SU, varlığın en
yumuşak cismine sahiptir. Berraktır, söndürücüdür, sakinleştiricidir.
Ancak
su yoğundur!
Kimi
zaman suya çarpmak, betona çarpmakla eşdeğerdir.
Türkiye
Cumhuriyeti Devleti, kendi sınırları içerisinde yaşayan her canlıya su gibidir.
Berraktır,
söndürücüdür, sakinleştiricidir, ama yoğundur…
Kimi
azgın, suyun optik kanununu bilmez; zanneder ki zemini, kendi boyuna yakın. Batmayacağını,
boğulmayacağını düşünür ve suya meydan okur. Yani Devlete…
Berrak
ve sakin gördüğü suyu yani Devleti alt edeceğini sanır böylece.
Amma
velâkin su yoğundur. Meydan okurcasına derinine inip onun iffetine ve izzetine
göz dikilirse vurgun yapar, meydan okuyanın ciğerine sızar, şişirip patlatır,
ufalar!
Yoğunluğunu
unutup yüksekten atlayarak Devleti yaracağını zanneden azgınsa, betondan
şiddetli bir duvarla karşılaşır. Bu meydan okumaya davrananınsa beyni dağılır,
bağırsakları patlar!
Salgın
süreci boyunca Devlete meydan okumayı mârifet sayan ahmakları izleyip durduk.
Haydi
biz izledik de, birileri de izledi, hattâ yetkilerine rağmen, bile isteye es
geçti...
“Yerel
hükûmet” söylemini başlatan biri hakkında, bu söylem daha dillendirilir
dillendirilmez en az İçişleri Bakanlığı nezdinde bir soruşturma açılması
lâzımken gereği yapılmadı.
Benim
zaten bu ülkenin yargısından umudum yok!
Eğer
öyle bir yargı olsa, bu ülkenin millî iradesini Anıtkabir de olsa bir mezara
giderek şikâyet etme gösterisine dönüştürmekten ar eden barolar olurdu.
***
Son
olarak “şehrin bayrağı ve şehrin parası” şeklinde İzmir Büyükşehir Belediye
Başkanı Tunç Soyer tarafından kullanılan söylemse, “yerel hükûmet”
uydurmacasının daha da kuvvetlendirilmiş bir seviyesi.
Bu
türe tepki göstermediğinizde, azgınlıkta sınır tanımıyor!
Ancak
şöyle de bir inceliği unutmamak lâzım: Cumhurbaşkanlığı Hükümet Modeli’nin
tartışıldığı süreçte CHP, bu modelle birlikte Türkiye’nin bölüneceğini, eyalet
sistemiyle ülkemize bölücülüğün geleceğini iddia etmişti.
Bu
iftiraya karşılık olarak Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan daima, “Tek devlet, tek millet, tek vatan, tek
bayrak” dedi.
Ancak,
göreve geldiği ilk gün itibariyle arkasının mutlaka araştırılması gereken Kemal
Kılıçdaroğlu’nun Genel Başkanlığını yürüttüğü CHP, bu söylemin üzerine giderken
sadece gerilim üzerine kurulu bir siyaset yönetiyor.
Zira
İzmir’i sel basarken, İzmirli pislikle imtihan olunurken, İzmirli pahalılığa ve
hizmet almamak düzenine mahkûm edilirken, bir kimse en yüzsüz vaziyette çıkıp,
bunların hiçbiri yokmuş gibi, âdeta bölücü bir terör örgütü liderinin
hayâllerinden bahseder tarzdaki rahatlık ve gevşeklikte, ilhamını kimden
aldığını ifade etmediği ama tahmin edebildiğimiz bir projeyi anlatıyor.
Haydi
o anlatıyor, dinleyende nasıl bir işkembe, kırkbayır ve börkenek varsa, o da dinliyor!
Hani
o Cumhuriyet mitinglerinde karanfil tarlasına benzetmekle övündükleri
ay yıldızlı şanlı bayrak, Türk bayrağı var ya, onun yanına, belki de yerine
farklı bir bayrak dikmekten bahsediliyor, o da dinliyor!
***
Buna
karşı ne mi yapılmalı?
1998
yılında, ABD Miami’de beş Kübalı, ABD’ye karşı casusluk yapmak suçundan
tutuklandı.
Küba,
tutuklanan kişilerin kendisine çalıştığını, ancak bu kişilerin ABD’ye karşı
değil, Küba’ya zarar vermek isteyen terör örgütlerini çökertmek üzere
istihbarat topladıklarını açıkça dünya kamuoyuna aktardı.
Peki,
ABD ne mi yaptı?
“Küba
Beşlisi” adı verilen ekibin liderine iki kez müebbet, diğerlerine de 25’er yıl
hapis cezası verdi. Son olarak ekibin lideri, bir casus takasında salıverildi…
Demem
o ki, bölücülük suçu Anayasa’da dahi zikredilmiş bir kavramken, bu kavramı
dillendirenlerden hesap sormazsanız suyunuzu bulandırırlar!
Suyunuzu bulandırmaya kalkışanların köklerini bulup yüzlerini terslerine çevirin ki vurgun yemekten beter, betona çarpmaktan dehşetli hâle girsinler!