“Yine yol göründü gurbete!”

“Priştine’nin İstiklal Caddesi” diyebileceğimiz “Rahibe Teresa Caddesi’ni yürüyerek dolaştık. Sonra 1339 yılında Kosova Savaşı’nda şehit düşen Osmanlı Padişahı Sultan Murat Hüdavendigar’ın iç organlarının gömüldüğü türbeyi ziyaret ettik. Selâmlık kısmında müze olarak kullanılan bölümde, yine 1911 yılında Balkanları son ziyaret eden padişahlarımızdan Sultan Reşad’ın ziyaretinden fotoğrafları görmek içimizi burktu.

BENİMKİ gurbet değil elbette. Gezmek, yeni yerler görmek aslında. Bu geziler insanın sevdikleri ile olmayınca bir nevi gurbet oluyor.

Düştük yollara… Önce çok sevdiğim İstanbul, sonra Balkanlar... 2005 yılında gerçekleştirdiğimiz Bosna-Hersek gezimizin tadı damağımda kalmıştı. Ama sadece Bosna’yı gezebilmiştik. Atalarımız Osmanlı’nın hüküm sürdüğü yerleri gezip görmek en büyük dileğim olmuştur her zaman. Balkanlar bunun için önemli.

Çocuk yaşlarımda sinemada izlediğim Anadolu’ya göç eden bir ailenin hikâyesi olan “Senede Bir Gün” filminin geçtiği yerleri hep görmek istemişimdir. Emin ve Nazlı’nın hikâyesi öyle derin izler bırakmıştı ki bende, hep oraları gezmeyi hayâl ettim yıllarca. Rumeli’nde Bulgar mezaliminden kaçarak yerlerini yurtlarını terk edip Anadolu’ya gelen bu iki genç ve aileleri, yıllar yılı yer etti hafızamda. O mekânları görmek için arzuladığım bu gezi nihayet gerçekleşecekti.

İstanbul’dan direkt Kosova Priştine Havalimanı’na indik. En az 25 kişilik grubumuz döküle döküle beş kişi kalmıştı. Maraş’tan dört kişilik, İstanbul’dan da üç kişilik bir aile katılınca aramıza, 12 kişilik bir grup olduk. Bizi alanda karşılayan çok cici bir hanımefendi olan Ayten Osman kardeşimiz ile birlikte yola koyulduk. Bir midibüs tahsis etmişti BalkanTur bize. Şoförümüz Dejan bir Ortodoks idi. Ama son derece kibar bir beyefendiydi. 17 kilometrelik panoramik Priştine turu sırasında 19’ncu yüzyıldan kalma Saat Kulesi, Kosova Müzesi, 15’inci yüzyıldan kalma Fatih Sultan Mehmet Külliyesi, Yaşar Paşa ve Çarşı Camilerini gördük.

“Priştine’nin İstiklal Caddesi” diyebileceğimiz “Rahibe Teresa Caddesi’ni yürüyerek dolaştık. Sonra 1339 yılında Kosova Savaşı’nda şehit düşen Osmanlı Padişahı Sultan Murat Hüdavendigar’ın iç organlarının gömüldüğü türbeyi ziyaret ettik. Selâmlık kısmında müze olarak kullanılan bölümde, yine 1911 yılında Balkanları son ziyaret eden padişahlarımızdan Sultan Reşad’ın ziyaretinden fotoğrafları görmek içimizi burktu.


Prizren

Sonra Prizren’e doğru yola çıktık. Yol üzerinde bulunan ve 1989 yılında Yugoslavya Devlet Başkanı Slobodan Miloşeviç’in, Kosova Savaşı’nın 600’üncü yıldönümünde seçim startı verdiği ve Yugoslavya’nın sonunu getirecek olan “Büyük Sırbistan” ifadesini ilk defa kullandığı mitingin yapıldığı meydanı ve o meydandaki anıtı görüp yola devam ettik. Kosova’nın ikinci büyük şehri olan Prizren’e varınca otelimize yerleşerek bir süre dinlendikten sonra şehir turuna başladık.

Halvetî Tekkesi, Gazi Mehmet Paşa Hamamı, Fatih Sultan Mehmet Han’ın ilk namaz kıldığı Namazgâh, Bayraklı Camii, Maraş semti, Maraş Köprüsü, 400 yıllık Büyük Çınar, Emin Paşa Camii, Türkiye’nin Prizren Konsolosluğu binası, Bristrica (Akdere) üzerinde bulunan Taş Köprü, Sinan Paşa Camii, Aziz Gorki ve Katolik kiliseleri, camii kısmı Yugoslavya zamanında yıkılmış olsa da minaresi ayakta kalan Arasta Camii’nin minaresi, savaşın yıkıcı etkilerinin hâlâ görülebildiği Sırp mahallesi ve Roma döneminden kalma şehir kalesi gezildikten sonra akşam yemeği ile otele yerleştik.

Bahçesine girişte bizi “Dombra” adlı müzikle karşılayan işletmeci Hacıbayram Bey’in ikramı olan kahvelerimizi içtikten sonra ısrarla sunulan tatlıdan yedik. Tatlının adı ne mi? “Erdoğan Paşa tatlısı”… Baktık ki, 40 yıllık Kemalpaşa tatlısı, orada Erdoğan Paşa tatlısı olmuş. Erdoğan sevgisi öyle içlerine nakşetmiş ki rastladığımız her Üsküplü “Erdoğan!” diyor.

Üsküp

Sabah erken saatlerde Makedonya’nın başkenti Üsküp’e doğru yola revân olduk. Prizren-Üsküp arası 100 kilometre. Üsküp’ün eteğine kurulduğu Vodno dağına çıkıp şehri tepeden görme imkânı bulduk. Bursa’da, Çekirge yolunda hissettiriyor çıkarken. Bu dağın zirvesine dikilmiş 33 katlı bir apartman yüksekliğinde milenyum haçı dikkat çekiyor. 2000 yılını kutlamak bahanesi ile en çok da Müslümanları kışkırtmak için yapılmış, hiçbir sanatsal değeri olmayan bu demir yığınına teleferik ile çıkılırmış.

Sonra Vodno dağından ayrılarak Üsküp’ün çevresinde panoramik bir tur atarken Makedonya Meclisi binasını, Dışişleri Bakanlığı binasını, Üniversite Kütüphanesi’ni, çoğunlukla Müslümanların yaşadığı Çair (Çayır) semtini, Yahya Paşa Camii ve ABD’nin dünyadaki en büyük büyükelçilik binasını, Türkiye Cumhuriyeti Büyükelçiliği binasını ve Birinci Dünya Savaşı’ndan kalma Fransız mezarlığını görme imkânı buluyoruz.

Daha sonra Üsküp Kalesi yakınında otobüsümüzden inip yaya olarak şehir turumuz başlıyor. Osmanlı İmparatorluğu’nun 500 yıldan fazla hüküm sürdüğü, hâlâ eski halini koruyabilmiş, orijinal adıyla “Üsküp Türk Çarşısı”ndan başlıyor turumuz. Şehrin bu yakasında Mustafa Paşa Camii, Kuyumcular Sokak, Arasta Camii, Vardar nehri üzerinde inşâ edilmiş ve Üsküp’ün simgesi olan Taşköprü, Türk ve Yahudi mahallesi, Davut Paşa Hamamı, Çifte Hamam, Murat Paşa Camii, Sulu Han, Kapan Han ve Kurşunlu Hanı’nı görüp âdeta Anadolu’muzun bir şehrini geziyor gibi hissettik. 

Diğer tarafında ise, şehrin 2011’de Yunanistan ile isim krizine neden olan devâsa Büyük İskender Heykeli, babası İkinci Filip Heykeli, Vardar nehri, Makedonya Arkeoloji ve Arşiv Binası, Ulusal Tiyatro Binası, Direniş Müzesi, Kiril alfabesini bulan azizler, Kiril ve Metodi’nin heykelleri, 17’nci yüzyıldan kalma Aziz Spas Kilisesi, Rahibe Teresa Anıtı ve Teresa Müzesi ve 1963 depreminde yıkıldığı hâli ile duran Eski Tren İstasyonu ile âdeta bir heykeller şehri gördük.

Prevala Kula Yetimi’den söz etmeden de geçemeyeceğim. Şar dağları eteklerinde kurulmuş, savaş sırasında ve sonrasında yetimleri barındırmış enteresan bir yer; bizim için özellikle de… Şimdi ise restoran olarak kullanılmakta. Bahçesine girişte bizi “Dombra” adlı müzikle karşılayan işletmeci Hacıbayram Bey’in ikramı olan kahvelerimizi içtikten sonra ısrarla sunulan tatlıdan yedik. Tatlının adı ne mi? “Erdoğan Paşa tatlısı”… Baktık ki, 40 yıllık Kemalpaşa tatlısı, orada Erdoğan Paşa tatlısı olmuş. Erdoğan sevgisi öyle içlerine nakşetmiş ki rastladığımız her Üsküplü “Erdoğan!” diyor.

Otelde akşam yemeği yiyip biraz dinlendikten sonra, çok güzel ışıklandırılmış şehri bir de akşam dolaşarak görme imkânı bulduk.

Sabah erkenden yola çıkarak Üsküp’e bir saat uzaklıktaki, Kanuni Sultan Süleyman döneminde yapılmış şirin bir kasaba olan Kalkandelen’e (Tetovo) doğru 40 kilometrelik yolumuz üzerinde bulunan iki önemli duraktan ilki, dönemin Bektaşî merkezi, “Harabati Baba Tekkesi” idi.

Tekkenin 15 yıllık bekçisi ve bakıcısı Tetovolu Cemali’den tekke hakkında bilgi aldıktan sonra tekkenin diğer köşesinde mukim Bektaşî dervişi Abdulmuttalip’in yanına geçince bambaşka bir atmosfer karşılıyor insanı. Buranın tarihini anlatmak istese de vaktimizin kısıtlı olduğunu söyleyerek ayrıldık oradan.

İkinci olarak, 1833 yılında Abdurrahman Paşa tarafından yaptırılan Alaca Camii’ne geldik. Caminin hayvan kanı, bitki kökleri ve yumurta akları karıştırılarak elde edilen boya ile yapılmış iç ve dış süslemeleri büyüleyici idi. Süslemeler Osmanlı eserlerinde nâdir rastlanan Barok tarzı imiş.

Manastır

Balkanların en eski şehirlerinden biri olan, Makedonya’nın tarih ve kültür cenneti Manastır’a (Bitola) 153 kilometrelik bir yolculuk sonrasında ulaştık. Yaya olarak şehri gezmeye başladık. Türküde der ya “Manastır’ın ortasında var bir çeşme”, işte o çeşmeyi, Manastır Askerî İdâdîsi’ni, Şirok Sokağı’nı, Eski Çarşı’yı (bu çarşının içinde “Elveda Rumeli” dizisinin çekildiği dükkânları, Yeni Cami’yi, Saat Kulesi’ni, Manolya Meydanı’nı, Osmanlı’dan kalma Orduevi’ni ve İshak Çelebi Camii’ni gördük.

Mustafa Kemal Atatürk, askerî okulu burada okumuş. Katolik, zengin bir ailenin kızı olan Eleni, kendisine âşık olmuş. Hüzünlü bir aşk hikâyesi olmuş bu. Her gün evlerinin balkonunda, Mustafa Kemal’in geçmesini beklermiş. Sonra bu aşk duyulunca babası kızını başka bir ülkeye götürmüş. Anlatıldığına göre Eleni, bu aşkını hiç unutamamış ve evlenmemiş. Aşkına karşılık bulmuş mu, öğrenemedim.

Manastır, sanki bizden bir şehir gibiydi...


Resne ve Ohri

Ohri’ye gitmek üzere yola çıktık. Yolumuzun üzerindeki ilk durağımız, 1908 yılında Enver Bey ile dağa çıkan ve İkinci Abdulhamid’in Meşrutiyet’i yeniden ilân etmesiyle sonuçlanan Jön Türk Devrimi’nin öncülerinden Niyazi Bey’in memleketi olan Resne (Bitola Resne). Burada Niyazi Bey’in Fransa’daki Chateau de Chenonceau’nu örnek alarak yaptırdığı 12 odalı evini gördük. Niyazi Bey için söylenen bir cümleyi hatırlarsınız: “Ne şehittir, ne gazi/ Pisipisine gitti Niyazi…” Ölümü pek çok şekilde anlatılırmış. Ben bir tanesini sizlerle paylaşmak istiyorum:

Niyazi Bey, ününü 1908 yazında, 400 kişilik çetesiyle Makedonya Resne’de dağa çıkıp ilk kıvılcımı parlatmasıyla elde etmiş. Yıllar sonra geldiği İstanbul Karaköy’de vapurdan indikten sonra, bir yankesici saldırmış ve orada ölmüş. Hayatını hürriyet ve ihtilâl uğruna silah başında geçiren, bu uğurda dağa bile çıkan Niyazi Bey, iktidar için ilk kez geldiği İstanbul’da vapurdan iner inmez can vermiş. Yukarıdaki dizeler bu yüzdenmiş.

Resne’ye 36 kilometre mesafedeki Ohri’ye varışımızla, Osmanlı’nın Balkanlardaki önemli üslerinden bu şehri tanımak için tura başladık. 11 asırlık çınar, Zeynel Abidin Paşa Tekkesi (Halvetî Tekkesi), Ali Paşa Camii, Şehir Meydanı ve inci dükkânları ile meşhur Ohri Çarşısı, Ohri Pazar Yeri, Aziz Klement Heykeli, Safranbolu’yu andıran sokaklarda Milât öncesi ikinci asırda Çin’de uygulanan teknikle kâğıt yapımı ve ilk matbaa ile papirüse baskı yapılışını gördüğümüz dükkân, Ayasofya Kilisesi, Antik Tiyatro ve Sinan Çelebi Türbesi hayran bıraktı bizleri bu şehre.

Turumuzun sonunda Ohri gölüne nâzır yerel restoranda akşam yemeğimizi yiyerek tatlı bir yorgunlukla otelimize yerleşip deliksiz ama rüyalarla dolu uykuma dalmışım.

Sabah dinlenmiş bir şekilde otelden hareketle Ohri gölü kıyısında yer alan ve nüfusun çoğunluğunu Müslümanların oluşturduğu Struga kasabasına ulaştık. Kaynağı Ohri gölünden doğan Karadirim nehri ve kaynağını görerek fotoğraflar çekmek için serbest dolaştık.

“Şairler şehri” olarak da bilinen bu kasaba, derin izler bırakıyor üzerimizde. Sonra Arnavutluk’a doğru yol alıyoruz.


Tiran

Kafasan Sınır Kapısı’ndan geçerek Arnavutluk’a giriş yapıyoruz. Ülkeye girer girmez, özellikle sınır bölgesinde 1945-1985 yılları arasında ülkeyi yönetmiş meşhur diktatör Enver Hoca tarafından yapılmış ve sayıları 300 bin civarında olduğu söylenen “Bunker” adlı, mantar şeklindeki beton sığınaklar dikkatimizi çekiyor. İlk durağımız, Struga’dan 78 kilometrelik bir yolculuktan sonra Elbasan şehri oluyor.

Şehrin içinden aracımızla geçerek Elbasan Kalesi’nde mola veriyoruz. Kale etrafında bulunan Türk sokakları ve Hünkâr Camii’ni görüp Tiran’a doğru 42 kilometrelik bir yolu kat ederek Arnavutluk’un başkentinde panoramik turumuz sırasında Türkiye Cumhuriyeti Büyükelçiliği, ABD Büyükelçiliği, Diyanet Vakfı tarafından finanse edilen dört şerefeli Namazgâh Camii (inşaatı), Tiran’ın kurucusu Süleyman Paşa’nın heykeli, Tiran Şehir Meydanı, Ethem Bey Camii, Saat Kulesi, Ulusal Müze, Üniversite Binası, Opera ve Bale Binası, meydanda bulunan Arnavutların millî kahramanı İskender Bey (Skender Beg) Heykeli, parlamento ve bakanlık binaları ve de Cumhurbaşkanlığı Köşkü’nü gördük.


İşkodra, Porgorica, Budva ve Kotor

Sonra Arnavutluk ve Karadağ arasında sınırı oluşturan İşkodra gölü yanına kurulmuş İşkodra şehrine varış… 435 yıl Osmanlı hâkimiyeti altında kalmış ve stratejik olarak Balkanların en önemli şehirlerinden biri olan İşkodra’da şehir kalesi ve surlarını görüp şehirde kısa bir mola ve yürüyüş turu yapıyoruz.

Merkezde serbest zamanın ardından eski Yugoslavya’nın 6 cumhuriyetinden biri olan ve 2006 yılında Sırbistan’dan referandumla ayrılan, 55 kilometre mesafedeki Karadağ’ın başkenti Porgorica’ya vardık.

Yerel restoranlardan birinde yediğimiz akşam yemeği sonrasında otelimize gitmek için kısa bir yürüyüş yaparken Saat Kulesi ve Osmanagiç Camii’ni görüp otelimize yerleştik.

Cumhurbaşkanlığı Binası, Azerbeycan tarafından yaptırılan Şehir Parkı ve Kral Nikola Heykeli’ni de görüyoruz. Sahil şeridinde ilerlerken yolumuz üzerinde bulunan ve Karadağ’ın ilk başkenti olan Cetinje kasabasında mola verdik. Burada Osmanlı Devleti’nin 1918 yılına kadar kullandığı konsolosluk binasını görüp 37 kilometre yolculuktan sonra St. Stefan adasına vardık. Muhteşem manzarası bizi mest etti. Bu şâheser manzarayı ölümsüzleştirmek için fotoğraf molasından sonra 11 kilometre daha yol alıp Budva’ya vardık. Burada yaptığımız şehir turu sırasında Budva Kalesi, Napolyon tarafından yaptırılmış olan hisar, Katolik ve Ortodoks kiliseleri ve marinayı görüp alışveriş için serbest zamanın ardından UNESCO tarafından koruma altına alınmış Orta Çağ şehri Kotor’a hareket ettik.

22 kilometre sonunda Kotor’daydık. Yerel rehberimiz sevgili Ayten Osman’ın eşliğinde şehir turuna başladık. Silah Meydanı, Saat Kulesi, Utanç Sütunu, Aziz Trifun Katedrali, Zanaatçılar Sokağı, Tulumba Çeşmeleri, Nehir Kapısı ve Aziz Luka Meydanı’nı görüp buralar hakkında bilgiler alarak serbest zaman ardından Kotor Körfezi’nden 12 dakikalık feribot yolculuğunun doyulmaz körfez manzarasını izleyerek, büyülenmiş şekilde Bosna-Hersek’e giriş yapıyoruz.

Ve Bosna…

Dünyanın en güzel manzaralarını ihtivâ eden Trebinje-Lijubinje-Stolac kasabalarından geçerek, 14 yıl önce çok elit bir grupla gezdiğimiz, hiç unutamadığım Mostar’ı tekrar görebilmenin doyulmaz hazzına yeniden varmanın sarhoşluğu ile 186 kilometrelik yolculuğun yorgunluğu bir anda silindi gitti.

Neretva nehri üzerinde kurulmuş Mostar Köprüsü manzaralı restoranda akşam yemeğimizi yedikten sonra otelimize yerleştik. Dinlenip sabah erkenden o güzelim mekânları tekrar görmenin heyecanı ile derin bir uykuya daldık. Sabah erkenden ve bu kez daha heyecanla Bosna’yı gezebilmek için yola koyulmak üzere hazırlanırken, odanın perdelerini açtığımda karşımdaki koskocaman bir kilise inşaatı içimi acıttı. Üzülerek hazırlanıp çıktık. Şehit Camii ve avlusundaki mezarlıktan başladık turumuza.

Bu mezarlığın bir özelliği de, savaş esnasında Müslüman Boşnaklar ile omuz omuza çarpışan Hırvat ve Sırp Mostarlıların da defnedilmiş olmasıdır. Bölgeye özel, nehirden toplanan taşlarla işlenmiş kaldırımlı Mostar Çarşısı, benim de minaresine çıkarak köprünün en güzel fotoğraflarını daha önceki gidişimde çektiğim Koski Mehmet Paşa Camii, Türkiye Cumhuriyeti Başkonsolosluğu ve Mostar Köprüsü…

1566 yılında Mimar Sinan’ın öğrencisi Mimar Hayrettin tarafından yapılan, daha görmeden, fotoğraflarından hayran olduğum köprü, 1993 yılında bombalanma sonucu yıkılmıştı. Günlerce gözyaşı döktüğüm güzel Mostar Köprüsü’nü yeniden restore ederek 2004 yılında hizmete sunmak, şükürler olsun ki bazı ülkelerin, uluslararası kurum ve kuruluşların (UNESCO) ve Dünya Bankası’nın da katkıları ile ülkeme nasip oldu.

Yolumuz üzerinde Mostar Havalimanı ve Yugoslavya zamanında havalimanı karşısına yapılan uçaklar için sığınak olarak kullanılan askerî alanı gördük. Bu alan, havalimanının hemen karşısındaki tepeciğin içi oyularak uçakların saklanması için hazırlanmış.

Tara ve Habelija Kuleleri, zamanında köprü güvenliğini sağlayan ekiplere mahsusken, günümüzde müze olarak hizmet vermektedir. Kriva Cuprija (Eğri Köprü) ile Tabakhane Camii ve Hamamı da ziyaret ettiğimiz yerler arasındaydı.

Bir de Buna nehri kaynağına beş asır önce kurulmuş, 12 kilometre uzaklıkta olan Alperenler Tekkesi’ni (Blagaj) ziyaret… Kaynağına henüz ulaşılamamış ve saniyede 43 bin litreye kadar su çıkan Buna nehri kaynağına kurulmuş tekke, “Sarı Saltuk Tekkesi” olarak da biliniyor.

Tekke içinde yer alan Ali Paşa ve Sarı Saltuk Türbelerini ziyaret ettik. Tipik Anadolu evi şeklinde inşâ edilmiş iki katlı bu tekkede bayanlar mescidi, meydan odası, erkekler için mescit ve zikir odası, hamam, halvethane ve mutfak olarak kullanılan odayı gördük. Nehire nâzır avluda çay içmenin tadı bir başka oldu.

Sırada Yugoslavya’nın kurucusu Josp Broz Tito’nun “mareşal” unvanını aldığı savaşın yapıldığı Jablanica (Yablanitsa) var. Aynı zamanda kuzu çevirmesi ile de meşhur olan bu şehirde, 1943 yılında Tito’nun Alman Nazilere karşı verdiği mücadele sonucu yıktığı köprü ve olayın cereyan ettiği bölgeyi gördük. Sonra 23 kilometre uzaklıktaki Konjic’e (Konyits) vardık. Neretva nehri kenarına kurulmuş 50 bin nüfuslu bu küçük şehirde İkinci Dünya Savaşı ve 92-95 Savaşı’nda hasar görmüş, tadilatı Türkiye Cumhuriyeti Karayolları Genel Müdürlüğü ve TİKA tarafından yapılmış Osmanlı Köprüsü, Kırık Minareli Camii ve aslına uygun olarak restore edilmiş Mini Çarşı’yı gezdik.

Fotoğraf molasının ardından 50 kilometrelik bir yolculukla son durağımız, Bosna-Hersek’in başkenti Saraybosna’ya (Sarejevo) vardık. Başçarşı’da canım, manevî oğlum Selim Dilek ile buluştuk. Yolda ailesini de alarak Ilıca (Ilidza) semtinde Turkuaz adlı yerel restoranda akşam yemeğimizi yedikten sonra, aynı semtteki otelimize konaklamak için geçecekken arkadaşlarımdan ayrılmak zorunda kaldım.

Benim canım, manevî oğlum, BalkanTur’un sevgili organizatörü Serkan Selim Dilek ve sevgili eşi, cici gelinimiz Reyhan ile iki güzeller güzeli kızından, bana otel izni çıkmadı. Evlerinde misafir etme isteklerini kıramadım. Benim için hazırladıkları ikramlar görülmeye değerdi. Ama “Tok ağırlamak güç olur” deyimi geçerli olunca fazla yiyemedim elbette. Sabahsa o mükellef kahvaltı beni bekliyordu. Becerikli gelinciğimin hazırladığı kahvaltımızı yaptıktan sonra arkadaşlarla buluşarak son gün turumuza başladık.


Başçarşı’ya doğru ilerlerken, yolumuzun üzerinde, savaş zamanında bombardıman izlerini taşıyan binaları, Avrupa’nın ilk elektrik motorlu tramvay hattı olan ve hâlâ aktif olarak Saraybosna’yı dolaşan tramvay hattını, Tito dönemi Yugoslavya Halk Ordusu’na ait ama artık Saraybosna Üniversitesi Kampüsü olarak kullanılan binaları, ABD’nin dünyadaki en büyük ikinci büyükelçilik binasını, Saraybosna Şehir Müzesi’ni, parlamento binasını, Arap yatırımcılar tarafından yapılan bölgenin en büyük AVM’sini gördük. 1992-1995 yılları arasında yaşanan hazin savaşın şehitleri ve Bosna-Hersek’in ilk Cumhurbaşkanı rahmetli Aliya İzzetbegoviç’in anıt mezarında duâlarımızı okuduk.

Sonra Osmanlı döneminden kalmayı başarabilmiş Arnavut kaldırımlı Boşnak-Türk mahallesini geçip Başçarşı’daki yaya turumuza başladık. 18’inci yüzyıl Boşnak mimarisi ve Başçarşı’nın sembolü olan sebil, Osmanlı döneminden kalmayı başaran tek aktif sanat sokağı “Bakırcılar Sokak”, Çarşı Camii, Moriça Han ve içerisinde bulunan Genç Müslümanlar Teşkilâtı lokali “Mladi Muslimani”, (Kanuni Sultan Süleyman Han’ın halaoğlu) Gazi Hüsrev Bey Camii ve Türbesi, Saat Kulesi, Kurşunlu Medrese, Gazi Hüsrev Bey Müzesi ve Kütüphanesi, Avrupa’nın ilk umumî tuvaleti, Birinci Dünya Savaşı’nın çıkmasına sebep olan suikastın gerçekleştiği Lâtin Köprüsü, Fatih Sultan Mehmet Han adına yaptırılan Hünkâr Camii, At Meydanı, Ok Meydanı, Bursa Büyükşehir Belediyesi tarafından yaptırılan Bakır Baba Camii, Ortodoks Kilisesi, Aliya İzzetbegoviç Parkı ve burada devamlı santranç oynayan emekliler, Ferhadiye Camii, Ferhadiye Caddesi (Saraybosna’nın İstiklâl Caddesi ), Musevî Sinagogu, Katolik Kilisesi, İsa’nın Kalbi Kilisesi, Saraybosna gülleri (savaş zamanı bir bomba ile birden fazla kişinin hayatını kaybettiği noktalar), Fırın Yeri Katliamı’nın yapıldığı nokta, 6 Nisan 1945’te Yugoslav ordusu tarafından Almanların işgalindeki Saraybosna’nın kurtarılışı anısına yakılan ve hiç sönmeyen ateş, 5 Şubat 1994’te Pazar Yeri Katliamı olarak anılan ve 68 kişinin hayatını kaybettiği Markale Semt Pazarı ve de Avusturya-Macaristan İmparatorluğu döneminde hükûmet konağı (belediye binası) olarak yaptırılan ve savaş sırasında defalarca bombardımana maruz kalıp sonra da yakılan, birçok el yazması eserin kül olmasına neden olan Vijecnica Kütüphanesi’ni görüp turumuzu tamamladık.

Tabiî olmazsa olmazlardan Boşnak böreği (Pita) yemeden, Moriça Han’da bir kahve içmeden ayrılmak olmazdı bu ata yadigârı yerlerden. Biz de öyle yapıp havalimanına doğru yorgun, hüzünlü ama her şeye rağmen mutlu bir şekilde yola çıktık.

Balkan Tur ekibine, oğulcuğum Serkan Selim Dilek’e, rehberimiz Ayten Osman Hanımefendiye, kaptanımız Deyan Bey’e sonsuz teşekkürler ediyoruz. Sanki kendi ülkemizde gibi ağırlandık, gezdirildik, bilgilendirildik ve hoş vakitler geçirdik sayelerinde. Allah tekrar tekrar gidebilmeyi nasip etsin!

***

Not: Gezdiğimiz ve hayran olduğumuz yerlerden bir tanesi olan Tiran’ı bir kere görmek yeter. Ama diğer yerler defalarca ve bıkmadan gezilmeye değer. Bir keresinde Arap işadamları Tiran’a gezmeye gelmişler. Gezmişler, ağırlanmışlar ve dönme zamanları gelince belediye başkanı uğurlamak için havalimanına gelmiş. Sormuş Arap yatırımcılara “Nasıl buldunuz Tiran’ı?” diye. Cevap, “Maşallah, maşallah!” şeklinde olmuş. “Tiran’ımıza yatırım yapmayı düşünür müsünüz?” deyince, “İnşallah, inşallah” demiş Araplar. Başkan, “Peki, bir daha gelmeyi ister misiniz?” diye sorunca, cevap şöyle olmuş: “Maazallah, maazallah!”