Yine bir hoş dem (3)

Çocuğun içi içine sığmıyor, gözlerinde yıldızlar parlıyordu. Yaradan ne güzel nimetler vermiş, ne güzel bir duygu armağan etmişti kullarına. Ne büyüktü Yaradan, ne büyüktü…

“GÖZDEN ırak olan gönülden de ırak olurmuş” derler, doğru muydu ki acaba? Yaz boyunca aklına gelmiş miydi? Düşündü, hatırlayamadı. Her neyse…

Bu duyguya sahip olmak, dünyaya bir başka gözle bakmak demekti. Her şeyde bir güzellik vardı. Neden insan bu güzellikleri bu gibi hâllerin dışında göremez ki? Çiçek aynı çiçek, kuş aynı kuş. Yerde karınca aynı… Ama Allah kuluna bu duyguyu verince her biri ayrı bir güzel görünüyor. Haykıra haykıra koşmak istiyor insan; yağmurda sırılsıklam ıslanmak istiyor, her gördüğü insana gülümsemek, selâm vermek istiyor. Ellerini açıp Allah’a dualar etmek geçiyor içinden kendisini yarattığı için…

Teneffüs zili çaldı. Kırk beş dakikalık ders nasıl da geçivermişti bir anda? Hem ders neydi ki? Hoca gelmiş miydi? Başını öne eğdi, gülümsedi. Ateş bacayı sarmış mıydı ne? Şiirlerin ardı ardına gelmesinden belli değil miydi ki zaten? Her seferinde böyle olmamış mıydı? Dize dize şiirler yazmış ama neden, nasıl yazdığını açıklayamamıştı kendi kendine bile, iş işten geçmeden. İşte yine aynısı olmuştu. Ateş bacayı büsbütün sarmıştı. Haydi hayırlısı!

Aynı bölümde üç ayrı sınıf vardı. Sadece bir hocanın dersinde bu üç sınıf birleşiyor, bir sınıfta ders yapılıyordu. En zevkli geçen ders de buydu onun için. Ders arasında ya da ders sırasında bir anlık da olsa görmek onun yüzünü, birkaç dakikalığına da olsa dalıp gitmek o güzellikle…

Ortak sınıf… Ders bitmiş. Bir iki defa seyredilmiş Allah’ın güzelliğinin yeryüzündeki temsili. Dersten sonra rehber hocayı görmek için hocanın odasının bulunduğu kata çıktı. Hocanın misafiri olduğu için koridorda beklemeye başladı. Dersi biten öğrenciler gitmiş, yeni başlayanlar ise tek tük gelmeye başlamıştı. Koridorlar bomboş sayılırdı. Hocayı görebilse çok geçmeden, eve gidecekti. Sırtını duvara dayamış, elleri arkasında, başı öne eğik vaziyette bekliyordu. Beş on metre ötedeki sınıfın kapısı açıldı. Aynı bölümde okuduğu kızlar çıkıyordu -ne konuştularsa artık kendi aralarında-. Kızlar arasında bir toplantıydı herhâlde. Neyse ne…

Saatine baktı. Hoca da bir türlü çağırmamıştı kendisini yarım saattir. Gitse miydi acaba? Yarın da görebilirdi hocayı. Ama yok, sözleşmişlerdi bir defa. Sonra ne düşünürdü hoca kendisi hakkında. Biraz daha beklese bir şey olmazdı ya…

Sınıftan ikili üçlü çıkan kızlar koridorda önünden geçip merdivenlerden inmeye başladılar. Başını kaldırıp sağa baktı. Gözleri parladı bir anda. Tesadüf olabilir miydi bu? O güzel de kızların arasındaydı. Önünden geçtiler, merdivenlerden inmeye başladılar birer ikişer. Güzel, en arkaya kalmıştı. Basamaklardan inmeye başlamadan önce başını kaldırıp baktı. İşte beklediği buydu onun da! Gülümsedi hafifçe. İçi bir coşkuyla doldu. Hoca “Bekle” dese, artık akşama kadar bile beklerdi herhâlde.

Tozpembe oluvermişti bir anda dünyası. Günlerdir göz hapsine alınmasından bir şeyler çıkarmıştı herhâlde kız da. Yoksa niye dönüp baksın ki? Tabiî canım, anlamıştır. E ne olacaktı şimdi? Gidip konuşsa mıydı? Olur muydu ki? Belki de biraz daha beklese fena olmazdı. Ya yanlış anladıysa kızın bakışını? Ya hiç alâkası olmayan, normal bir bakışsa? Yok yok! Zaten kabul de etmezdi. O güzellikteki bir kız ona mı kalmıştı? “Davul bile dengi dengine” demiş adamlar. Olası bir şey değil bu hayâl. En iyisi zamana bırakmaktı her şeyi. Her şeyin cevabı zamandadır.

Günler geçtikçe bu duygu iyiden iyiye ele geçiriyordu onu. Ne kadar uzak durmak istese de yapamıyordu. Ne kadar görmekten kaçmak istese bile kaçamıyordu. Bir süre sonra kız da ona bakmaya başladı. Göz göze gelmeler, kaçamak bakışmalar, gülümsemeler… Bu güzelden geçilir miydi? Bu güzelden kaçılır mıydı? Bütün dertlere dermandı adeta. Hasta, doktordan imtina eder miydi? Hem de ayağına gelmiş olan doktordan? Asla! Artık gidip konuşmanın tam sırasıydı. Vakit kaybetmek olmazdı.

Heyecan gittikçe artıyor, onunla birlikte garip bir ağırlık yayılıyordu sînesine. Eskiler geldi aklına. Gülümsedi başını önüne eğerek. Biri evlenmişti, diğerinden ise hiçbir haber yoktu. “İnşallah o da mutludur” dedi içten içe. İlk zamanlarını düşündü. Ne kadar da kin beslemişti ilkine “Neden kendisini seçmedi, neden kabul etmedi?” diye. Hâlbuki ne kadar da boş bir düşünceymiş. İnsan, sevdiği insan kendisini değil de bir başkasını sevdi diye düşman olabilir miydi? O vakit sevmişliğinin ne anlamı kalırdı ki? İnsan sevince, kendisinin isteyerek sevdiğini sanır hep. Hâlbuki Allah istemese, Allah sevdirmese kul ne yapabilir? Allah o duyguyu koymasa kulun sînesine?

Banyo yaptı. Tıraş oldu. Şiirlerine bir göz attı. Tarihî gün yarındı. Ortak girdikleri ders vardı yarın. Dersten çıkınca aynı arabaya binecek, indiği yerde inecek, ne varsa içinde, dökecekti. Neler söyleyeceğini tasarladı kafasında: “Şöyle desem… Yok yok, en iyisi şöyle başlamak… Ya da şu şekilde mi giriş yapsam? Kabul eder mi acaba? Eder tabiî ya… Neden etmesin? Bakışıp duruyoruz işte. Evet evet, oldu bu iş…”

İlk ders ayrıydı. O ders bittikten sonra diğer sınıfa gitmek için aşağıya indi. Güzel, üst katta yoktu. “Belki de aşağıdadır” diye düşündü. Aşağıda da yoktu. Gelmemiş miydi acaba? Bir hüzün kapladı içini. Tam da gününü seçmişti okula gelmemek için. Aşağıda, kızla aynı sınıfta olan arkadaşını buldu. “Gelmedi mi?” diye sordu. Gelmemiş…

Gözünü okulun giriş kapısı tarafına dikti. “Gelsin! Ne olur Allah’ım, gelsin!” diye dualar etti. Çok geçmemişti ki koridorun başında göründü güzel. Bir ders… Sonra her şey çok güzel olacaktı. Bugün hâlledecekti bu işi.

Kız yanlarına geldi. “Hoca gelmedi mi?” diye sordu sınıf arkadaşına. Mesafe ancak bir metreydi aralarında. Kız, sınıf arkadaşına bakıp konuşuyor, o ise yüzünde bir tebessümle kızı süzüyordu. Ne hoş sesi vardı. Ne güzel gözleri, ne güzel saçları vardı. Konuşma bitince, kız, koridorun diğer ucunda olan öteki kızların yanına gitmek için devam etti yoluna. Arkasını tam olarak dönmemişti ki kaçamak bir bakış, hafif bir tebessüm…

Çocuğun içi içine sığmıyor, gözlerinde yıldızlar parlıyordu. Yaradan ne güzel nimetler vermiş, ne güzel bir duygu armağan etmişti kullarına. Ne büyüktü Yaradan, ne büyüktü…