Yufka yüreklilerle çetin yollar aşılmaz

Daha önce de arz etmiş idim, devlet aygıtının gücünü kendi gücüymüş gibi kullanıp haksızlık yapanların olduğu kurum ve kuruluşlar vardır. Eskilerin tâbiriyle “kerâmeti kendinden menkul” zevatın olduğu demde ve mahâlde hayır olmaz.

KLAVYENİN başına geçip haftalık yazı yazmayı murâd ederken, Ajanda Yayınlar Grubu Başkanı Yavuz Selim Bey’in HaberAjandaNET için yazdığı analiz yazısını okudum. “Allah râzı olsun” dedim ve düşündüğüm ve de aradığım mevzuunun bamtelini yakaladım. Çünkü daha önce birkaç defa yazdığımız, işin fıtratı gereğince her zaman canlılığını muhafaza eden bürokrasinin hâl-i pürmelâli ile yapılanan/yapılması icap eden hâlleri yazdık.

“Devlet aklıyla ona omuz verenlerin aynı hissiyatta olmalarının niçin elzem olduğunu ve bunun zarûretini yazmamız gerekir” dedik. Zira mesele, gününü gün etme, o ânı geçiştirme veya zevahiri kurtarıp âmiyâne tâbirle vaziyeti idare etme kabilinde sıradan bir husus değildir. Hele hele böylesi ehemmiyetli bir meselenin partiler arası söz dalaşı konusu olmayacak derecede tarihî bir serencâmının olduğunu belirtmeliyim.

Yazmaya çalıştığımız (nâçizâne) bürokrasi meselesinin tarihî serencamını belirtmek icap eder. Cümle ehl-i insaf ve ilim-irfan sahibinin teslim ettiği hakîkatin özetini söyleyelim…

On sekizinci yüzyıl sonundan yirminci yüzyıl sonuna kadar neredeyse iki yüzyıldır Osmanlı Cihan Devleti ve onun ardılı Türkiye Cumhuriyeti, üç önemli meydan okumayla yüzleşmiştir. İlki, Rusya İmparatorluğu’ndan ve daha sonra Sovyetler Birliği’nden gelen askerî ve stratejik tehdittir; bu daha çok, Osmanlı Cihan Devleti’nin cesametinden dolayıdır.

İkinci meydan okuma, Kıta Avrupa’sının, dolayısıyla Fransız Devrimi’nin tetiklediği başkaldırmalar, önce gayr-i Müslim unsurlar arasında, daha sonra Türk olmayan Müslüman unsurlar arasında milliyetçi düşünce ve hareketlerin ortaya çıkışı olmuştur. Bu gelişme, Osmanlı’nın dağılmasının ardından da, hâlâ günümüzde de yeni formlar altında devam etmiştir, etmektedir.

Üçüncü ve en ölümcül olanı da, içimizde beslenip büyüyen okyanus ötesi ve Batı mahreçli-dolar takviyeli FETÖ/PDY hareketidir ki bu husus, ayrı bir yazı konusudur. Bizim yazıya mesnet teşkil eden konu, Osmanlı Cihan Devleti’nin altı yüzyıl olan idaresine son verdirip Milletimizi bir paranteze hapseden kirli ittifakların bitmeyen/bitmeyecek kumpasları ile bizi kuşatmaya alan bu çemberi kırıp parçalamanın yolu, yordamı ve menzili ile alâkalı olacaktır.

Konuya giriş yaparken üç adet meydan okumadan bahsetmiş olduk. İsterseniz ikinci ile başlayıp devam edelim…

İkinci meydan okumanın nihâyetinde, inancımıza göre mukadderat-ı İlâhî tecelli etti, Osmanlı Cihan Devleti hayatiyetini tamamladı. Ahlamanın, vah etmenin zamanı değil. Meselenin tarihî serencâmı tarih bilimi uzmanlarının işi…

Bizi alâkadar eden tarafı, Cihan Devleti’nin yerine kurulan Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nde inşâ edilen/ettirilen idârî yapı ve tüm kurumların icra-i faaliyetleridir.

Sarahatle belirtmeliyim ki, bühtan etmeden söyleyelim, ehl-i dil, ehl-i insaf hak vereceklerdir, devlet mekanizmasına hâkim olan muharrik kuvvet, dün adına ne varsa redd-i mîras eyledi ve “Kalkınmanın önündeki en büyük engel, dinî değerlerlerdir ve başkasını, meselâ Batı’yı taklit eder isek uygarlaşırız” parolasıyla yola çıkıldı. Hâliyle inşâ edilecek yeni devlet yapısının kurumları ve bu kurumları âbâd edecek (!) kadrolar, yeni bir eğitim modeli ile eğitildiler. Cihanşümul idealden vazgeçilerek “ulusçuluk” ideali benimsendi ve kanaatimize göre, işe yanlış düğmenin iliklenmesiyle başlanmış oldu. Sonucu da muvaffakiyetle netîcelenmedi.

O günkü yanlış, seneler sonra bugün Devlet’i yeniden inşâ etmeye çalışanların işini zorlaştırıyor. Bunu söylememizin sebebini, Devlet Başkanı Sayın Recep Tayyip Erdoğan sıklıkla hatırlatıyor ve söylenenlerden birinde bakın ne diyor: “Diyoruz ya, işte karşımızda tevazu, samîmiyet, gayret… Önce millet, önce memleket… Gurur bize yakışmaz, kibir bize yakışmaz. Gurur, Allah’a aittir. Tevazu, kula aittir. Toprak gibi olacağız. Kim ki eğer bundan uzaksa, bizden uzaktır. Buna çok dikkat edeceğiz. Her işin, attığımız her adımın, söylediğimiz her sözün, ortaya koyduğumuz her icraatın bir gün gelip milletimizin irfan terazisinde tartılacağının şuuru içinde çalışıyoruz, çalıştık… İlâ ahir...

Bugün yerli/yersiz doğru veya aldatma yoluyla yapılan veya bu kabilde söylenen menfi şeylerin kaynağına baktığımızda, çoğu kurumun Devlet Başkanı’nın dediklerinin hilâfına işler yaptıkları gün gibi ortadadır.

Daha önce de arz etmiş idim, devlet aygıtının gücünü kendi gücüymüş gibi kullanıp haksızlık yapanların olduğu kurum ve kuruluşlar vardır. Eskilerin tâbiriyle “kerâmeti kendinden menkul” zevatın olduğu demde ve mahâlde hayır olmaz.

Uzun yıllar görev yaptığım, şu an mütekait olduğum Bakanlığın personelinin bir kısmının ahvali (yaptıkları) hâl değil; görüyor ve işitiyoruz. Cihanı kucaklayan devlet aklının hayâlini ve tasavvurunu alaya alan aklıevveller, dünyanın kendi etrafında döndüğünü sanan, ilim ehli olup irfandan bînasîb olan yüksek mâkâmlı (!) idarecilerin olması, bir ihmâlin netîcesi mi? Yoksa “kripto” denilen, bizden görünüp Frenk-meşrep olanlar mı?

Bunları yakînen tanıma bahtiyarlığını (!) yaşadım. Bu fakir de dâhil, Devlet’in âli imkânlarından istifade edip mevcût iktidarı töhmet altında bırakan, “Ben yoksam bu ülke kalkınmaz” diyenlerle yola çıkanlar, menzile zor varırlar.

Kadim tarihimizde günümüz yöneticilerine yol gösteren ve gelecek nesillere ışık olan ecdâdımızdan bir mektubun birkaç satırını yazıya ilâve edelim…

Kanuni Sultan Süleyman Han’ın Belgrad Fethi’nde büyük kahramanlıklar gösteren Gazi Bali Bey’e gönderdiği mektuptan birkaç satır:

Şimdi sen, bu iyiliklerin şükrünü yerine getirmeye çalış. Her işi Allah’tan bil, sakın gurura kapılma! ‘Kendi kılıcımla bu kadar memleket fetheyledim’ deme! Memleket Allah’ındır, ikinci olarak Hazret-i Peygamber’indir, üçüncü olarak Allah’ın izniyle ben Halîfenindir. Ve bey olmak, iki gözlü bir terazidir. Bir kefesi cennet, diğer kefesi cehennemdir.

Şu kimselerden ol ki, gözleri uyurken kalpleri uyanıktır: Her işin başı adalettir. Adaletli ol ki, her günün ibadete sayılsın, Allah cümlemizi adil kullarından eylesin. Emrinde askerler olması ve beyliğin sebebiyle hükmünün geçtiği yerlerde yapılan zulüm mahşer günü bana sorulursa, senin yakana yapışırım. Ola ki, mahşer günü mahcup olmayasın…

Bir kişiyi hizmette kullanmak istersen, sakın ola ki, o kişinin dış görünüşüne aldanma. Çok kimseler var ki, ellerinde fırsat olmadığı zaman iyi görünürler. Ellerine fırsat geçtiğinde Nemrut olurlar.

Velhasıl, insanları tecrübe edesin, sonra aldanmayasın. Eğer beyler iyi insan olsa, halkın durumu daha iyi olur. Halk, beylerin otlağı gibidir. Her kim otlağına bakmazsa, otlağın hâli perişan olur.

Halkı, mal canlısı olmaktan başka hiçbir şey azdırmaz. Şimdi sen de gelip geçici olan hiçbir şeye bağlanma, nimetleri Allah’ın kulları için harca. İyilik elini açık tut; mal eksilir diye tasalanmayasın, ihtiyaç olursa buraya bildiresin.

Hazînemden sana üç dört yüz kese harcırah vermekten aciz değilim. Ganimetlerin tamamını hazîneye alma, buna rızâm yoktur…”

***

Yüz yıllık vesâyet rejimlerini ters yüz edip yeniden Devlet’i inşâ etmeye çalışanların bugün karşılaştıkları probleme gelince…

Ümmetin derdiyle dertlenmesi gereken icracı kurumların çalışanlarının büyük bir kısmı sözde ümmet yanlısı, fiiliyatta ise ferdiyetçi düşünceye sahip… Atadan gelen yukarıdaki serlevha sözden haberdar olmayan kimseler... Onlar “ben merkezlidir”, İlâhî emri kekeleyerek, “Ancak inananlar kardeştir” derler; lâkin görev esnasında meşreplerinden yana tavır koyarlar.

Hak yememek lâzım, yıllar yılı materyalist bir felsefî saikle hazırlanan, maariften değil eğitim sisteminden öğrenim görenlerden başka bir şey beklemek hoş olmaz.

Gelinen son noktada, kelâmın sonuna işareti öyle koyalım…

İyi niyetli gayretkeşleri müstesna kılarak söyleyelim ki, İslâmî hassasiyeti şiar edinen devlet aklının aksine, bir kısım görevli memur, yetkili veya âmirin rolü, sanki iktidarın dumura uğraması için her türlü münasebetsizliklere payanda olmakmış. Millî ve mânevî değerlerin sertâc edilmesi gerekirken, önemli kadroları işgal eden (mecâzen söylüyorum) Frenk-meşrep hayranlığı, hattâ bölücü cereyanlara teşne olanların neşv ü nemâ olduğu iklimlere zemin hazırlanıyor.

Bu zevat, dedikodu ve fitneye teşne oluyor; iki eğriden bir doğru çıkmaz!

Arzımız -arzumuz-, iktidar, “İşi ehline veriniz” Nebevî işaretini hâkim kılacak mekanizmayı işleterek bekletilen asırları senelere sığdıracak alperenlere, gönül erlerine görev vermelidir. Bunun muhakkak metodu vardır.

Burnun ucunu göremeyenleri değil, maverayı merak eden, “İki günü müsavi olan zarardadır” diyen Resûlullah’ın (sav) güzîn kadrosunu misâl alan âşık görevlilere vazîfe verilmelidir. Vesselâm…