Yorgunluk ve acı, azık ve su

Hani, diğer çocuklar neredeler? Gördünüz mü onları foto galeri içinde, en kuytuda, haber sitelerinde, kamyon kasalarında taşınan diğer bedenleri? Onlarcası vardı o gün Aya ve Ahmet gibi! Görmeniz için Yahudi bir yönetmen gerek size gaz odalarını anlatmakta mahir. Ne çok yol var gidilecek, ne çok iş var yapılacak, değil mi? Baktıkça fotoğraflara, acımız o donuk karelerde sabitlenmiyor, bir karar ve irade yoluna sevk ediyor. Zaman, duracak zaman değil çünkü.

İŞTE bir kez daha şahit oluyoruz! Çayımızı içerken, çekirdek çitlerken, hafta sonu ne yapacağımızı plânlarken, çay kahve içip dağınık iş toplantıları yaparken yukarından bir bomba daha düştü ve kadınlar, çocuklar, yaşlılar, erkekler öldü. Ağızlarından köpükler bırakarak, boğularak, insanlığın da boğulduğuna şahit olarak öldüler. "Çok yorgunum" diyor ikizlerin babası, "Çok acı çekiyorum!"…

Yorgunluk ve acı bir deri olmuş babaya, atamıyor üstünden, kesip çıkaramıyor. Doku doku işlenmiş vücuduna her iki duygu da. Onun sade bir insan saflığı içinde söylediği “Çok yorgunum” ve “Çok acı çekiyorum” cümleleri, acı ve yorgunluk üzerine söylenmiş ne varsa sahiciliği ile kündeye getiriyor.

Karısı da ölmüş; o bakımı ne zor olan ikizlerin anaları… Kollarında yavruları; uyuyor sanabilirsiniz, öyle bırakmışlar kendilerini babalarının kucağına. O tatlı kızıl saçları arkaya yatmış ikizlerin, -yüreği varsa- bakanın gözleri acıyor gördüğünde, içine içine akıyor kan. Bakamıyor, elleriyle kapatıyor gözlerini şahit olup da bir şey yapamamanın acısıyla. Korkuyor, hem de “Rabbim bana da soracak” diye; “Sen de gördün ya bu ikizleri” diyecek Yaradan, “Ne yaptın?”…

Şimdiden eğiyor başını yere utanarak. Verecek cevabı yok. “Vallahi biz de çok yorgunuz ey baba, çok acı çekiyoruz!” diyor ancak sessizce.

Ne çok insan öldü böyle zulümlerle; tarih sayfaları bitti, mürekkepler tükendi yazmaktan. Ne ikizler öldü, ne kadınlar, ne erkekler, ne çok insan… Bu çağı farklı kılan, ettiğimiz şahitliğin hepimizi mesul tutuyor olması. Seyretmek film gibi gerçeği, olup biteni, gerçekle hayâlî olanı ayırt etmemizi giderek zorlaştırıyor. “Bir dakikada bugün” özetlerinin içine sıkıştırılıyor yüzlerce cenaze.

“Ya Rabbi, biz şahit olup da bir şey yapamamaya utanır olduk, ne olur utancımızı kaldıracak sebepler yarat! Sen katından artık bir son ver!” diye dua ediyor birileri. Aklı da işliyor bir taraftan. Neden kimyasal silah kullanıldığının izahını hiçbir haberde bulamıyor. “Konvansiyonel” denilen o bildiğimiz silahlardan atsa, üç yüz beş yüz insan öldürse olacak olan, fazladan birkaç basın toplantısı işte! Dünyada bir dalgalanmaya sebep olacağını bile bile, daha az insanı kimyasal silahla öldürmeyi seçmenin bir kasıt taşıdığı ortada. Aslında danışıklı dövüş olduğuna inanmak için de makul sebepler var. “Şunu bir deneyelim hazır ortam müsaitken”, “Bakalım şu miktarda kimyasal ne kadar alanı etkiliyor, etkisi ne kadar sürüyor”, “Kameralar da kayıtta zaten”, “Üç beş gün sonra unutulacak nasılsa, canlı canlı seyredelim deneyimizi”, “A olur mu, buyurun, siz de seyredin; görüntüler yayınlandıktan sonra kızgın cümleler sarf edeceksiniz usulen… ‘Kırmızı çizgiler’ falan, eh o da normal!”… Pandomima işte, oynayıp duruyoruz hep birlikte!

Saldırıdan sonra yetiştirilenler sınırdan geçip Hatay’a ulaşıyor, tedavi görüyor. Ah bu memleket! Acının sağaltıldığı şu koca memleket, yeryüzünün yüz akı memleket… Bir nefes alabiliyor insan içine dolan gazdan sonra bundan haberi olunca. Peşinden babanın acısı yine kozalanıyor kalbe: “Benim çocuklarım çok güzel ama Suriye'de ölen ilk çocuk değiller!”

Allah’ın kanununu da ne güzel anlatıyor acısının yanında: “Sonuna kadar sabredeceğiz! İllâ ki bir gün zaferi elde edeceğiz! Tüm dünyaya ne kadar sabırlı olduğumuzu göstereceğiz. Biz ilk ve son değiliz, bu daha da sürecek!”

Hani, diğer çocuklar neredeler? Gördünüz mü onları foto galeri içinde, en kuytuda, haber sitelerinde, kamyon kasalarında taşınan diğer bedenleri? Onlarcası vardı o gün Aya ve Ahmet gibi! Görmeniz için Yahudi bir yönetmen gerek size gaz odalarını anlatmakta mahir. Ne çok yol var gidilecek, ne çok iş var yapılacak, değil mi? Baktıkça fotoğraflara, acımız o donuk karelerde sabitlenmiyor, bir karar ve irade yoluna sevk ediyor. Zaman, duracak zaman değil çünkü. Elimizle, yapmazsak dilimizle, olmadı kalbimizle karşı durmak var bu yolda. Sıkı durmak var! Yorgunluk ve acı, acizleştiren hisler değil böyle bakınca; gayret veren azık ve su…