Yılmaz Güney: Bir ömür sevgi şiirleri yazan adam

Destur ve protokolden nefret ederdi. Doğallık, en değer verdiği hasletti. Az ve öz konuşur, tartışmalardan uzak kalmayı tercih ederdi. Dostluğu dünyaya bedeldi. Sözü senetti; özünden ötürü…

DOSTLUK abidesi, dostluk insanı… Hayatı dostlarına hizmetle geçmişti; dostlarından arta kalan zamanları fizik kürsüsüne ve ailesine ayırırdı. Doktorasını on altı yılda tamamlamasından belli değil mi?

Türk lügatindeki on binlerce kelime arasında Yılmaz Güney’in karşılığı, olsa olsa “dostluk” idi. Dostluğu dünyaya bedeldi. Yılmaz Güney’in dostluğu, -tartışmasız- insan borsasında en yüksek prim yapan kâğıttı.

1949, Trabzon Dernekpazarı doğumluydu. Kalabalık bir Karadeniz ailesinde yoksul geçen bir çocukluk… İlkokula başlarken babasının ölümü; çile, kahır, mücadele, sabır... Erzurum Öğretmen Okulu’nda beş yıllık bir yatılılık dönemi… Edebiyat öğretmeni Nurten Yılmaz’ın edebî himaye ve katkıları… Ardından da Ankara Yüksek Öğretmen Okulu ve Ankara Fen Fakültesi yılları...

Çok sevdiği ilk şiiri “Zeliha”yı 1963’te yazar; on dört yaşındadır ve ortaokul ikinci sınıftadır. Ömrü çaba ve sabırla geçecek Güney’in okul arkadaşlarıyla birlikte çıkardıkları sanat gazetesinin adı, “Çaba”. Ve o gazetede yayımlanan ilk şiiri, “Yarı Ölü”. Bu şiir, Hisar dergisinin Öğretmen Okulları Arası Şiir Yarışmasında Türkiye birincisi seçilir.

Şiirleri Defne, Çağrı, Çaba, Hareket, Hisar, Bursa’da Zaman, Varlık Yıllığı, Ajans Türk, Deneme, Gelişme, Mavera, Işıklar, Akademi, Türk Edebiyatı ve Irmak gibi dergi ve antolojilerde yayımlandı. Altmış yıllık şair ama o -her zaman olduğu gibi- mütevazı. “Kendi üslûbumu, yönümü bulmaya çalışıyorum” diyor. Kendisi “Bizi kim tanır, kim bilir” dese de, kitapsızken de tanınan Türk şairlerindendir.

1.70 civarında bir boy; dikdörtgen bir yüz, geniş kalın çizgili bir alın, merkezde gür ve gitgide dağılan kaşlar, balmumu gözler; dengeli, hafif irice ve sivrice bir burun, artık tek tük saçın kaldığı sarışın bir baş... İşte Yılmaz Güney!

Şairliğinden utanan ve sıkılan adam… Akif’e benziyor; birileri söylemese şair olduğunu hatırlamaz. Kitabevi sahibi Mehmet Varış, 1996 yılında -otuz yılın şiirleri- Sonsuz Bekleyiş’i yayımlamasaydı, Güney’in şiirlerine varabilmek için acaba kaç otuz yıl daha bekleyecektik? Popülizme “Dur!” diyen Varış’a gönülden teşekkürler...

Ağzından en çok duyulan kelime “üstad”dır. Herkese her zaman her konuda saygılıdır; kimseye kızıp hakaret ettiği, yüksek sesle konuştuğu görülmemiş, duyulmamıştır. Sevindiğinde “Seni kucaklıyorum”, kızdığında da “Beni sinirlendiriyorsun” der; öfkesi ancak bu kadarlık bir sitemdir. Telefona “Sevgili Ali”, “Sevgili Hasan”, “Sevgili Fahri” diye başladığına her dostu şahitlik eder.

Fanatik ve fantastik bir futbol ateistidir; futbola harcanan her şeyden nefret eder. Millî maçları bile seyretmez. “Neremiz millî ki futbolumuz olsun?” sözü de ona aitti.

Kendisi, “Dayanıklı tüketim maddesi gibiyimdir, yemek yemeden üç gün durabilirim de sigarasız üç saat yapamam” derdi ama 2007 yılının 1 Nisan’ında -önce vefakâr dostu sigaraya, sonra da tüm vefakâr dostlarına- bir sürpriz yapar: “Sigarayı bıraktım!” Bırakır da gerçekten. Ama hain sigara onu bırakmayacak, terk edilişinin intikamını on beş sene sonra feci şekilde alacak, şairimizin ölüm sebebi KOAH (sigara nedeniyle ciğerlerin iflası) olarak kayıtlara geçecekti.

Fiziği de, şiiri de sevdi; onun için önemli olan, fiziği şiirleştirmek veya şiiri metafizik âleme çekmekti. Kırk beş yıl Adapazarı’nda, kırk yıl Sakarya Üniversitesi Fizik Kürsüsünde öğretim üyesi idi. Şairliği gibi fizikçiliğine de övgü vardır amma dostları ile konuşmadığı -belki de- tek konu fizikti.

Yılmaz Güney’in dünyasını iki şey doldurdu: Dostları ve kitapları... Dostlarından ve kitaplarından geriye pek bir şey kalmadığından -haklı olarak- ailesi daima şikâyetçiydi.

Alnındaki yoğun çizgiler ve saçlarının dökülmüşlüğü sadece kendisinin ve ülkesinin değil, tüm insanlığın çilesini ve sorumluluğunu içinde hissettiğindendi; Mustafa Turan dostumuza göre kalbi gibi ak saçlarında uzun ve tatlı bir ıstırabın epopesi okundu.

Türk sinemasının çirkin kralı olan adaşı kadar sosyaldi amma onun aksine silahtan hoşlanmazdı. Karadeniz’in yüz karası Volkan Konak ve Fuat Saka dinledi. Zira onlar bozmadan okumaktaydılar. Zaten onun beğendikleri, olduğu gibi olanlardı.

Müşkülpesentti, zor beğenirdi. Özellikle de kendisine ait olanları... Nitekim ilk otuz yılın şiirlerinden oluşan “Sonsuz Bekleyiş” için “Biraz acele ettik, üzerinde daha da çalışmam lâzımdı. İyi şiir veya kitap için gerekirse altmış yıl beklenmeli” derdi.

İşte bazı şiirlerinin başlıkları: “Karşılıksız”, “Kanatları Gökten Büyük”, “Ceylan”, “Toros Dağlarında Bir Gülüm Kaldı”, “Yıldızlar düşecek”, “Yarınlar Çıkmazı”, “Bunalım Sokağı”, “İlk Bu Son”, “Ayrılığa Gazel”, “Güzele Sevgi Gazeli”...

2001 Ocak ayından itibaren Osman Suroğlu, Fahri Tuna, Necati Cerrah, Mustafa Turan, Mustafa Emircan ve diğer arkadaşlarıyla birlikte yayımladıkları Irmak’ın da yazı işleri müdürlüğünü üstlenen Yılmaz Güney, içinde yer aldığı her kurum ve durumun çimentosu hükmündeydi. Kendisi toplantılara pek katılmasa da -öğrencisi ve dostu- Fahri Tuna, her toplantıyı “Yılmaz hocamızdan aldığım yetki ve cesaretle açıyorum” diyerek onun varlığını daima hissettirmişti.

Nerede bir yayın görse alır, ambalajlar, sarar, biriktirirdi; on beş bin cilt kitaptan oluşan kitaplığını -Şaban Üstüner’in deyimiyle “çöplüğünü”- 17 Ağustos 1999 Depremi’nde yitirmişti. Dört evladından birini kaybetmiş kadar hüzünlüydü.

Trabzon’da doğan, Erzurum’da ve Ankara’da okuyan, Mersin ve Edirne’de kısa süreli öğretmenlik yaparken Tekirdağlı fizik öğretmeni Nursal Hanım’la evlenen, Sakarya Üniversitesi doktor öğretim üyesi Yılmaz Güney’in işte dört çocuğunun adları: Ayşe Gülsün, Fatma Gülyüz, Safiye Gülden ve Ali Osman.

Yakın dostlarını sayabilmek iki nedenle mümkün değildir: Bir, binlerce isim yazsak da yine unutulanlar olacaktır. İki, o kadar isim yazacak yerimiz yoktur. Yakın arkadaşlarından bazısı Cumhurbaşkanı, bir diğeri bakan, diğerleri müsteşar, genel müdür, rektörler olsa da onun tavrı her zaman aynıydı: “Ararlarsa görüşüyoruz…”

Destur ve protokolden nefret ederdi. Doğallık, en değer verdiği hasletti. Az ve öz konuşur, tartışmalardan uzak kalmayı tercih ederdi. Dostluğu dünyaya bedeldi. Sözü senetti; özünden ötürü…

21’inci yüzyılın özünü bozamadığı nadir adamlardandı. 11 Kasım 2022 Cuma günü, çok sevdiği Rabbine uğurladık onu. Hüzün ve gözyaşlarıyla…

Şiirin ve hoşgörünün yüz akıydı. Bir ömür sevgi şiirleri yazan adamdı o. Sevgi şiirlerinin şairi idi, evet.