Yine bir hoş dem

Her anı, her düşünüşü bir büyük vecize ile sonlanıyor. Güzelliğe bende olan can kendinden geçiyor, ayakları yerden kesiliyor adeta. Aynı zaman ve mekânda olmasına rağmen zaman onun için farklı bir şekilde akıp gidiyor, mekân değişiyor, güzelleşiyor…

SİSTEM değişmiş, ders sayısı azalmış, güzel bir düzenleme yapılmıştı müfredatta. Ders listesine baktı. “Bu derslerden kim kalır ki?” diye gülümsedi kendi kendine. Bu sene daha kolay ve zevkli geçeceğe benziyordu. İlk defa karşılaştıkları, isimleri nerdeyse öğrencilerin hepsine çok tuhaf gelen yeni yeni dersler ve ders işleme tarzı çok değişik farklı farklı hocalar… Öğrenci dersin hocasını severse dersi de sever. Hocalar da sevilmeyecek değildi hani. İlkokul ya da lise değildi ki hem burası. Koskoca adamlardı “öğrenci” denilenler; hocalar da aynı sıralardan geçmiş, birkaç yıl öncesinin öğrencileri ya da biraz daha eski olan hoş insanlardı.

Edebiyatla ilgili birbirinden meraklı birçok ders, bunların yanında, öğretmenlik mesleğinin inceliklerinin işlendiği pedagoji ve dil konusuna eğilen simiotics ve diğerleri…

Ders işleme tarzı tuhaf görülen, “Kolay kolay geçirmez” denen hocalar da yok değildi derslerine gelen. Ama hiçbir hoca bir öğrenciye takıp da bilerek sınıfta bırakmazdı. Çalışmayan öğrenci, doğal olarak kalırdı. İşin ince noktası hocayı sevmek ve kendini hocaya sevdirmekte bitiyordu. Geçilemeyecek ders yoktu çalıştıktan sonra. Zaten amaç, yapabildiğinin en iyisiyle dönmek değil miydi eve? Geleceğini en iyi şekilde, tırnaklarıyla kazıyarak kurmak değil miydi?

Azim her şeyin üstesinden gelirdi sonuçta. Biraz dişini sıktı mı insan, başaramayacağı çok az şey vardır. Anahtar, istemek ve isteğine ulaşmak için çalışmaktı. Gerisi kendiliğinden gelirdi -Allah nasip ederse-.

En geç gelenlerden biri olduğu için günler öncesinden gelmiş olan birçok arkadaşını görememişti. Bir yanda koridorlarda, ya kantinde rastlaşıp hâl hatır sormalar, “Yazın ne yaptın, çalıştın mı, yattın mı? Tatile nereye gittin?” gibi sorgular, bir tarafta derslere adapte olma çabası...

Geçen sene, sene sonundaki ruh hâlinden eser yoktu. Varsa yoksa dersleriydi. Bu arada, hazırlık sınıfından bir arkadaşı gelip, “Öğretmenliğe şimdiden başlamak ister misin?” diye sormuş, bir dernekte gönüllü öğretmenlik yapacak arkadaş aradıklarını, ilgilenirse kendisine gelebileceğini söylemişti. Zaten eve gelen ücretli öğrencileri vardı yani az çok tecrübe sahibiydi. “Neden olmasın?” diye düşündü. Çok geçmeden adı geçen yerde gönüllü olarak İngilizce, ev arkadaşıysa bilgisayar dersleri vermeye başladı. Bilmediğini zannettiği birçok şey, evde olsun, dernekte olsun ders anlatırken kendiliğinden aklına geliyor, biraz da unuttuğu konulara bakmak yeterli oluyordu. Demek öğretmenlik böyle bir şeydi. Hoş bir duygu veriyordu insanlara bir şeyler verebilmek. Pınarın önündeki testi gibi doluyorlardı iki senedir ve şimdi de taşmaya başlamışlardı işte.

Dersler başlayalı üç beş hafta olmuştu. Ders arasında sigara içmeye bahçeye çıkıyor, ders bittikten sonra ise vakit kaybetmeden ders vermeye ya da eve gidiyordu.

Sigara… Kaç kez bırakmaya yeltenmişti de en fazla iki gün dayanabilmişti. Hem sağlık açısından, hem de maddî olarak kayıptı. Her seferinde başarısız olmasına rağmen bırakmak istiyordu hâlâ. O gün paketi ve çakmağı evde bıraktı. Bahçeye de çıkmayacaktı teneffüslerde. Biraz gayretle atabilirdi bu kötü alışkanlığı. İlk dersten sonra doğruca bahçeye koşmak yerine koridorda gezinmeye başladı. Başarabilirdi, bırakabilirdi sigarayı. Koridorda aşağı yukarı gidip geliyor, başka sınıflardan olan arkadaşlarıyla selâmlaşıyor, ayaküstü sohbetler ediyordu. Çıkıp bir sigara yakmayı o kadar arzu ediyordu ki hâlbuki…

Koridorun sonunda, bahçeye bakan camın yanına gitti. Bahçeye baktı. Çıksa birinden bir sigara bulamaz mıydı ki? Bulurdu tabiî. Az mı arkadaş edinmişti sigara içerken? Ya kendisi vermişti bir sigara, ya onlardan içmişti. Saatine baktı. Çıksa derse geç kalacaktı. Vazgeçti. En iyisi gidip sınıfta oturmaktı. Arkasını döndü, o da ne? İşte oradaydı. Onun sınıfından bir kızla konuşuyordu. Bütün güzelliğiyle, bütün asaletiyle, bebek gibi yüzüyle oradaydı işte!

Güp güp atmaya başladı sol yanında bir şey. Hafif bir gülümseme belirdi dudaklarında. “Allah’ım! Ne güzel yaratmışsın Rabbim!” diye geçirdi içinden. Başını öne eğdi, yanlarından geçip sınıfına gitti. Gitse baksaydı ya o güzelliğe doya doya, mest olsaydı ya o güzellikle. Hıh! Doya doya mı? Doyulur muydu ki o güzelliğe? Allah, Âdem’e Kendi ruhundan üflerken bazı kendi özelliklerini de vermişti ona. Kulunu en mükemmel şekilde yaratmıştı. Tasavvur edilemez güzellikte olmalıydı. Ve Âdem’den de çocuklarına geçmişti bu güzellikler. Milyonlarca yıl sonra işte bu güzelde tecelli bulmuştu Allah’ın ruhundan Âdem’e üflediği güzellikler. Bir hoşluk, bir huzur, bir neşe veriyordu o güzel cemalin seyri insana. Leyla’daki, Şirin’deki güzellik olmalıydı bu. Ya da Mecnun’un Leyla’da, Ferhat’ınsa Şirin’de gördüğü güzellik… Ki Mecnun’u mecnun etmiş, Ferhat’a dağlar deldirmişti.

İnsanın yüreğine ateş düşmeye görsün. Hani bir yeri acır da insanın canı ordadır ya hep, işte aynen onun gibi bir şey. Gönlüne ateş düştü mü bir defa insanın, bütün vücudunu etkiliyor. Gönüldeki ateş önce dili yakıyor, kelimeler nasıl bir araya geleceğini, nasıl düzenli bir cümle oluşturacaklarını bilemez oluyorlar. Sonra gözüne vuruyor insanın bu ateş. Kilometrelerce uzağı görebilen gözler kör oluyor birden, en yakınındakini bile göremez hâle geliyor. Kimi ya da neyi göreceğine gönül karar verir oluyor. Gönül “Onu gör” diyor, gözler ondan başkasını görmüyor. Onun her hareketi, en küçük tebessümü ayrı bir anlam kazanıp giriyor gönle. Sıradan, çok normal bir gülümsemesi dünyanın en güzel gülüşüne dönüveriyor ve gönle ulaşınca eritiyor onu. Kendinden geçiriyor. Kulaklar neyi nasıl duyacaklarını kendileri seçiyor. En sıradan bir söz bile sevgiliden, sevilenden gelince bir tını alıyor, bir mûsikî özelliği kazanıyor.

“Akıl tatile çıkar” denir ya aşk bir gönle girince, bir bakıma doğrudur bu söz. Acı bir şaraptır aslında “aşk” denilen şey, bu yüzden akıl uçuyor, akledemez oluyor. Oluyor olmasına da, diğer yandan gönül başlıyor düşünmeye. Her anı, her düşünüşü bir büyük vecize ile sonlanıyor. Güzelliğe bende olan can kendinden geçiyor, ayakları yerden kesiliyor adeta. Aynı zaman ve mekânda olmasına rağmen zaman onun için farklı bir şekilde akıp gidiyor, mekân değişiyor, güzelleşiyor…