Yol içinde büyüyen yollar

Beni büyüttün Bosna. Seni bırakırken günlüğüme yazdığım son cümle, “Geri geleceğim” olmuştu. Sözümü tutacak ve geri geleceğim Balkanların nârin kızı!

YOLCULUK başlıyor... Dokuz kişilik bir ekip ve bir rehber ile birlikte Saraybosna’dan üç buçuk saat uzaklıktaki Srebrenitsa’ya doğru yola çıkıyoruz. Yolculuk uzun olduğundan, rehberimiz Sırp-Boşnak Savaşı ile ilgili uzun bir bilgilendirme yapıyor. Yaşanmış anıları anlatıyor, belgelerden, makalelerden bahsediyor.

Kan donduran sahneler az biraz canlanıyor gözümüzde. Hayâline bile yürek dayanmıyor. İnsanız sonuçta, ne kadar etkilensek de ateş sadece düştüğü yeri yakıyor. Uzun yolculuğumuzun sonlarına doğru otobüste derin sessizlikler, uzun iç çekişler dolaşıyor.

Benim aklımda ise sadece bir sayı: “8372”... Sadece 6 günde öldürülen insanların sayısı… Bu sayıyı altıya bölsek, günde ortalama bin 395 kişi... Korkunç bir sayı!

Yedi yaşından küçük 11 bin Boşnak Müslüman çocuğun Avrupalı ailelere evlât verilmesi var bir de... 20 sene geçse, hepsinin en az 1 çocuğu olsa, tam 22 bin kişi! Bir korkunç sayı daha! Düşüncelerin sonu bir türlü gelmezken, yolculuğun sonu geliyor elbette.

Otobüsten iniyoruz. Kışın ortasındayız tabiî. Eksi 15 derece soğuk. Kar dizlere kadar. Şehitliğe girmeden önce bir Srebrenitsa annesinin küçük hediyelik eşya dükkânını ziyaret ediyoruz. Srebrenitsa güllerimizi aldıktan sonra şehitliğe gidiyoruz. İçeri girdiğimiz gibi, yerden bir metre yüksekliğinde, üzerinde isimlerin, doğum ve ölüm tarihlerinin yazılı olduğu geniş siyah taşlarla çevrili uzun bir yol karşımıza çıkıyor. Bir soyadından en az 50 kişinin olduğu isimler yan yana yazılı.

15 yaşında olan da var, 70 yaşında olan da. İşte her şeyin somutlaştığı noktadayız hepimiz! Ben içimden öyle duâlar ediyorum ki “Allah’ım, ne olur bu isimler kurtulanların olsun!” diye… İnanmamak için kendi kendime ne yalanlar söylüyorum: “Yok, yok, değildir! 25 sene önce benim babam, dedem yaşıyordu. Böyle bir katliam olsa kesin savaşmaya gelirlerdi…”

İşte tam o noktada büyümüştüm! Tam 25 sene önce nasıl o kadar insanın öldürülmesine ses çıkarılmadıysa, şimdi de biz ses çıkaramıyorduk. İlk defa tozpembe hayatımdan, cam fanusumdan, çıkmıştım. Acılar içinde dizlerime kadar gelen karda oturup dakikalarca hıçkırıklarla ağlamıştım. Öyle ki, sanki evren bana “Gerçek dünyaya hoş geldin” demişti. Oradan çıktığımızda ne gözlerim eski gözlerimdi, ne ellerim, ne de yüreğim. Ben kozamdan sıyrılmıştım sanki. Bir yanımı o şehitlikte bırakmıştım.

Fakat hafiflemedim hiç. Çünkü heybeme yüklediğim acı, bıraktığım çocukluğumdan daha da ağırdı. Artık sözlerin önemi yoktu benim için. Söz söyleyenler patlayan silahlara engel olamamıştı seneler öncesinde. Söz havada kalmayı sevmez çünkü. Eylem ister, hareket ister. Ortaya bir şey koymak lâzımdı. Yüreğime ve sırtıma yüklenen yük ancak böyle hafiflerdi. Bir şey yaparak… Üreterek, üretmeyi hedefleyerek, adım atarak... Kısacası yola çıkmak gerekiyordu.

Ülkemden çok uzaklara bir sürü yol kat ederek gelmiştim Bosna’ya. Fakat yolum tam da orada başladı! Buz gibi soğuk bir havada, binlerce insanın yattığı bir şehitlikte, atalarının hüküm sürdüğü topraklarda küçük bir kızın yolu başlamıştı. Yaşadığım hayatın sahibinin sadece ben olmadığımı ve bu hayatı sadece kendim için yaşamamam gerektiğini öğrendim.

Sen Bosna! Küçük bir kızın yüreğinde devrim başlatabilecek bir ülkesin. Bu yürek devriminin üzerinden tam iki sene geçti ve ben bir sayfaya sahibim, kelimelerim havada kalmadı. Yüreğimden kaleme, kalemden kâğıda akan bir yolculuğa çıktım. Yol içinde büyüyen yollarla, söz içinde büyüyen sözlerle tanıştım. Yüreğimin ve omzumun yükünü bildim. Bildiklerimin yükümlülüğünü yerine getirmeyi öğrendim.

Beni büyüttün Bosna. Seni bırakırken günlüğüme yazdığım son cümle, “Geri geleceğim” olmuştu. Sözümü tutacak ve geri geleceğim Balkanların nârin kızı!