ne ki? Adamın cümle niyeti bozuk!

Ne içti de kamera karşısına geçti bilmiyoruz ama iddia ettiği o sözü söyleyecek iki üç kişi vardır ülkemizde. O kadarını da biliyoruz. Gizlisi saklısı yok.

Sarılmalarından, kucaklamalarından, sevinçle karşılamalarından, manşetlere taşımalarından, ekranlara çıkarmalarından…

Yanlış mı söyledim?

Yoksa “Manşetlere çıkarmalarından, ekranlara taşımalarından” mı demeli?

*

Adam, Libya ve Doğu Akdeniz konusundaki çabalarımızın varacağı yeri görmüş.

Bizi yanlış tanısa bile, aşırı ve iflâh olmaz bir düşmanlık beslese bile, kendi kusurlarını bize yapıştırmaya çalışsa bile görmüş.

Onu da çekinmeden dile getiriyor.

Niyeti, kendi ülkesini uyandırmak, harekete geçirmek.

Konuşmasının sonunda Fransa ve ABD’nin askerî yardımlarını dile getiriyor.

Biz de tebessümle karşılarken, Makbule Kaya’nın çok güzel söylediği bir türküyü hatırlıyoruz hemen. “Fırın üstünde fırın/ Duyun komşular duyun” diye başlar, “Tara leyli leyli” ile devam eder ve esas meseleyi şöyle dile getirir: “El atına binmiş, çalım satıyor…”

Fransız’ı, ABD’si yardımını esirgemez, biliriz. İngiliz’i ve daha bilmem nesi de silâh yığar size, merak etme komşi. Fakat mesele silâh yığmakla bitmiyor. Bir de onu kullanacak adam lâzım.

Bilmez misiniz, Yunanistan’ın bize silâhtan ve savaştan bahsetmesi, ancak ve ancak kötü, kalitesiz, yavan bir şaka mâhiyetindedir.

Bizim kılıç kalkan ekibi bile size yetecektir, haberiniz yoksa olsun!

Galiba bu konuya gelecek yazıda devam edeceğiz aziz dostlar.

İşte kelimeyi de kurtardık, hak ettiği yeri bulduk!