“BİR yol varsa hakikate varan, bir yolcu lâzım kendini arayan. Bir hancı varsa yolcuları ağırlayan, bir aşk lâzım yola koyduran…” (Mevlâna Celaleddin-i Rûmî)
“Yolculuk nedir?” deseler, “Arkada bıraktıklarımız, yeniden rastladıklarımız, ilk defa karşılaşacaklarımız ve yolculuk esnasında şahit olduklarımızın tamamı” derim. Biz mi gidiyoruz, yoksa anlar mı? Akıp giden yollar mı, yoksa zaman mı? Hızla kayıp giderken etraftaki ovaya, ormana, denize ve kasabalara ait manzaralar, insanın ruhunu tuhaf bir burukluk ve heyecan kaplar. Bunun nedeni ise, geride kalanların hüznü, yeniden yeniye göreceklerimizin merakı ve heyecanıdır.
İnsan bir yere gitmekle gitmiş olur mu, yoksa sadece bedenini mi götürür gittiği yere? Aklı geride bıraktığı sevdiklerinde, işinde gücünde mi kalır? Veya zihni henüz gidemediği başka yerlerde mi dolaşır? Aslında gittiğimiz yere orada olduğumuzu fark ettiğimizde ve oranın atmosferini hissettiğimizde varmış olmaz mıyız?
Yolda olmak, niyet ve istikamet üzere olmaktır. Maksat, varmaktan ziyade, yeni yerler ve yeni insanları keşfetmektir. Bizi kendi içine çekerek görüş açımızı daraltan geçim telaşına bir süre mola verip başka kültürlere, başka hayatlara yelken açmaktır. Zaman zaman sadece kendi yaşadıklarımızdan ibaret olduğu yanılgısına düştüğümüzün hayatın, başka kahramanlarının da olduğunu fark etmektir. Kendinden çıkıp hayatı dışarıdan seyre dalmaktır. Yolculuk, yaşam içinde uğradığımız hanlarda birer konuk olduğumuzu, ömrün ve ömre dâhil her şeyin gelip geçici olduğunu idrak ettiren güzel ve bir o kadar da yorucu bir eylemdir. Aslında tam da hayatın kendisidir.
Yapılan bütün yolculukların acı tatlı anı ve hikâyeleri olur. Yaz aylarında tatil beldelerine yaptığım seyahatlerde gördüğüm tarihî ve doğal güzelliklerin yanı sıra beni etkileyen hususlardan biri de temas ettiğim farklı insanlar ve hayatlar. Onların yaşam mücadelesi, hayâlleri ve olaylara bakış açıları beni her zaman etkilemiştir. Bazen şaşırtmış, hatta hayrete düşürenler olmuştur. Kimilerinin etkisi zihnimi öyle meşgul eder ki onların hayata dair gayret gözlüğünü takar, kaderlerinin yönünü nasıl değiştirmeye çalıştıklarını ibret nazarıyla yine onların dünyasından ve penceresinden seyretmeye çalışırım.
Seyahatlerim sırasında yol kenarlarına tezgâh açmış hâlde kendi yetiştirdikleri ve o yöreyle anılan ürünleri satan köylüler çoğunlukla uğrak yerim olur. Bu molalar uzun ve yorucu hâle gelen yolculuğu daha çekilir ve eğlenceli hâle getirmenin kendimce bulduğum bir yolu. Ayrıca aldığım ürünleri tüketirken tekrar oralara ait anıları yâd etmeme de vesile oluyor. Onların binbir emek ve zahmetle yetiştirdikleri ürünleri büyük bir gururla sattıklarına şahitlik etmek, ayaküstü ikramlarının tadına bakmak ve kısa da olsa sohbet etmek, farklı hayatlara tanıklık etmeme de vesile. Kendi emeklerini aracısız sattıkları için pazarcılardan farklılar. Her birini çok kıymetli birer mücevher gibi itina ile sergilediklerini ve aynı titizlikle satışa sunduklarını görürsünüz. Çoğunlukla ziyan olmaması için çadırlarının bir kenarında domates, kayısı, patlıcan kuruturlar. Bu yolla ürünlerini heder etmedikleri gibi, ilâve bir kazanca da dönüştürürler.
Yine böyle bir yolculuk esnasında, yol kenarındaki çadırlardan birinin önünde durduk. Bir kadın bizi evine misafir ediyormuşçasına, “Hoş geldiniz” diyerek saygıyla karşıladı. Yanında on üç on dört yaşlarında bir delikanlı… Çevresi teliz ve brandalarla çevrili bir çadır… Meyve ve sebzeler görücüye çıkmış kız misâli tezgâha itina ile dizilmiş. Yola doğru çevrilmiş, hafif dik kasalara şeftali ve kayısıların al yanakları görünür bir şekilde sıralanmasına da dikkat edilmiş. Bu vesile ile yoldan gelip geçenlerin tezgâhtaki ürünleri rahatça görmeleri ve ürünün dikkat çekmesi sağlanmış.
Sabahtan akşama kadar, sıcakta, soğukta, yağmurda vakit geçirilen bu ekmek teknesine evin konfor ve rahatlığını sağlamak için sağdan soldan toplanmış eski, kırık dökük, miadı dolmuş, buradan sonra son yolculuğuna uğurlanacak olan eşyalarla bir düzen kurulmaya çalışılmış. Güneşten rengi kaçmış bir kanepe, ortada çıkma kerestelerden çakılmış bir masa, ahşap bir iki sandalye ve birkaç tabureyle dekor verilmiş. Kuytu bir köşe “mutfak” olarak düşünülmüş olmalı ki ahşap tezgâhın üstünde lavabo işlevini gören musluklu kocaman bir bidon, küçük bir tüp üstünde alüminyum bir çaydanlık, etrafında birkaç tabak, çanak ve bardak… Başka bir köşede ise kasalar ters çevrilmiş hâldeyken üzerine serilmiş örtüde kurutulan domates ve patlıcanlar…
Delikanlının yanına yaklaşıp adını soruyorum. Kendinden oldukça emin şekilde “Ali” diyor. “Annene yardımcı oluyorsun burada galiba?” diyerek söze giriyorum, “Evet” diyor. “Kavunları siz mi yetiştiriyorsunuz?” diye soruyorum. “Buradaki her şeyi biz yetiştiriyoruz abla” diyor. İşaret parmağıyla uzaktaki bir tarlayı göstererek, “Te şu uzakta, ortasında alıç ağacı olan tarla var ya, bu kavunları oradan getirdik” diyor. Dönüp gösterdiği yere bakıyorum; öyle tatlı konuşuyor ki anlamamış gibi yapıp “Hangi tarla?” diye tekrar soruyorum. Bu sefer biraz da çıkışarak, “Te gündöndülerin sağındaki tarla! Orası yirmi dönüm, dedemden kaldı. Yanındaki de emmimin” diyerek başlıyor tarlanın hikâyesini anlatmaya. “Çocuktan al haberi” dedikleri bu olsa gerek.
Sonra gözlerim masanın üzerindeki kitaplara ilişiyor. Birkaç kitap üst üste… Biri diğerlerinden ayrılmış: Dosteyevski, Yeraltından Notlar… Çok manidar, görünmez insanların hayatına dair bir eser. Kimi okuyarak, kimi yazarak, kimi ise gezerek arar kendini. Delikanlıya dönüp, “Sen mi okuyorsun?” diyorum, “Yok, annem” diyor. Şaşkınlıkla kadına dönüyorum. Gülümseyerek, “Ben okuyorum, burada başka türlü vakit geçmiyor, çok seviyorum kitap okumayı” diyor ve ekliyor: “Babam okutmadı fakat ben hiç vazgeçmedim okumaktan, neredeyse okumadığım kitap kalmadı. Kızım diyetisyen oldu, onun da bütün kitaplarını okudum. Kışın daha çok vaktim oluyor okumak için. Yazın çalışmaktan pek vakit bulamasam da yine de kitapsız yaşayamam. Oğlum benim kadar sevmiyor kitap okumayı fakat o da ablası gibi okuyacak inşallah…” Bu sırada oğluna şefkatli bir bakış atıyor. Ali ise mahcup, biraz da utangaç bir ifadeyle yere bakıyor.
Kitaplar üzerine kısa bir sohbet sonrasında alacaklarımızı alıp vedalaşıp ayrılıyoruz. Malûm, yolcu yolunda gerek!
Yol boyu zihnim bir süre onlarla meşgul oldu. Herkesleşmemiş insanlar; çalışan, üreten, kendini geliştiren, mazeretlere sığınmayan, şükreden, şikâyet etmeyen… Belki başka türlü bir hayatı olmayacak fakat yazgısıyla barışık, koşullarıyla uyumlu ve mutlu… Etkilenmemek ve hayran kalmamak elde değil.
Yine bir mola
Uzun bir aradan sonra başka bir tezgâhın önünde tekrar mola veriyoruz.
Annesiyle bir örnek çiçekli şalvarı, uzun boyu, zayıf bedeni, penye tişörtü, geriye doğru taranmış beline kadar tek örgü sarı saçları, yaşam enerjisi ve coşkusu gözlerinin maviliğinden taşan genç bir kız Aleyna…
Alışverişten önce, “Taze çayımız var” diyerek ana-kız bizi çaya davet ettiler. Koyu bir sohbete daldık. Aleyna fen lisesinde okumuş, bu yıl sınava girmiş, tercihlerini yapmış. Ailesi öğretmen olmasını istiyormuş ama “Ben çocuklarla uğraşamam” diyor. Gıda mühendisliği ve veterinerlik yazmış. “Köyde meyve ve sebzenin içindeyim, ayrıca bir sürü hayvanımız var, veterinerlik gelse keşke! Ben ne güzel inek doğurturdum!” diyerek heyecan ve coşkuyla anlatıyor. Hâlbuki ben de bir köy çocuğuyum fakat onun özgüven ve heyecanına şaşkınlıkla bakakalıyorum. Rabbim yolunu açık, yolculuğunu kolay eylesin.
Alacaklarımızı alıp yola koyulduk, götürdüklerimiz elbette sadece sebze ve meyveler değildi. Hayata, geleceğe ve insanımıza dair çok şey vardı. Zaman zaman “x, y, z kuşağı” diyerek etiketlediğimiz gençlerimizle ilgili yeise kapılsak da böylesi gençler, geleceğe daha ümitvar bakmamıza vesile oluyorlar.
Ne istediğini bilen, ayakları yere basan, çalışkan gençlerimizin sayısı azımsanmayacak kadar çok. Bu arada zihnim pozitif bir ayırımcılık yapıyor, “Ne varsa bu memleketin kadınında ve kızında var” diye düşünmeden edemiyorum. Nihayet, yetişecek her yeni nesilde kadınların imzası olacak.
Ömür biter de yollar bitmez. Hikâyeler de öyle…