Yitiğimizi bulabilecek miyiz?

Evet, Elhamdülillah Müslümanız ama bizler dinimizi özümsemiş değiliz; İslâm’ın özünü değil, kabuğunu yaşamaktayız. Pek mütedeyyin bildiğimiz birtakım insanların menfaat söz konusu olduğunda nasıl değişiverdiklerini sık sık görüyoruz. Bir kimseyi milletvekili, bakan, genel müdür, belediye başkanı yahut meclis üyesi yapıyorsunuz, bir de bakıyorsunuz ki en güvendiğiniz, inanç sahibi bildiğiniz bir kişi bile en azından oğluna, kızına yahut bir yakınına, kitabına uydurup bir şeyler hâlledivermiş!

BELKİ otuz yıl kadar evvel, unutamadığım basit fakat oldukça ilginç bir olay yaşamıştım…

Bir gün evime arabayla kömür taşıttım. “Nasıl olsa aşağı yukarı ücret bellidir” düşüncesiyle arabacının ücretini önceden konuşmamıştık. İş bitince ben düşündüm ki, bu arabacının hakkı o zamanın para birimine göre iki milyon liradır, ama ola ki adam bunu az bulabilir, herhangi bir hoşnutsuzluk olmasın diye adama iki buçuk milyon lira uzattım.

Ben bundan arabacının memnuniyet duyacağını ve teşekkür edeceğini sanıyorken, o da ne?! Arabacı, “Hayır, olmaz! Ben bunu alamam” diyerek parayı reddetti. Arabacının bu davranışına oldukça canım sıkılmış olsa da ses çıkarmadım ve “Peki, al bakalım, üç milyon olsun” dedim. Arabacı bunu da aynı şekilde geri çevirince çok sinirlendim ve “Kardeşim, sen ne istiyorsun?” diye adama çıkıştım.

Arabacı son derece sakin bir ifadeyle, “Abi, benim hakkım iki milyon liradır, onu ver, gideyim” dedi.

Tabiatıyla ben, “Allah Allah! Bu nasıl bir adam böyle?” diye şaşıp kalmışken, öfkem de yerini sükûnete bıraktı. Şayet orada benim yerimde bir Amerikalı yahut başka bir Batılı insan olsaydı bundan pek memnun olur, büyük ihtimâlle arabacıya iki milyonu verip gönderirdi. Fakat biz Türkler, hemen hepimiz, çok duygusal insanlarızdır, onun için ben de adamın bu hakperestliğinden oldukça etkilendim ve adamın fakirliğini de göz önüne alarak, “Yok canım, olur mu öyle şey? Hiç olmazsa iki buçuk milyon olsun” diyerek parayı tekrar uzattım. Fakat adam bütün ısrarlarıma rağmen, “Ben hak etmediğim parayı alamam” diye diretti.

Bu arada bizim “alırsın-almazsın” tartışmamızda sesimiz biraz yükselmiş olacak ki komşum olan esnaf arkadaşlarım konunun mahiyetini hâliyle yanlış algılayarak bana destek olmak için toplanıp geldiler. Fakat işin aslını öğrenince onlar da “Yahu bu nasıl iş?” diye şaşıp kaldılar.  

Sonuçta, bu belki de hiç tahsili dahi olmayan “cahil” adam iki milyonunu aldı, helâlleştik ve gitti.

Bu basit olay beni pozitif anlamda oldukça etkiledi. Tanımadığım bu insana karşı içimde hissettiğim şey, iyi bir dost, bir kardeş duygusu idi. Akşama kadar gün boyunca içimde hoş bir hafiflik ve huzur hissederek neşeli bir gün geçirdim ve geceleyin yatağıma her günkünden daha huzurlu bir şekilde girip daha rahat uyudum.

Şimdi tasavvur edelim; toplumumuzun bütün fertleri yahut tamamına yakını bu arabacının yapısında ve ilişkilerimizde de bu anlayış egemen olmuş olsaydı, acaba nasıl bir içtimaî hayatımız, ne düzeyde bir mutlu yaşamımız olurdu?

Bugün bu arabacının davranışına şaşıp kalıyoruz ama aslında bu kültür bize çok da yabancı olmaması gereken, dünyada başka hiçbir millete nasip olmayan bizim yitik değerimizdir.

Çokça dinlemiş olduğumuz, geçmişe ait bir hikâye anlatılır…

Adamın biri bir tarla satın almış. Tarlayı sürerken toprağın altından bir miktar değerli para bulmuş ve bunu tarlanın eski sahibine götürüp, “Arkadaş, ben tarlanın üstünü satın almıştım, toprağın altından çıkan bu hazine senindir” diyerek ona iade etmek istemiş. Fakat eski sahip, “Yok kardeşim, ben tarlayı her şeyiyle sana sattım, benim bunda bir hakkım yok, haydi git işine” diye cevap vermiş. Taraflar anlaşamayınca mahkemeye başvurmuşlar. Kadı Efendi olayı dinledikten sonra her ikisine de evlilik çağında evlâtlarının olup olmadığını sormuş ve olumlu cevap alınca, birinin kızıyla öbürünün oğlunu evlendirip ortada kalan hazinenin yeni evlilere verilmesine hükmederek sorunu çözmüş.

Ve yine anlatılır ki, Hıristiyanlar Müslümanların neden mahkemelerde hiç dâvâsı olmuyor diye merak edip dururlarmış. Bir gün bir dâvâ görüleceğini duyunca iki tane papaz merak edip mahkemeyi izlemeye gitmişler. Görülen dâvâ, yukarıda sözünü ettiğimiz dâvâ imiş. Dâvâyı izleyen papazlar kani olmuşlar ki Müslümanlar bu inançlarını muhafaza ettikleri müddetçe aralarında dâvâ konusu olacak niza falan olması asla mümkün değildir.

Bu hikâye gerçekten yaşanmış mıdır, bilmiyoruz, uydurulmuş da olabilir ama buradaki tavırlar tamı tamına bizim kadimde var olan kültür hazinemizden bir kesittir. Bunun maddî delili el an mevcuttur. Bu, benim havsalamın almakta aciz kaldığı fakat bilim insanlarımızın kesinlikle teyit etmiş olduğu “zekât deliği” yahut “sadaka deliği” sistemi olarak ifade edilen sosyal dayanışma kültürüdür.

Varlıklı ve hamiyet sahibi insanlar muhtaçlara zekât yahut sadaka vermek sûretiyle yardım etmek istediklerinde, onlarla doğrudan muhatap olmanın onların gururunu rencide edebileceği düşüncesiyle yardım paralarını kamuya açık belli mekânlarda tesis edilmiş olan zekât yahut sadaka deliklerine bırakıyorlar, ihtiyaç sahibi yoksul insanlar da akşamleyin el ayak çekildikten sonra kimseye görünmeden gidip o deliklerdeki paraların, hepsini değil, ihtiyaçları kadarını alıp gidiyorlarmış. Ve ihtiyacı olmayan hiç kimse gidip o paralara el uzatmıyormuş.

Bu nasıl bir iman, nasıl bir inceliktir!

Bunun benzeri dünyada hiçbir toplumda olmamıştır. İşte sırtını böyle bir topluma dayayan bir devlet de doğal olarak dünyaya hükmeden, himayesi altındaki kırk ayrı unsuru barış ve refah içinde yaşatmayı başaran cihangir bir devlet olur, olmuştur.  

Mükemmel inceliğin kaynağı

Pekâlâ, bu harikulâde kültür neyin nesidir, kaynağı nedir, buna bir bakalım…

Bu, İslâm inancının hakkıyla özümsenmiş olmasının bir ürünüdür. Bugün itibariyle bu kültürle olan yakınlığımız acaba nedir?

Arabacının bize sunduğu örnek, adeta vahşi doğada dikenler arasından her nasılsa boy vermiş olan nazlı bir çiçeğin bize yaptığı bir sürprize benziyor.

Arabacı olayını bir de, Batı kültüründen tevarüs ettiğimiz bugünün toplumuna egemen olan zihniyetin çerçevesinde düşünmeye çalışalım: Borçlu, arabacının hakkının iki milyon olduğunu bilmesine rağmen ona bir milyon teklif eder. Arabacı da, hakkının iki milyon olduğunu bilse de fazladan ne koparabileceği düşüncesiyle dört milyon ister. Mücadele başlar. İki taraf da hayli yıprandıktan sonra nihayet bir noktada uzlaşırlar. Uzlaştıkları miktar hakka göre değil de güce göre olduğu için muhtemelen birinin hakkı diğerine geçmiş olur. Sonuçta iki taraf da yorgun ve gergin olarak ayrılırlar. Onların bu gerginliği diğer insanlarla ve aileleriyle olan münasebetlerine de yansır.

Bu zihniyetin egemen olduğu toplum, sağlıklı bir toplum değildir, hastadır, mutsuzdur.

“Bugün ülkemizin insanlarının hepsi değilse bile çoğunluğu Müslüman değil mi?” gibi bir itiraz yahut bir düşünce akla gelebilir. Evet, Elhamdülillah Müslümanız ama bizler dinimizi özümsemiş değiliz; İslâm’ın özünü değil, kabuğunu yaşamaktayız. Pek mütedeyyin bildiğimiz birtakım insanların menfaat söz konusu olduğunda nasıl değişiverdiklerini sık sık görüyoruz. Bir kimseyi milletvekili, bakan, genel müdür, belediye başkanı yahut meclis üyesi yapıyorsunuz, bir de bakıyorsunuz ki en güvendiğiniz, inanç sahibi bildiğiniz bir kişi bile en azından oğluna, kızına yahut bir yakınına, kitabına uydurup bir şeyler hâlledivermiş!

Bugün hızla gelişen teknoloji, insanlığın hizmetine her gün olağanüstü yeni yeni imkânlar sunuyor, fakat insanların mutluluğu buna paralel olarak artmıyor. Bunun sebebi, sosyal ve ekonomik hayatımıza hâkim olan Batı zihniyeti ve onun yaşam tarzıdır.

Çok boyutlu bu zihniyetin bir boyutu da, ikili ilişkilerimizde İslâm’ın “hak” unsuruna dayanan anlayışına karşılık Batı’nın “güç” unsuruna dayanan anlayışı; İslâm’ın “hakkın sahibine teslim edilmesi” anlayışına karşılık Batı’nın “koparılabildiği kadar alma” anlayışı; İslâm’ın sadece ekonomik alana değil, aile, okul, hastane, postane, banka, otobüs durağı benzeri hayatın her alanına hâkim, karşılıklı muhabbete ve “vermeye” dayanan anlayışına mukabil Batı’nın çatışmacı anlayışı; hülâsa İslâm’ın birincil olarak insana, ikincil olarak sisteme dayanan anlayışına karşılık Batı’nın sadece sisteme dayalı uygulaması hayatı mekanik ve dolayısıyla mutsuz, yaşanmaz kılıyor.  

Mamafih Batı dünyası toplum hayatını sadece sisteme bağlamış olsa da, hiç olmazsa bunu doğru dürüst yapıyor, işletiyor. Biz ise, bir yandan İslâm’ın temelde insan unsuruna dayanan anlayışını çoktan kaybetmiş olduğumuz, buna mukabil sistemi ise doğru dürüst kurup işletemediğimiz için, hâlimiz, Batı toplumlarından daha kötü bir hâldedir.

“İnsan unsuruna dayanmak” ne demektir?

İdeal davranışın dışarıdan sınırlama, dayatma yahut müeyyidelerle değil, insanın bizatihi kendi iradesi ve inisiyatifiyle, gönüllü olarak yapar duruma getirilmesidir. Bu tabiatıyla kendi kendine olacak bir şey değil, eğitimle insanın iç dünyasının tezyin edilmesi, bu da ancak uhrevî anlamda mükâfat ve mücazata dayanan gerçek bir öğretiyle, yani yegâne gerçek İlâhî din olan İslâm’ın özünün kalplere hakkıyla yerleştirilmesiyle başarılabilir.

Bizim hikâyemiz, bin yıldan beri İslâm’ın boyasından peyderpey nasıl sıyrıldığımızdır. Tek çaremiz, yeniden İslâm’ın boyasıyla boyanmaktır.

Cumhurbaşkanımızın önderliğinde topyekûn bir İslâmlaşma hamlesi başlatılmalıdır!