BİR Cumartesi
gününün öğleden sonrasında “kamu yararına dernek” kapsamında faaliyet gösteren -II.
Mahmud’un bir bestesine karşılık olarak hediye ettiği- Hamamîzade İsmail Dede
Efendi’nin evine doğru yol alırken, nedense Yahya Kemal’in “Tekrar mülaki
oluruz bezm-i ezelde/ Evvel giden ahbaba selam olsun erenler” mısraı dilime
takılıyor. Yaklaştıkça içeride bir programın olduğunu anlıyorum.
Yanılmamışım, içerisi
kalabalık… 18. Yüzyıl Osmanlı-Türk evinin İstanbul’a özgü ve açık sofalı bu
güzel evinin kapısının önüne geldiğimde dışarıya taşan nağmeler, içeride
fazlaca birikmiş bir kalabalığın da varlığını haber veriyor. Sofada bütün
sandalyeler dolu. Merdiven basamaklarına da oturulmuş. Merdivenden eyvana doğru
adımlarımızı atarken iki kişilik bir yer ilişiyor gözüme. Hemen oturuyoruz. Önceden
gelenler icra edilen müziği dinliyorlar. İnsanlar kapılara doğru birikmeye
devam ediyor.
Bir süre sonra konserin
birinci bölümü bitiyor. İzleyenler sanatçıları içtenlikle alkışlıyorlar. Grubun
temsilcisi ud çalan genç, önce kendini tanıtıyor: “Ben Yorgi... Bir yıldır Türkiye’deyim.
Bu topluluğu Eylül ayında oluşturmaya başladık. İstanbul’u çok sevdim. Artık İstanbul’da
yaşamaya karar verdim.”
Daha sonra Yorgi, Türk Musikisi’ne olan muhabbetini samimiyetle anlatmaya devam ediyor. İyi Türkçe bilmediğini düşündüğü keman çalan arkadaşı adına da konuşuyor: “Fotina, Erasmus programı dâhilinde Türkiye’ye geldi ve topluluğumuza katıldı. Artık o da Yunanistan’a dönmeyecek.”
Gülmeler, meraklı
dinlemeler devam ederken Yorgi sözlerini sürdürüyor ve bu kez de Katarina’yı
tanıtıyor. Violayı başarıyla çalan Katarina’nın henüz Türkçe bilmediğini, fakat
bundan sonra hemen öğrenmek istediğini, ayrıca artık İstanbul’da yaşayacağını
heves ve müjdeli bir ses tonuyla anlatırken, Katarina da mütebessim şekilde
selamlıyor herkesi. Sıra, ekipte tambur çalan diğer gence geliyor, sonradan
öğrenilmiş fena olmayan Türkçesi ile o da Türkiye’de kalacağını ikrar ediyor.
İlginçtir, orada bulunanlar, enstrüman çalanların, şarkı söyleyenlerin ve Türk
hocalarının başarısını alkışlamak kadar genç müzisyenlerin İstanbul’a yerleşme
heveslerini de alkışlıyorlar ve onaylıyorlar. Turistik bir gezi grubunu da andıran
izleyicilerin muhtemel ki İstanbul’la bir bağları var. Bunu her hal ve
hareketle ifade ediyorlar.
Dede Efendi’nin evi ve
konserin ruhuyla bağdaşmayan bir düşünce geçiyor içimden: “Komşudaki kriz Yunan
gençlerini İstanbul’a ve yeni sanat arayışlarına sürüklemiş olmalı…”
Müzisyenler, başarılı
olduklarından emin biçimde Dede Efendi’den bir şarkı söyleyeceklerini ifade ettiler.
Çok kuvvetli bir alkışla şarkı başladı. “Yine bir Gülnihal aldı bu gönlümü...”
Tuhaf olan şu ki, sadece sahnedeki sanatçılar değil, bütün salon söylüyordu
şarkıyı yanlışsız, pürheves ve Hammamîzade Dede Efendi’nin hatırası önünde
perestiş edercesine içten... “Galiba...” diyorum içimden, “Haksızca
düşünüyorum. Bu atmosfer, Türk musikisine olan muhabbetten ve asil musikimizin
kendi gücünden geliyor. İstanbul’a olan sevgileri, anaokulunda Yunan çocuklarına
içirilen sütün tabağında yazılı. Megalo, Idea’nın değişime uğramış mülayim hali
midir?”
İçimde bunları tartışırken
konserin sonuna geliniyor. Hediye takdimlerini yapan ve kültür evinin
çalışmalarını anlatan yöneticinin gelişigüzel ve özensiz Türkçesi, yerli yerine
oturmayan cümleleri, dağınık ifadeleri ise bu kalabalık gruba karşı beni biraz
mahçup ediyor. Bu kişi, bizi yerimizde tanımaya gelmiş, belki de köklerinden
bazıları İstanbul’da yaşamış, kültürel bir potansiyele sahip oldukları belli
olan bu insanlara daha ahenkli bir İstanbul Türkçesini fısıldayacak, farkına
vardıracak biri olmalı değil miydi?
Salondaki hiç kimse
konserin bitmesini istemiyor gibi. Fakat konser bitti. Paltolarını giymek üzere
ayağa kalkan iki hanım, dönerek bize tebessüm ediyor. Bizler de mukabele de
bulunuyoruz: “Yunanistan’ın neresindensiniz?” “Selanik’ten” diyor biri... Diğeri
ise “Güneyden, Halkidikia’dan” diyor. Üşenmeden Türkçe olarak soruyor kırmızı
paltolu hanım: “Siz İstanbullu musunuz?” “İskeçe” diyorum cevaben. “Xanthi”
diyor kardeşim de hatırları olsun diye. Yüzündeki tereddütlü tebessüm daha da
genişliyor ve “Anladım, kuzeydensiniz. Yüzünüz benziyor” diyor ve selamlaşarak
bitiriyoruz konuşmayı. İnsanlığın ortak dilini, yani sevgiyi oluşturacak böyle
güzellikler yaşanırken, bir sabah namazı vakti İskeçe’nin bir caddesinde annem,
babam ve çocuklarımla beraber otobüs beklerken, boğazlarında harfleri yuvarlaya
yuvarlaya bağıran ve bizleri rahatsız eden insanlar geliyor aklıma. Kültür ve
medeniyetin insanları daima nasıl terakki ettirdiğini düşünüyorum. Ses, dil ve
musiki, insanoğlunun kemalini ve zevalini gösteren muhteşem retorik.
Ömrünün sonunda Kabe’de
Rahmet-i Rahman’a kavuşan Hammamîzade Dede Efendi’nin ruhuna rahmet dileyerek
oradan ayrılıyoruz…