İŞTE bir kez daha
şahit oluyoruz! Çayımızı içerken, çekirdek çitlerken, hafta sonu ne
yapacağımızı plânlarken, çay kahve içip dağınık iş toplantıları yaparken
yukarından bir bomba daha düştü ve kadınlar, çocuklar, yaşlılar, erkekler öldü.
Ağızlarından köpükler bırakarak, boğularak, insanlığın da boğulduğuna şahit
olarak öldüler. "Çok yorgunum" diyor ikizlerin babası, "Çok acı
çekiyorum!"…
Yorgunluk
ve acı bir deri olmuş babaya, atamıyor üstünden, kesip çıkaramıyor. Doku doku
işlenmiş vücuduna her iki duygu da. Onun sade bir insan saflığı içinde
söylediği “Çok yorgunum” ve “Çok acı çekiyorum” cümleleri, acı ve yorgunluk
üzerine söylenmiş ne varsa sahiciliği ile kündeye getiriyor.
Karısı
da ölmüş; o bakımı ne zor olan ikizlerin anaları… Kollarında yavruları; uyuyor
sanabilirsiniz, öyle bırakmışlar kendilerini babalarının kucağına. O tatlı
kızıl saçları arkaya yatmış ikizlerin, -yüreği varsa- bakanın gözleri acıyor gördüğünde,
içine içine akıyor kan. Bakamıyor, elleriyle kapatıyor gözlerini şahit olup da
bir şey yapamamanın acısıyla. Korkuyor, hem de “Rabbim bana da soracak” diye; “Sen
de gördün ya bu ikizleri” diyecek Yaradan, “Ne yaptın?”…
Şimdiden
eğiyor başını yere utanarak. Verecek cevabı yok. “Vallahi biz de çok yorgunuz
ey baba, çok acı çekiyoruz!” diyor ancak sessizce.
Ne
çok insan öldü böyle zulümlerle; tarih sayfaları bitti, mürekkepler tükendi
yazmaktan. Ne ikizler öldü, ne kadınlar, ne erkekler, ne çok insan… Bu çağı
farklı kılan, ettiğimiz şahitliğin hepimizi mesul tutuyor olması. Seyretmek
film gibi gerçeği, olup biteni, gerçekle hayâlî olanı ayırt etmemizi giderek
zorlaştırıyor. “Bir dakikada bugün” özetlerinin içine sıkıştırılıyor yüzlerce
cenaze.
“Ya
Rabbi, biz şahit olup da bir şey yapamamaya utanır olduk, ne olur utancımızı
kaldıracak sebepler yarat! Sen katından artık bir son ver!” diye dua ediyor
birileri. Aklı da işliyor bir taraftan. Neden kimyasal silah kullanıldığının
izahını hiçbir haberde bulamıyor. “Konvansiyonel” denilen o bildiğimiz
silahlardan atsa, üç yüz beş yüz insan öldürse olacak olan, fazladan birkaç
basın toplantısı işte! Dünyada bir dalgalanmaya sebep olacağını bile bile, daha
az insanı kimyasal silahla öldürmeyi seçmenin bir kasıt taşıdığı ortada.
Aslında danışıklı dövüş olduğuna inanmak için de makul sebepler var. “Şunu bir
deneyelim hazır ortam müsaitken”, “Bakalım şu miktarda kimyasal ne kadar alanı
etkiliyor, etkisi ne kadar sürüyor”, “Kameralar da kayıtta zaten”, “Üç beş gün
sonra unutulacak nasılsa, canlı canlı seyredelim deneyimizi”, “A olur mu, buyurun,
siz de seyredin; görüntüler yayınlandıktan sonra kızgın cümleler sarf
edeceksiniz usulen… ‘Kırmızı çizgiler’ falan, eh o da normal!”… Pandomima işte,
oynayıp duruyoruz hep birlikte!
Saldırıdan
sonra yetiştirilenler sınırdan geçip Hatay’a ulaşıyor, tedavi görüyor. Ah bu
memleket! Acının sağaltıldığı şu koca memleket, yeryüzünün yüz akı memleket…
Bir nefes alabiliyor insan içine dolan gazdan sonra bundan haberi olunca.
Peşinden babanın acısı yine kozalanıyor kalbe: “Benim çocuklarım çok güzel
ama Suriye'de ölen ilk çocuk
değiller!”
Allah’ın
kanununu da ne güzel anlatıyor acısının yanında: “Sonuna kadar sabredeceğiz!
İllâ ki bir gün zaferi elde edeceğiz! Tüm dünyaya ne kadar sabırlı olduğumuzu
göstereceğiz. Biz ilk ve son değiliz, bu daha da sürecek!”
Hani, diğer çocuklar neredeler? Gördünüz mü onları foto galeri içinde, en kuytuda, haber sitelerinde, kamyon kasalarında taşınan diğer bedenleri? Onlarcası vardı o gün Aya ve Ahmet gibi! Görmeniz için Yahudi bir yönetmen gerek size gaz odalarını anlatmakta mahir. Ne çok yol var gidilecek, ne çok iş var yapılacak, değil mi? Baktıkça fotoğraflara, acımız o donuk karelerde sabitlenmiyor, bir karar ve irade yoluna sevk ediyor. Zaman, duracak zaman değil çünkü. Elimizle, yapmazsak dilimizle, olmadı kalbimizle karşı durmak var bu yolda. Sıkı durmak var! Yorgunluk ve acı, acizleştiren hisler değil böyle bakınca; gayret veren azık ve su…