BELKİ otuz yıl kadar evvel, unutamadığım basit fakat oldukça
ilginç bir olay yaşamıştım…
Bir gün evime arabayla kömür taşıttım. “Nasıl olsa
aşağı yukarı ücret bellidir” düşüncesiyle arabacının ücretini önceden
konuşmamıştık. İş bitince ben düşündüm ki, bu arabacının hakkı o zamanın para
birimine göre iki milyon liradır, ama ola ki adam bunu az bulabilir, herhangi
bir hoşnutsuzluk olmasın diye adama iki buçuk milyon lira uzattım.
Ben bundan arabacının memnuniyet duyacağını ve
teşekkür edeceğini sanıyorken, o da ne?! Arabacı, “Hayır, olmaz! Ben bunu
alamam” diyerek parayı reddetti. Arabacının bu davranışına oldukça canım
sıkılmış olsa da ses çıkarmadım ve “Peki, al bakalım, üç milyon olsun” dedim.
Arabacı bunu da aynı şekilde geri çevirince çok sinirlendim ve “Kardeşim, sen ne
istiyorsun?” diye adama çıkıştım.
Arabacı son derece sakin bir ifadeyle, “Abi, benim
hakkım iki milyon liradır, onu ver, gideyim” dedi.
Tabiatıyla ben, “Allah Allah! Bu nasıl bir adam
böyle?” diye şaşıp kalmışken, öfkem de yerini sükûnete bıraktı. Şayet orada
benim yerimde bir Amerikalı yahut başka bir Batılı insan olsaydı bundan pek
memnun olur, büyük ihtimâlle arabacıya iki milyonu verip gönderirdi. Fakat biz
Türkler, hemen hepimiz, çok duygusal insanlarızdır, onun için ben de adamın bu
hakperestliğinden oldukça etkilendim ve adamın fakirliğini de göz önüne alarak,
“Yok canım, olur mu öyle şey? Hiç olmazsa iki buçuk milyon olsun” diyerek
parayı tekrar uzattım. Fakat adam bütün ısrarlarıma rağmen, “Ben hak etmediğim
parayı alamam” diye diretti.
Bu arada bizim “alırsın-almazsın” tartışmamızda sesimiz
biraz yükselmiş olacak ki komşum olan esnaf arkadaşlarım konunun mahiyetini hâliyle
yanlış algılayarak bana destek olmak için toplanıp geldiler. Fakat işin aslını
öğrenince onlar da “Yahu bu nasıl iş?” diye şaşıp kaldılar.
Sonuçta, bu belki de hiç tahsili dahi olmayan “cahil”
adam iki milyonunu aldı, helâlleştik ve gitti.
Bu basit olay beni pozitif anlamda oldukça etkiledi.
Tanımadığım bu insana karşı içimde hissettiğim şey, iyi bir dost, bir kardeş
duygusu idi. Akşama kadar gün boyunca içimde hoş bir hafiflik ve huzur
hissederek neşeli bir gün geçirdim ve geceleyin yatağıma her günkünden daha
huzurlu bir şekilde girip daha rahat uyudum.
Şimdi tasavvur edelim; toplumumuzun bütün fertleri
yahut tamamına yakını bu arabacının yapısında ve ilişkilerimizde de bu anlayış
egemen olmuş olsaydı, acaba nasıl bir içtimaî hayatımız, ne düzeyde bir mutlu
yaşamımız olurdu?
Bugün bu arabacının davranışına şaşıp kalıyoruz ama
aslında bu kültür bize çok da yabancı olmaması gereken, dünyada başka hiçbir
millete nasip olmayan bizim yitik değerimizdir.
Çokça dinlemiş olduğumuz, geçmişe ait bir hikâye
anlatılır…
Adamın biri bir tarla satın almış. Tarlayı sürerken
toprağın altından bir miktar değerli para bulmuş ve bunu tarlanın eski sahibine
götürüp, “Arkadaş, ben tarlanın üstünü satın almıştım, toprağın altından çıkan
bu hazine senindir” diyerek ona iade etmek istemiş. Fakat eski sahip, “Yok
kardeşim, ben tarlayı her şeyiyle sana sattım, benim bunda bir hakkım yok,
haydi git işine” diye cevap vermiş. Taraflar anlaşamayınca mahkemeye
başvurmuşlar. Kadı Efendi olayı dinledikten sonra her ikisine de evlilik çağında
evlâtlarının olup olmadığını sormuş ve olumlu cevap alınca, birinin kızıyla
öbürünün oğlunu evlendirip ortada kalan hazinenin yeni evlilere verilmesine
hükmederek sorunu çözmüş.
Ve yine anlatılır ki, Hıristiyanlar Müslümanların
neden mahkemelerde hiç dâvâsı olmuyor diye merak edip dururlarmış. Bir gün bir
dâvâ görüleceğini duyunca iki tane papaz merak edip mahkemeyi izlemeye
gitmişler. Görülen dâvâ, yukarıda sözünü ettiğimiz dâvâ imiş. Dâvâyı izleyen
papazlar kani olmuşlar ki Müslümanlar bu inançlarını muhafaza ettikleri
müddetçe aralarında dâvâ konusu olacak niza falan olması asla mümkün değildir.
Bu hikâye gerçekten yaşanmış mıdır, bilmiyoruz,
uydurulmuş da olabilir ama buradaki tavırlar tamı tamına bizim kadimde var olan
kültür hazinemizden bir kesittir. Bunun maddî delili el an mevcuttur. Bu, benim
havsalamın almakta aciz kaldığı fakat bilim insanlarımızın kesinlikle teyit
etmiş olduğu “zekât deliği” yahut “sadaka deliği” sistemi olarak ifade edilen
sosyal dayanışma kültürüdür.
Varlıklı ve hamiyet sahibi insanlar muhtaçlara zekât
yahut sadaka vermek sûretiyle yardım etmek istediklerinde, onlarla doğrudan
muhatap olmanın onların gururunu rencide edebileceği düşüncesiyle yardım paralarını
kamuya açık belli mekânlarda tesis edilmiş olan zekât yahut sadaka deliklerine
bırakıyorlar, ihtiyaç sahibi yoksul insanlar da akşamleyin el ayak çekildikten
sonra kimseye görünmeden gidip o deliklerdeki paraların, hepsini değil,
ihtiyaçları kadarını alıp gidiyorlarmış. Ve ihtiyacı olmayan hiç kimse gidip o
paralara el uzatmıyormuş.
Bu nasıl bir iman, nasıl bir inceliktir!
Bunun benzeri dünyada hiçbir toplumda olmamıştır. İşte
sırtını böyle bir topluma dayayan bir devlet de doğal olarak dünyaya hükmeden,
himayesi altındaki kırk ayrı unsuru barış ve refah içinde yaşatmayı başaran
cihangir bir devlet olur, olmuştur.
Mükemmel inceliğin kaynağı
Pekâlâ, bu harikulâde kültür neyin nesidir, kaynağı
nedir, buna bir bakalım…
Bu, İslâm inancının hakkıyla özümsenmiş olmasının bir
ürünüdür. Bugün itibariyle bu kültürle olan yakınlığımız acaba nedir?
Arabacının bize sunduğu örnek, adeta vahşi doğada
dikenler arasından her nasılsa boy vermiş olan nazlı bir çiçeğin bize yaptığı
bir sürprize benziyor.
Arabacı olayını bir de, Batı kültüründen tevarüs
ettiğimiz bugünün toplumuna egemen olan zihniyetin çerçevesinde düşünmeye
çalışalım: Borçlu, arabacının hakkının iki milyon olduğunu bilmesine rağmen ona
bir milyon teklif eder. Arabacı da, hakkının iki milyon olduğunu bilse de
fazladan ne koparabileceği düşüncesiyle dört milyon ister. Mücadele başlar. İki
taraf da hayli yıprandıktan sonra nihayet bir noktada uzlaşırlar. Uzlaştıkları
miktar hakka göre değil de güce göre olduğu için muhtemelen birinin hakkı
diğerine geçmiş olur. Sonuçta iki taraf da yorgun ve gergin olarak ayrılırlar.
Onların bu gerginliği diğer insanlarla ve aileleriyle olan münasebetlerine de
yansır.
Bu zihniyetin egemen olduğu toplum, sağlıklı bir
toplum değildir, hastadır, mutsuzdur.
“Bugün ülkemizin insanlarının hepsi değilse bile
çoğunluğu Müslüman değil mi?” gibi bir itiraz yahut bir düşünce akla gelebilir.
Evet, Elhamdülillah Müslümanız ama bizler dinimizi özümsemiş değiliz; İslâm’ın
özünü değil, kabuğunu yaşamaktayız. Pek mütedeyyin bildiğimiz birtakım
insanların menfaat söz konusu olduğunda nasıl değişiverdiklerini sık sık
görüyoruz. Bir kimseyi milletvekili, bakan, genel müdür, belediye başkanı
yahut meclis üyesi yapıyorsunuz, bir de bakıyorsunuz ki en güvendiğiniz, inanç
sahibi bildiğiniz bir kişi bile en azından oğluna, kızına yahut bir yakınına,
kitabına uydurup bir şeyler hâlledivermiş!
Bugün hızla gelişen teknoloji, insanlığın hizmetine her
gün olağanüstü yeni yeni imkânlar sunuyor, fakat insanların mutluluğu buna
paralel olarak artmıyor. Bunun sebebi, sosyal ve ekonomik hayatımıza hâkim olan
Batı zihniyeti ve onun yaşam tarzıdır.
Çok boyutlu bu zihniyetin bir boyutu da, ikili
ilişkilerimizde İslâm’ın “hak” unsuruna dayanan anlayışına karşılık Batı’nın
“güç” unsuruna dayanan anlayışı; İslâm’ın “hakkın sahibine teslim edilmesi”
anlayışına karşılık Batı’nın “koparılabildiği kadar alma” anlayışı; İslâm’ın
sadece ekonomik alana değil, aile, okul, hastane, postane, banka, otobüs durağı
benzeri hayatın her alanına hâkim, karşılıklı muhabbete ve “vermeye” dayanan
anlayışına mukabil Batı’nın çatışmacı anlayışı; hülâsa İslâm’ın birincil olarak
insana, ikincil olarak sisteme dayanan anlayışına karşılık Batı’nın sadece
sisteme dayalı uygulaması hayatı mekanik ve dolayısıyla mutsuz, yaşanmaz
kılıyor.
Mamafih Batı dünyası toplum hayatını sadece sisteme
bağlamış olsa da, hiç olmazsa bunu doğru dürüst yapıyor, işletiyor. Biz ise,
bir yandan İslâm’ın temelde insan unsuruna dayanan anlayışını çoktan kaybetmiş
olduğumuz, buna mukabil sistemi ise doğru dürüst kurup işletemediğimiz için, hâlimiz,
Batı toplumlarından daha kötü bir hâldedir.
“İnsan unsuruna dayanmak” ne demektir?
İdeal davranışın dışarıdan sınırlama, dayatma yahut
müeyyidelerle değil, insanın bizatihi kendi iradesi ve inisiyatifiyle, gönüllü
olarak yapar duruma getirilmesidir. Bu tabiatıyla kendi kendine olacak bir şey
değil, eğitimle insanın iç dünyasının tezyin edilmesi, bu da ancak uhrevî
anlamda mükâfat ve mücazata dayanan gerçek bir öğretiyle, yani yegâne gerçek
İlâhî din olan İslâm’ın özünün kalplere hakkıyla yerleştirilmesiyle
başarılabilir.
Bizim hikâyemiz, bin yıldan beri İslâm’ın boyasından
peyderpey nasıl sıyrıldığımızdır. Tek çaremiz, yeniden İslâm’ın boyasıyla
boyanmaktır.
Cumhurbaşkanımızın önderliğinde topyekûn bir
İslâmlaşma hamlesi başlatılmalıdır!