Yön tayininde işaret: İnfak

İslâm dininin temel prensibi, Tevhid inancını kuşanma maişetidir. Şirk, küfür, riya, haset, nifak ve kibir ise gönül pencerelerinin manevî kirleri ile tabaka tutmasına sebep olur. Manevî kirleri infak, ihlâs, takva, huşû ile tezkiye etmek mümkündür. Bu da ihsan ve dolayısıyla huzur mâkâmına ulaşmaya vesile olur.

KÂİNATTA her şey çift yaratılmıştır ve zıddı ile kaimdir. Gece gündüz, cimrilik cömertlik, dost düşman, ceza mükâfat, mutlu mutsuz, zengin fakir, nimet imtihan ve nifak infak gibi nice örneklerle içimiz ve dışımız donatılmıştır.

İnfak, Allah’ın (cc) hoşnutluğunu kazanabilmek için maddî ve manevî olarak niyetlenip ihtiyacından artanı harcamak, yardımda bulunmaktır. İnfak konusunu anlamış ve idrak etmiş kimse, güzel ahlâkını tamamlayabilmek için ruhunun, dolayısıyla varlık gayesinin, kimliğinin ve karakterinin alacağı ruhanî bir geçiş evresiyle maddî olan bedeninin zahirini vermek suretiyle, bedeninin manevî kapılarının (takvasının) batinî tarafını genişletir, gönül penceresini sükûnete yani dünyada huzur kapılarına açmış olur.

İnfak, Allah ile kul arasında yapılan ve oranının ise bire on veya bire yedi yüz, belki de sözle belirtilemeyecek derecede yüksek olan bir ticarettir. Dolayısıyla kulun dünya ve ahireti için yapacağı en âlî davranışlarından biri olup, taksimini bizzat Rabbinden alacağı kişiye özel hesap kitap murakabesidir.

İnfak, imanın samimiyeti, dinî vecibelerdeki ciddiyetin en kuvvetli emaresi, rıza-i İlâhî ile arasındaki ticaretidir ki kişinin kendi servetinden, nimetlerinden hayır ve güzel işlerde harcaması, bu işlemleri gerçekleştirirken yine belli bir edep-adap çerçevesi dâhilinde muhtaçlara karşılıksız vermesidir. Ne kadar insana verilmiş nimet veya rızık var ise, o denli infakın çeşitliliği de kollara ayrılır. Her donatılmış ve edinilmiş lütuf, örneğin ilim, mevki, kabiliyet, güler yüzlü olmak, gönül almak, nasihat, ecir, irşat ve Allah’ın rızası için güzel hasletler de manevî olarak infakın bünyesine giren güzel ahlâktandır.

İnfak konusu o kadar mühim bir noktadadır ki yüce kitabımızın başlangıç muhtevasında belirttiği ümmet-i Müslümanın kaidelerini çizeceği istikametin yönünü tayin etmektedir. Beraber anıldığı konu ve kavramlarla geçmekte, fakat kendi başına Yüce Rabbimizle kurulan ünsiyet hâli ile çok ayrı bir zirve hâlindedir. Zekât ve sadaka, mübârek kitabımızda yüz yirmi beş kere geçmekle beraber, yetmiş iki kere ile “infak” bilhassa vurgulanmaktadır. Zekât farz olup, mal için minimum (kırkta bir) ödenmesi gereken meblağ ile malın arındırılması ve bereketlendirilmesi için Allah’a ödediğimiz malın hakkıdır. Sadaka, mülk Allah’ındır ve maldaki insanların hakkı olan emanetin ödenmesidir. İnfak ise Allah’ın rızasını kazanmak ve huzura ermek için verilen tüm nimetlerin hakkı olup, bilinçli olarak tekrar kullara ve kuruluşlara vererek özgürleşmektir.

Kur’ân-ı Kerim’in özü ve başlangıcı olan Fatiha Sûresi’nin ardından gelen Bakara Sûresi’nin ilk yedi ayeti, infak konusunu ve bir müminin temel alacağı dinî dinamikleri bizlere sunmuştur. Gaibe iman, namaz ve ardından hemen infak konusunun gelmesi oldukça dikkat çekicidir. Üç sırlı harfin akabinde “hidayet” kavramı ile tekrar bir ufuk ekseni açan Yüce Rabbimizin bu daveti, İslâm dininin atardamarlarını oluşturmaktadır. Gaibe iman etmek, göz ile göremediği fakat varlığına kesinlikle inandığımız, güvendiğimiz, öte âlem bilincinin inancıdır. İnsanın insan olma mânâsının tezahürünü aslında gaibe imanla da açıklayabiliriz. Şöyle ki, insanın mevcut kalbi, tam mânâsıyla gaibe inanmış yani ahireti görüyormuş gibi inanarak kalbine bir kalp kulağı açmış, bir de kalp gözü açmışçasına, hidayete namzet olan ve felahı bulan kişiler olarak yeryüzü halifeleri vasfını donanmış âdem olunur. Bu hâl ile vasıflanan kişinin Allah’a olan sevgisini yansıtma modelini de namaz kılmakla görebiliyoruz. İman ile amelin doğru orantıda ilerlediği İslâm’ın temel sacayaklarından sonra infak ise, doğrudan İlâhî rızaya mazhar olabilmek için Allah ile kendi arasına bir köprü/tünel açmaya yönelik tamamen gönüllü bir çaba ve iştiyaktan meftun mazhardır. “Yaratılanı severiz Yaradan’dan ötürü” düsturu ile insanlara ve yaratılmış tüm mahlûkata olan sevgi nazarı da infaktır.

Allah’a ve ahiret gününe inananlar için amel, ibadet ve taat zor gelmemekte, bilakis varlığından mülhem yaşamın bir tür nefes alma şekli gibi huşû ve zevkle icra edilmektedir. Muttakilerin özelliklerinden biri de mal mülk hırsına kapılmamış, bol bol zekât ve sadaka veren kişiler olmalarıdır. Ebu Hüreyre’den (ra) nakledildiğine göre, Hazreti Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur: “Dinarın ve dirhemin, kadifenin ve işlemeli elbiselerin kulu olana yazıklar olsun! (Böyle bir kişiye) bir şey verilirse memnun olur, verilmezse hoşnut olmaz.” (Buharî, Cihâd 70)

Burada Güzel Peygamberimizin hadis-i şerifinden de anlaşılacağı üzere, paranın, eşyanın kıyafetin veya üniformanın kulu olanların o malı elden çıkaramayacağını veyahut veremeyeceğini, âdeta o malın kölesi olacağını belirtir. Şayet sen malın sahibiysen, istediğin gibi tasadduk etmekte özgür olursun. Değilse, o mala tutsak olursun. İnsanın varlık vücudunun ruh, nefis, beden ve kalp çerçevesinde enfüsî ve afakî alâmetifarikalarını akıl, kalp ve gönül cereyanında muhasara edebiliriz. Namaz kılmakla aslında ruhen ve bedenen, aklen ve fikren teslim oluş, yakarış ve adanış tezahür eder. Nefis, ruh, beden ve gönül, namaz ile yanlış ve kötülükten kurtulup felaha kavuşur.

Bakara Sûresi’nin ilk yedi ayeti bizlere bunu gösterir:

“1. Elif. Lâm. Mîm./ 2. O kitap (Kur’ân), onda asla şüphe yoktur. O, müttakîler (sakınanlar ve arınmak isteyenler) için bir yol göstericidir./ 3. Onlar gayba inanırlar, namaz kılarlar, kendilerine verdiğimiz mallardan Allah yolunda harcarlar./ 4. Yine onlar, Sana indirilene ve Senden önce indirilene iman ederler; ahiret gününe de kesinkes inanırlar./ 5. İşte onlar, Rablerinden gelen bir hidayet üzeredirler ve kurtuluşa erenler de ancak onlardır./ 6. Gerçek şu ki, kâfir olanları (azap ile) korkutsan da, korkutmasan da onlar için birdir; iman etmezler./ 7. Allah onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir. Onların gözlerine de bir çeşit perde gerilmiştir ve onlar için (dünya ve ahirette) büyük bir azap vardır.”

Nefis, bencillik ve ihtiras ile yerinde duramayan, dizginlenmeye muhtaç bir yapıya sahiptir. Onun bu hâli ruhu etkiler ve kalp, nefsin etkisi altında kalarak körelir veya istikamet dışı yol almalarla hissiyatı tıkanır. Beden ise bu yükü taşımakla bugünkü tabir ile stresle karşı karşıya kalır. Stresi/ruhî bunalımı sakinleştirmek/dizginleyebilmek ise kalbin sükûn vasıtası olan dosdoğru bir namaz ile olur. Ruh bedenle bağımlı, nefisle perdelidir. Bu nedenle bedenin hareketi ruhu müşahhas ve mücerret âlemde donatır, teçhiz eder. Ruh gücünü, hamd sırrı içinde İlâhî hidayetle arttırır ve sükûna, huzura kavuşabilir. Namaz ile miraca kavuşan selim akıl, maddesel boyutta yapılan infak ile manevî hız kazanmış olur. İnsan ruhu halk âleminden de, emr âleminden de hissesini almıştır. Vermek, İlâhî bir sünneti taklit etmektir. Bu yüzden infakın her türlüsü ruha her iki âlemde de kazanç sağlayacaktır.

İnfak çok geniş kapsamlı bir kavram olup, mal ile olabileceği gibi ilimle, garip gurebanın ihtiyaçlarını gidermekle, güler yüzle, gönül almakla, hayır yolunda ikna etmekle, gençliğin kuvvetini kullanarak başkasına yardımcı olmakla, ihtiyarlığın verdiği bilgeliği başkasına aktarmakla ve dahi herhangi birine cevap vermekle bile olabilir.

“Her varlık zıddı ile kaim” demiştik, nifak var ise infak yoktur. “Nifak” denilince İslâmî literatürde “münafık” kelimesi, akla gelen ilk kavramlardandır. Münafık, Arapçada nifak mastarlarından türemiş bir kelimedir. “İnfak, Rabbimizle aramızda olan tünel, köprüdür (gizli ve açıktan)” demiştik, nifakın kökünde de tarla faresinin “nafıka” isimli çıkıştan kaçması anlamına gelen “nıfk” kelimesi vardır. İnfak Allah’a (cc) yaklaştırırken, nifak ise O’ndan uzaklaştırır, kaçırır.

İslâm dininin temel prensibi, Tevhid inancını kuşanma maişetidir. Şirk, küfür, riya, haset, nifak ve kibir ise gönül pencerelerinin manevî kirleri ile tabaka tutmasına sebep olur. Manevî kirleri infak, ihlâs, takva, huşû ile tezkiye etmek mümkündür. Bu da ihsan ve dolayısıyla huzur mâkâmına ulaşmaya vesile olur. “İnsan kendisini nasıl murakabe eder?” sorusuna büyükler şöyle bir metot uygulamışlardır: “Acaba imanım ne âlemde?” sorusuna ilişkin olarak kendi iç murakabesini yapan kişi, zahirdeki namaz ve infakındaki seviyesi ile kendi terazisini gönül melekesi ile tartabilir. Nifakın olduğu yerde infak, infakın olmadığı yerde tam bir imanın yerleşmediğini anlıyoruz.

Allah, hepimizi nifaktan muhafaza buyursun!