Yitik gerdanlık: Endülüs

İspanyolcada sayısız Arapça kelime olduğu söyleniyor. Bazı yerlerin isimleri hâlâ Arapça. Müziğinden danslarına, yemek kültürüne ve sanat anlayışına birçok alanda Endülüs tarihinin izlerini bugün de görmek mümkün.

ONU, Yazarlar Birliği’nde uzun dönemdir devam eden Mesnevî dersleri vesilesiyle tanımıştım. Her hafta başkentin kuru soğuğunda, Sümer Sokak’ın başında, yüzünde asude bir tebessümle eşini bekler, elindeki çantasını alıp birlikte derse gelirlerdi. Tanış olduğu herkesle tek tek ilgilenirdi. İlerlemiş yaşına rağmen bizimle birlikte ilgiyle dersleri dinler, ders bitiminde ise eşi ve birkaç arkadaşla birlikte çorba içmeye giderdik…

Ferhat ağabey, memleketin önde gelen kıymetli şahsiyetleriyle yarenlik etmiş, kendisine verilen görevler nedeniyle birçok ülkeye de gitmişti. Mesnevî dışındaki diğer ortak noktamız da seyahat etmeyi sevmemizdi. Soğuk kış günlerinde, sıcak çorba eşliğindeki sohbetlerimizin birinde bana, “Mutlaka Endülüs’ü görüp oranın ruhunu soluman lâzım” demişti. Anlattıklarını hayranlıkla dinlemiş, konunun ne kadar yabancısı olduğumla ilgili eksiklik ve mahcubiyet hissetmiştim. O günden sonra Endülüs tarihi ilgi alanıma girmiş ve bir an önce gidip görmekle ilgili müthiş bir istek uyanmıştı. Endülüs turları düzenleyen ve bu işi görev edinmiş bir arkadaşından bahsedip onlarla gidebileceğimi eklemişti. Bu sohbetten sonra Mehmet ağabeyin Endülüs’e gidecek ilk grubunda çoktan yerimi almıştım.

Hayat bu, kimine uzun, kimine kısa bir yol. Bizler de bu yolda birer yolcu. İşte bu yolculukta bir dost ile yollarımız kesişmişti. Fakat sonra bir anda ülkemizi ve dünyayı etkisi altına alan salgın baş göstermişti. Ülkeler arası sınırların kapatılması, ortalığı allak bullak eden günlerin başlamasıyla her şey iptal olmuştu. Bu istek, tekrar ne zaman gerçekleşeceği belli olmayan bir hayâl olarak ileri bir tarihe ertelenmiş oldu. Bu süreç Endülüs’e gitme isteğini gönlüme koyan, ilmini ve tecrübelerini her fırsatta bütün samimiyetiyle aktaran, dost hanesine ismini kazıtan o güzel insanla yollarımızı ayırdı. Ferhat ağabey, Kovid-19 nedeniyle ebedî âleme göç eyledi.

Hayat bazen geç birleştirir, erken ayırır. Fakat kalplerde o kişiye ayrılan yer hep baki kalır. Tevafuk bu ya, onun ölümünün sene-i devriyesi olan Kasım ayında Endülüs’e gitmek nasip oldu. Onunla tanış olduğum zamanlar yazı yazmak aklımdan dahi geçmezken, bana, “Gezi yazıları yazmalısın” derdi. Bugün Endülüs’ü onun anısına da yazarken, hepimizin yolunun güzel insanlara çıkması duasıyla kendisine Rabbimden rahmet diliyorum…

Endülüs için gemileri yakmak

Avrupa’da 800 yıl hüküm sürmüş İslâm Medeniyeti’nden geriye kalan eserlerin izlerini sürmek, bu atmosferi yerinde teneffüs etmek niyetiyle yollara düştük. Benim için hayli heyecan verici olmasına rağmen, tarihten öğrendiğim bilgiler neticesinde, içinde hüzün de barındıran bir yolculuk olacaktı. Kalbimde ve zihnimde yaşadığım karışık duygulardan olsa gerek, bir gün sonraki uçak için bir gün önceden yola koyulduğumu son anda fark etmemle başlayan bir yolculuk oldu bu.   

Ankara’dan İstanbul’a, oradan Malaga’ya oldukça uzun süren uçak yolculuğumuz neticesinde İspanya topraklarına ayak basmıştık. Havaalanında bizi tur rehberimiz Ali Osman kardeşimiz karşıladı. Gruba başka şehirlerden dâhil olan diğer arkadaşlarla tanışma faslından sonra otobüsteki yerlerimizi aldık. Bu topraklar bana başka bir ülkedeymişim izleniminden daha ziyade, yurdumuzun Akdeniz sahillerindeki herhangi bir şehrindeymişim hissini verdi. Böyle olmasında iklim ve bitki örtüsü benzerliğinin yanı sıra rehberimiz Ali Osman’ın sıcak ve dostça yaklaşımının da katkısı yadsınamazdı. Anne ve babasını kaybeden ve bu yaban elleri kendisine yurt edinen, insanlarla güzel iletişim kuran, açık sözlü ve geniş yürekli bu delikanlının genç yaşına rağmen oldukça etkileyici bir hayat hikâyesi vardı. İstanbul’da İspanyol dili ve edebiyatı okumuş, daha sonra İspanya’ya yüksek lisans için gelip burada bulunan bir tekkede annesi Müslüman, babası Hıristiyan bir kızla tanışıp evlenmiş ve İspanya’ya yerleşmiş. Kendisini bu toprakların mirasını dünyanın dört bir yanından gelen turistlere aktarmaya adamış.

Tarihte İspanya’nın fethini gerçekleştiren Tarık Bin Ziyad gibi bizim de ilk durağımız Cebel-i Tarık Boğazı oldu.

Burası, Tarık Bin Ziyad tarafından, “Önümüz düşman, arkamız deniz. İki cihanda da sizin bahadırlığınız hep hatırlanacak” nidalarıyla fethedilen İber yarımadasındaki İspanya toprakları… Bu kararlı tutumundan dolayı tarihe “gemileri yakmak” deyimi de böylece kazandırılmış. Bilindiği üzere iki kıta arasındaki bu boğazın adı da “Cebel-i Tarık Boğazı” olarak tarihe geçmiş.

Müslümanların bu toprakları fethinden sonra Batı’nın en güçlü ve müreffeh devleti Endülüs olmuştur. Doğu medeniyetinin her alandaki tecrübe ve birikimleri buralara aktarılmış. Bu topraklarda yaşanan medeniyet, İslâm’daki fetih şuurunu bize tam ve doğru bir şekilde anlatacak tarihî bir geçmişe de sahiptir. Barbar bir zihniyetle yapılmış fetihler olmadığı gibi, muratları hiçbir zaman yakmak, yıkmak ve tarumar etmek olmamış. Fethedilen beldelere İslâm dinini, dolayısıyla da barışı, huzuru ve medeniyeti götürmüşler.

Yolcuğum boyunca bütün bu anlatılanları dinlerken, diğer taraftan “Müslüman bir insanın yeni girdiği ortamlara karşı tavrı da böyle olmalı” diye düşünüyorum. Yeni bir aile veya yeni bir iş ortamında değer üretmeli. Bu gerek ortaya koyduğu işlerle, gerekse ahlâkıyla olabilir. Bulunduğu ortamları ve mekânları maddî ve manevî anlamda hem güzelleştirmeli, hem de zenginleştirmeli. İşte o zaman bizi gerek insan, gerekse medeniyet olarak yukarılara taşıyacak bir nesil yetiştirmiş oluruz.

Maddî ve manevî zenginliğin harmanlandığı Endülüs şehirleri, tamamı yirmi yıl gibi kısa bir süre zarfında, adeta kıymetli taşlardan oluşan bir gerdanlığın taşlarının tek tek düşüşü gibi, Haçlı zihniyetinin eline geçmesinin hazin hikâyesini taşıyor. Müslümanların vatan bildikleri bu topraklara yapılan onca emek ve yatırımlarından geriye, tarihî birer vesika hüviyetinde sadece bazı eserler kalmış. Tabiî en üzücü olanı, yerlerinden yurtlarından edilen Müslümanların Engizisyon mahkemelerinde, başta dinlerini değiştirmek zorunda bırakılmak üzere gördükleri baskı ve zulümlerdir.

İkinci gün istikametimiz El Hamra Sarayı oldu. Granada şehrinin en panoramik yerine konumlanmış bu tarihî eser, bütün şehri ayaklarınızın altına seriyor. Göz alıcı güzelliğiyle kendi çağının zirvesi olan bu saray, İslâm dünya görüşü ve medeniyet tasavvurunun bir örneği. Taş işçiliği ile taşa hayat verilmiş işlemeleri, mimarisi, çinileri, botanik bahçeleriyle cennetten bir köşeydi adeta. Sanatın, mimarinin, tabiatın, suyun ve ışığın bir arada kullanıldığı bütüncül bir estetik anlayışın sembolünü gözler önüne seriyor.

Her bir karesi dantel gibi işlenmiş süslemelerin arasında sık sık karşımıza çıkan “Lâ galibe illâ-Allah” ayeti, gerçek saltanatın ve hükümranlığın kime ait olduğunu hatırlatan bir uyarı levhası hükmündeydi. Bunun yanı sıra kusursuzluğun ve mükemmelliğin sadece Allah’a ait olduğunu bilen bu halis imana sahip sanatkârlar, eserlerinin bazı yerlerine küçük kusurlar ekleyecek kadar da hassasiyet göstermişler.

İster istemez, insanın içini ürperten duygular kaplıyor. Bu eserlerin sahiplerinin bir gün başka bir dine mensup insanlar olacağını, bu ayetleri taşa işleyen ve bu süslemeleri yapan kişiler tahayyül etmişler miydi? Ya da günde beş vakit ezan seslerinin yükseldiği bu semalarda bir gün çan seslerinin yükselebileceği hiç akıllarına gelmiş miydi? İnce ince taşlara işlenen bu ayetler “Şan, şöhret ve iktidar bir gün gelip gider” şuuruyla mı işlenmişti? İnsan düşünmeden edemiyor.

Kur’ân-ı Kerim’de geçen Cennet bahçelerini anımsatan El Hamra Sarayı’nın avlusu ise büyüleyici bir atmosfere sahip. Bütün eserlerin içine suyun yerleştirilmesi ile “Biz onunla her şeye hayat verdik” ayetinin terennümü fısıldanıyor kulaklara. Bu etkileyici ortam, insanı alıp götürüyor başka zaman ve başka mekânlara…

 

Endülüs’te ilim ve Kurtuba

Endülüs ziyaretlerini manevî bir görev hâline getirmiş koordinatörümüz Mehmet ağabeyin aklı haritası, kalbi pusulasıydı. Sanki İslâm Medeniyeti’nin koca çınarı bu medeniyetin tarihine ait her konuyu her yönüyle biliyordu. Otobüs seyahatlerimiz esnasında birçok mevzunun ayrıntılarını ondan da dinliyorduk.

Endülüs, bağrında İbni Arabî, İbni Haldun, İbni Rüşd, İbni Tufeyl, İbni Meymun ve İbni Hazm gibi birçok ilim adamı, edebiyatçı ve sanatçı yetiştirmiş. Bunların sonucu olarak o dönemde İslâm’ın yönetim ve şehircilik anlayışı, estetik zevkleri, tarım ve hayvancılık gibi birçok alanda zirveye ulaşılmış. İlim, matematik ve fen alanlarında bütün Avrupa ülkelerinin gıptayla baktığı eğitim için gençlerin gönderildiği bir yer hâline gelmiş. Estetik ve sanat anlayışının doruğa ulaştığı bu eserlerin bir kısmı Hıristiyanlar tarafından yok edilip değiştirilmeye çalışılmış. Avrupa’da başlayan İslâm beldelerini Hıristiyanlaştırma sürecinin ilk hedefi de hâliyle Endülüs olmuş.

İlim eserleri büyük bir İslâm düşmanlığının, kin ve nefretin eseri olarak şehirlerin meydanlarında yakılıp yıkılmış. Bütün bu kıyıma rağmen günümüze kadar gelen tarihî eserler oradaki medeniyetin muhteşemliğini idrak etmek için yetiyor.

Bu kıyımdan nasibini alan ve bir ibret vesikası gibi dimdik ayakta duran, Endülüs’ün en çarpıcı eseri Kurtuba Camiî.

Bu cami, 860 sütunuyla dünyanın en büyük camisidir. Dışarıdan bakıldığında oldukça sade bir görünüme sahip bu yapı, içerisine girildiğinde her detayı eşsiz bir uyuma sahip. Kemerleri kırmızı ve beyaz taşlarla kaplanmış, oyma ahşap işçiliği tavanlarıyla oldukça görkemli bir sanat eseri. Endülüs’ün işgalinden sonra hiçbir anlaşmaya riayet edilmeyerek, caminin sütunlarının kesilmesiyle orta yerine kilise inşâ edilmiş. İç içe iki mabet… Bir tarafta sütunları, minberi ve mihrabıyla bir cami, diğer taraftan Hıristiyanlığa ait sembolleriyle bir kilise... Estetik ve mimarisiyle caminin muhteşemliğini gölgede bırakma çabasının eseri olduğu her hâlinden belli olan bu yapı, insanda tarifi imkânsız tuhaf duygular yaşatıyor.

Ali Osman kardeşimizin söylediğine göre, her şeye rağmen günümüzde bile burası İspanyollar tarafından buluşma yeri olarak “Kurtuba Mescidi” diye anılıyormuş. Kilise değil de hâlâ “mescit” olarak anılıyor olmasının bilgisi içimi ferahlatıyor.

Asırlar önce büyük bir medeniyetin yaşandığı bu topraklarda onca kıyım ve yıkıma rağmen İslâm Medeniyeti’nin izleri silinebilmiş mi? Tabiî ki hayır! İspanyolcada sayısız Arapça kelime olduğu söyleniyor. Bazı yerlerin isimleri hâlâ Arapça. Müziğinden danslarına, yemek kültürüne ve sanat anlayışına birçok alanda Endülüs tarihinin izlerini bugün de görmek mümkün. Rehberimizin söylediğine göre, son yıllarda soy kütüklerinde Müslüman isimlerine rastlayan Endülüslüler, dedelerinin dinini araştırarak Müslüman oluyorlarmış.

Üçüncü gün…

Bir sonraki gün ise durağımız El Kazar Sarayı. Bu saray, Endülüs’ün düşüşünden kısa bir süre sonra Hıristiyanlar tarafından yaptırılmış. İspanyol hükümdarların Müslüman mimarlara yaptırdığı bu eser, bu nedenle sanatsal öğeler bakımından El Hamra Sarayı’nın birebir aynısı olmasa da çok fazla benzerlikler taşımaktadır. Bu sarayın mimarî ve işlemelerinde karşılaştığımız ayetler de bu nedenden bizleri oldukça şaşırttı.

O yıllarda Rönesans’ın eşiğindeki Avrupa için Endülüs medeniyeti tam anlamıyla bir haset sebebi olmuş olmalı ki Kastilya Kraliçesi İsabel ve Aragon Kralı Ferdinand evlenip güç birliğine girişmiş. Kraliçe’nin, Endülüs topraklarını ele geçirmeden yıkanmayacağına dair ant içtiği, bu arada beş çocuk doğurduğu ve bu sebeplerden tarihteki lakabının “Pasaklı İsabel” olarak kaldığı söyleniyor. Hatta İspanya’da “pasaklı İsabel sarısı” diye bir renk olduğu da anlatılan rivayetler arasında.

Aslına bakacak olursak, tarihte çok da yeni bir şey yok. Bu nedenle “Tarih tekerrürden ibarettir” demiş atalarımız. Hikâyeler değişir, kişiler değişir, neticesine bakıldığında ise sebepler ve sonuçlar hep aynıdır. Büyük bir yükselişin ve derin acıların yaşandığı bu topraklarda olan olaylarda da çok farklı değilmiş. Sebepler genellikle dışarıda aranır fakat bütün yıkım ve değişimler içeriden başlar. Bu durum insanlar için olduğu kadar ülkeler ve medeniyetler için de böyledir. Endülüs Devleti’nin düşüşünü hazırlayan sebepleri Kur’ân-ı Kerim’den yani değerlerden uzaklaşma, şatafatın getirdiği dünyevileşme, rehavet ve baş olma isteği nedeniyle bölünüp parçalanma ve kutuplaşmalar olarak sıralayabiliriz.

İnsan ne kadar uzağa giderse, kendisine de o oranda yaklaşırmış. Yapılan yolculuklar ve seyahatler zahirde dışarı gibi görünse de hemen hemen hepsinde kişi, kendi bâtınına doğru yol alır. Bu minvâlde Mevlâna, “Hayatta tersine çakılmış nal izleri vardır” der. Hiç kimse çıktığı yolculuktan gittiği gibi dönmez. Edinilen olumlu ve olumsuz tecrübelerse parayla satın alınamayacak kadar kıymetlidir. İnsan bedensel ve ruhsal olarak yaşadığı küçük dünyasından çıkıp dışarıda başka hayatların da olduğunu görür. Yolculuklar kişinin kendisine ve yaşadığı hayata dışarıdan bakmasını sağlayan deneyimler olduğu gibi, ayet ve hadislerle sık sık tavsiye de edilmektedir.

İspanya’ya gidişimiz gibi dönüşümüz de maceralı oldu. Malaga Havaalanına geldiğimizde, uçağımızın gelirken motoruna kuş girdiği için kalkamayacağını öğrendik. Anlaşılan o ki, İspanya topraklarında bir gün daha yiyecek ekmeğimiz ve içecek suyumuz varmış. Türk Hava Yolları bizleri otobüsle alıp deniz kenarında güzel bir otelde bir gece misafir etti. Ertesi gün aynı şekilde otobüslerle havaalanına getirerek yolculuğumuzu gerçekleştirdi. Malaga Havaalanında, özellikle siesta saatlerinde ağır aksak ilerleyen işleyişi gördükten sonra bizim ülkemizin çoğu konuda daha ileride olduğunu görmek mutluluk vericiydi. En önemlisi ise, bir baba şefkatiyle orada bize sahip çıkan Devletimiz ve Türk Hava Yolları’nın işleyişi gurur verici bir tablo olarak hatıralarımdaki yerini aldı.