GELENEK, üç günde oluşan
bir şey değildir. Yüzlerce yıllık geçmişe dayanır. Bazıları içinse, binlerce
yıldan bahsetmek mümkündür.
Bir
toplumdaki düğün geleneğine yakından bakacak olsak, âdetlerin çok eskiye
uzandığını görebiliriz. Göremesek de sezebiliriz.
Yıllar
önce bir radyo programı için, Mustafa Kutlu ile gelenek üzerine röportaj yapmak
istemiştim. Üstadın, ısrarla üstünde durduğu bir konu olduğunu biliyordum. Günü,
saati kararlaştırdık. Falanca gün, filanca saatte Dergâh’ta buluşacağız, sonra
nereye eserse orada teybin düğmesine basacağız…
Kocaman,
makaralı bir teybimiz vardı. İlk başta on beş kilo gibi duruyor, sonra her
adımda ağırlaşıyor. Yürüdükçe iki üç katına çıktığını hissediyordum.
Kutlu
ile buluştuk ve Kubbealtı’na gitmeye karar verdik. Geniş anlamda gelenek
üzerine sohbete başladık; bir süre sonra alanı daralttık ve düğün konusuna
geldik. Nasıl güzel, nasıl keyifli bir röportajdı. O kayıt bugün elimizde
olsaydı, internet üzerinden yayınlasaydık, kesinlikle “layk” üstüne “layk”
yağardı. Emin olun ki takdirinize lâyıktı.
Hikâyelerinde
sosyal değişimi her cephesiyle işleyen Mustafa Kutlu, bugünlerde aynı konuya
Yeni Şafak’ta yazdığı makalelerle devam ediyor.
*
Evvelce
köy nüfusu çoğunluk iken, bugün şehirler doldu taştı. Köylerde yaşayan ve
geçimini tarımdan sağlayan kesim epeyce azaldı.
İşte
bu değişimin getirdiği mecburiyetler, hayatın her alanını etkiledi, değiştirdi.
İstanbul’da, Ankara’da köy düğünü yapmaya kalkmak, tam anlamıyla çılgınlık
olur. Mümkün de değildir. Belki bir iki unsuru tutturabilirsiniz ama geri kalan
kısmı uymaz. Ucubeye döner.
Artık
salon düğünü var. Onun da kendine göre şekillenmesini meraklı olanlar tâkip
ediyor. Belki birkaç asır içinde bir hâle yola girer. Şimdiki hâli içler acısı!
Ne
Doğulu, ne Batılı. Ne şehirli, ne köylü. Ne tam bizden, ne tam yabancı…
Atla
eşeğin ortalaması katır oluyor ama başka türlerde böyle bir durum yok. Bizdeki
“salon düğünü” denilen şey, ortalamayı yakalayabilen bir uygulama. Bir anlamda
katır. Sosyolojik katır...
Vaktiyle
eski usul köy düğünü üzerine bildiklerimizi yazmış, ardından salon düğünü
izlenimlerimizi de aktarmıştık. Birbirine hiç benzemediklerini ve kökten
kopmuşluğun hemen sezildiğini okuyanlar takdir etti.
Erik
dalının gevrek olduğu, Ankara’nın bağları üzerine kafa yorulduğu ve türkü
yakıldığı, halayın hâlâ devam ettiği ve vazgeçmenin imkânsızlığı vurgulanmıştı.
Bugün
de kına gecesine dâir bir ayrıntıya eğilmeyi tasarladım. Haydi bakalım, yola
koyulalım. (Kahraman Gündüz’ün ifadesiyle, takur da tukur veya tıkır da tıkır…)
*
Kına
gecesinin vazgeçilmezi, elbette “Yüksek yüksek tepelere ev kurmasınlar”
türküsü.
İçli
mi içli, güçlü mü güçlü bir eser.
Eline
kına yakılan gelin kızlarımızı ve anacağazlarını ağlatmak için göz yaşartıcı
bomba vasfında…
Köyünden
uzak bir yere gelin giden kızlarımızın bazıları için, o gidişler tam anlamıyla “dram”
hâline dönüşebiliyordu evvelce. “Gidiş o gidiş” tâbirine fazlasıyla uygundu.
Bir
daha köyüne dönemeyen, taşını toprağını, çalısını böceğini özleyen, gelin
gittiği koca evinde eziyet gören, farklılıklara alışamayan tâze gelinlerin ne
sıkıntılar çektiklerini kim bilecek? Bilse elinden ne gelecek?
Koca
evinde eziyet deyince, kırk türlüsü sayılabilir. Kaynana zulmü, görümce
tafrası, elti kıskançlığı, kayın bilmem nesi, kaynata baskısı, konu komşuyla
hısım akraba derken bir de peş peşe gelen çocuklar…
Of
ki of!
Ev
işleri yanında tarla taban işleri…
Hayda
breh!
Bir
de koca olacak kişi adam çıkmazsa, vay hâline!
Şakaya
gelir yanı yok… Bu ağırlığın altında canına kıyanlar olmuştur, hastalanıp
yatağa düşenler de az değildir.
Özele
inecek olursak, bu türkünün hikâyesi de epeyce acıklı aziz ve muhterem
arkadaşlar.
Rivâyet
odur ki, hâdise, Tekirdağ’ın Malkara ilçesinde geçer.
Köyde
düğün vardır. Binlerce yıllık geleneğe bağlı olarak, düğünde düzenlenen
eğlenceler arasında, at yarışları yapılmaktadır. At yarışlarına uzaklardan
gelen Ali adında bir genç de katılır. (Kaçıncı olduğunu bilmiyoruz. Belki de
yarışı kazandı.)
Ali,
on altı yaşındaki Zeynep’i görünce sevdâlanır.
Kendi
köyüne dönünce, vakit geçirmeden dünürcü gönderir ve “Allah’ın emri, Peygamber’in
kavliyle” isterler. Münâsip görülür, düğün yapılır. Ne var ki Zeynep’in gelin
gittiği köy, hemen komşu köy değildir, üç günlük mesafededir.
“Of
ki of” demiş miydik?
Olsun,
bir daha diyelim.
Çok
özlese de annesi, babası ve kardeşlerinden yedi yıl boyunca uzak kalır.
Yüreğindeki hasret gittikçe büyür ve dayanamaz olur. Köyün büyük tepesindeki evin
bahçesine çıkar, kendi köyünün bulunduğu istikâmete bakarak mırıldanır:
“Yüksek yüksek
tepelere ev kurmasınlar…
Aşrı aşrı
memlekete kız vermesinler…”
Kimse,
içindeki yangını fark etmez. Kocası bile!
O
sözlerin hepsi bir anda oluşmamıştır muhtemelen. Ertesi günlerde gerisini
getirmiş olsa gerek.
Zeynep’in
hâli iyi değildir. Ancak hiç kimse onu anlamaz. Belki de hafiften kafayı
sıyırdığını düşünürler. Hor görmeye başlar, eziyet ederler. Öyle ki, ilk
gördüğü anda Zeynep’in güzelliğine vurulmuş olan Ali, eziyetin büyüğünü görev
gibi üstlenmiştir. Güzel karısını dövmekten geri durmaz.
Günler
geçtikçe ateşi büyür, hastalanıp yatağa düşer Zeynep Gelin. Köyden gelip
geçenler, onun durumuna etrafındakilerden daha duyarlı yaklaşır ve anne
babasının çağrılmasını tavsiye ederler: “Te be ya, bu kızcaaz gidici... İç iyi
görünmeyi. Bâri çağarın anacığıyla babacağzını da görsün azcık… Yüreğe serinler
belki…”
Bir
vakit sonra bakarlar ki, o güzel Zeynep Gelin, mum gibi erimektedir; kocası
olacak Ali Efendi, çâresiz, haber vermek için yola çıkar.
Altı
gün sonra anne babası, Zeynep’in başucundadır. Zeynep, yatak döşek… Hem de
cayır cayır!
Anlatanlar
der ki, onlar gelince, perişan hâldeki Zeynep bu türküyü söylemiş, onlar da
gözyaşı dökmüştür.
“Yüksek yüksek
tepelere ev kurmasınlar.
Aşrı aşrı
memlekete kız vermesinler.
Annesinin bir tânesini
hor görmesinler…”
Ah
bu hor görme! Ne fenâdır kim bilir? Gâvur zulmünden beter olduğunu söyler
kimileri.
Ağlayan
sadece annesiyle babası değil, çevresine toplanan bütün köy kadınlarıdır.
Annesi fenâlaşır.
Zeynep
bir müddet sonra yolun sonuna gelir ve emâneti teslim eder.
Kim
“Ben emâneti teslim etmeyeceğim” diyebilir ki? Sâhibine vermemek mümkün mü?
Fakat böyle genç yaşta olmasaydı…
“Gök
ekin biçmiş gibi” demiş şâirlerin sultanı Yûnus Emre. Bundan güzel târif olmaz.
*
Bu
Malkara türküsü, memleketimizin her tarafına yayıldı zaman içinde. Kına
gecelerinde, düğünlerde baş tâcı edildi.
Merak
ettiğim bir husus var: Bu türkünün târihi çok eski değil. Belki yüz yıl
civarındadır. Eğer öyleyse, bundan önce kına gecelerinde hangi türküler
söyleniyordu?
Bunu
bilene rastlamak zor.
*
Şimdi
biz dünya güzeli Zeynep’in hikâyesini bir yana bırakalım. Bilmiyormuş gibi
davranalım. O gözle türkünün sözlerine yakından bakalım.
“Yüksek yüksek
tepelere ev kurmasınlar…”
Niye?
Yüksek yerin manzarası güzel olur. Çukurda sel baskını riski vardır. Düşman
baskını ihtimâlini de göz ardı etmeyelim. Yüksek tepeler iyidir. Bu yüzden
köylerimizin pek çoğu tepelere, yamaçlara kurulmuştur. Savunmada avantaj
sağlar. Târih boyunca kaleler de yüksek yerlere yapılmıştır.
“Aşrı aşrı
memlekete kız vermesinler…”
Şimdi
aşrının da aşrısına gidiyor kızlar. Başka köy ne ki? Başka şehirlere, hattâ
başka ülkelere… Hem de çok uzaklara… Kıtalar ötesine, okyanuslar ötesine…
Fakat
şu var ki, kızların analarına yakın olmalarında her zaman fayda görülmüştür.
Hele torun torba gelince…
“Annesinin bir tânesini
hor görmesinler…”
Annesinin
bir tânesini de, beş tânesini de, her kim hor görüyorsa, Allah cezâsını versin!
Yazıktır ve dahi günahtır!
Kimse
kimseyi hor görmesin. Hoş görmek varken…
“Uçan da kuşlara
mâlûm olsun
Ben annemi özledim
Hem annemi hem
babamı
Ben köyümü
özledim…”
Bu
şartlarda özlememek mümkün mü?
Gelin
kızımız çok haklı. Ciğeri yanar da burnunda tüter.
“Babamın bir atı
olsa binse de gelse
Annemin yelkeni
olsa açsa da gelse
Kardeşlerim
yollarımı bilse de gelse…”
Burada
işler karıştı biraz.
Baba,
atla gelebilecek durumda. Hem sağlık, hem bulunduğu yer bakımından…
Anne
ise deniz ötesinde bulunuyor.
Anlaşılan
bu.
Kardeşlerin
sıkıntısı ise yolu bilmemek. Onların hangi tarafta olduğuna dâir bir bilgi yok.
Karada olsun, denizde olsun, rahatça gelebilecek durumdalar ama yolu
bilmiyorlar.
Anne
ile baba ise yoldan haberdar, kızlarının nerede olduğunu biliyorlar da ulaşım
sıkıntıları var.
Bu
tablodan anlaşıldığına göre, anne ile baba ayrı yerlerde. Kardeşler de bambaşka
bir yerdeler. Araları da pek iyi görünmüyor. Sağlıklı değil.
Eğer
uyumlu bir aile olsaydılar, yedi yıl boyunca kızlarını merak ederler ve
çağırırlardı. İyi mi, hoş mu, sıkıntısı var mı, yok mu, öğrenmek isterlerdi.
Gelmiyorlar
mı? Ali Efendi kulak ardı mı ediyor dâveti? O zaman, ısrar ederlerdi. Yine mi
tınmadılar? Çıkıp kendileri ziyârete gelirdi. O kızcağızın yaban ellerde eriyip
gitmesine, can teslim etmesine, türküler yakmasına, türkülerle beraber kendini
de yakmasına fırsat vermezlerdi.
Zeynep’in
anne babası da, kardeşleri de bir tuhaf insanlarmış arkadaş!
Hem
dağınık bir aile, hem umursamaz.
İnsan
yedi yıl boyunca merak etmez mi? Onca yıl sonra, hem de ancak kötü haber
gelince, biricik kızları ölüm döşeğindeyken mi gelir?
Doğru
düzgün bir aile olsaydılar, kızlarını sevip değer verseydiler, hepsi bir araya
gelir, bir şekilde yola düşerlerdi. Yelkenliyse yelkenli, atsa at, arabaysa
araba… Kardeşler bir at arabası ayarlar, babayı şiltenin üzerine oturtur, deniz
ötesindeki anneyi de yelkenliyle getirirler de hep beraber Zeynep’in gelin
gittiği köye doğru yola düşerlerdi.
Denilebilir
ki, öyle de olmayaydı, böyle de olacağı yoğidi.
Doğrudur;
Zeynep’in hayatı o şekilde geçmeseydi, bugün kına gecelerinde bu türkü
söylenemezdi.
Olsun
varsın, söylenmesindi? Ne çıkar?
Daha
önce hangi türküler söyleniyorsa, onlara devam edilirdi.
Ne
kaybederdik?