
İKİ haftayı aşkın bir süredir, dayımın vefatı nedeniyle
yaşadığım yerden ayrılarak, doğup büyüdüğüm topraklarda adımlar atıyor, nefes
alıp veriyorum. En azından şimdilik…
Şahsıma yaptığı vasiyet nedeniyle, 15 Mayıs tarihinde
vefat eden dayımın cenazesini İzmir’den alarak Van’a getirdik. Yıkama,
kefenlenme, transfer, cenaze namazı derken sıra defin işlemine gelmişti. Sağ
olsunlar, kuzenlerimden rica ettiğim mezar kazım işlemi sorunsuz bir şekilde yerine
getirilmişti.
Annesi, babası ve ağabeyleri yani merhume anneannem,
merhum dedem ve dayılarım ortalarına aldıkları için son ritüel gerçekleşiyordu;
bir yandan Kur’ân-ı Kerîm okunuyor, diğer yandan cenaze mezara indiriliyordu. Defin
o kadar hızlı ilerliyordu ki sanki Mısır’ın Piramitlerini inşâ eden binlerce
işçi mezar başındaydı. Sallar, bembeyaz kefeni bir illüzyon gibi ortadan
kaldırmış, kürekler ise ellerle buluşmuş, yine aynı hızla çukura atılmaya
başlanmıştı…
Toprak dikkatimi çekmişti. Sordum: “Kum ocağından mı
getirdiniz?” “Hayır, kendi toprağı” dedi kuzenim. Gevrek mi gevrek, taşsız,
pürüzsüz ve elenmişçesine inceydi kuma benzeyen toprağı.
Heveslenmedim değil. Evvelinde de heveslendiğim
ölümler, yıkanmalar, cenaze merasimleri ve kabirler olmuştu. Örneğin Erciş’teki
kapı komşumuz Mahmut dayının, beraber kıldığımız Cuma namazı çıkışında,
dinlenmek için uzandığı yatağında ruhunu teslim etmesi, başkent Ankara’da kalp
krizi sonucu hayatını kaybeden kayınpederimi özenerek yıkayan gassalın
samimiyeti, Şehit Muhsin Yazıcıoğlu’nun TBMM, Genel Merkez ve Kocatepe
üçgeninde on binlerce seveni ve dâvâ arkadaşlarının elleri üzerinde Tacettin
Dergâhı’nda son yolcuğuna uğurlanışı, bir mesai arkadaşımızın babasının
Akçakoca’da asırlık çam ağaçları gölgesine sahip köy mezarlığında toprağa
verilmesi bunlara birer örnekti.
Bahsini ettiğim ise sonuncusuydu…
Ölümün “güzel” ve mutlak bir “gerçek” olduğu artık tüm
din mensupları, hatta ateistler tarafından kabul görmekte. Hâl böyle olunca, o
ana şahitlik edenlerin “lezzetleri yok edip acılaştıran ölümü” kısa bir
süreliğine de olsa zikretmeleri, bir “silkiniş”, kendine verilen “mühlet”
anlamını taşımakta.
Ruhundan ayrılan her cesedin toprakla buluşması,
beraberinde inandığımız dinin öğretilerini ve kulaktan kulağa yayılan
inanışları da gün yüzüne çıkarıyor. Tıpkı mezarı ziyaret edecek olan yılanların
ve karıncaların bahsi gibi... Allah, o gün yardımcımız olsun ve amel defteri
sağ eline verilenlerden eylesin bizi. Hesap vermemizi kolay kılsın, adı geçen
hayvanatı da mezarımıza uğratmasın.
Dayım, birkaç ay önce anne babasının mezarını yaparken
başuçlarına da bir çeşme kondurmuştu. İlginçtir, İsmet Koç hayratı olan çeşmeden
doldurulan su, eşi ve kızları tarafından üzerini kaplayan toprağına akıtıldı.
Muhtemelen bir gül ağacına ev sahipliği yapacak olan mezarın
sakini, aynı zamanda bu yazının vücut bulmasına da vesile oldu. Çileli hayatı
da, son iki yılda dayanılmaz bir hâl alan illet hastalığına bağlı acıları da
son bulmuştu. Sevenlerine ve yakınlarına düşen vazife bihakkın yerine
getirilmiş ve her fert kendine yakışan civanmertliği sergilemişti.
Okul yıllarımızda, sıklıkla duyduğumuz “Tatlı dil,
yılanı deliğinden çıkarır” atasözü, ilk günkü gibi dilimizde. Kaç yılan deliğinden
çıktı, çıkanlar ne oldu, ne yaptı, bunları bilmiyoruz ama “tatlı dil” ile
verilen taziyeler, kurulan cümleler, aradan geçen onca zamana rağmen
kulaklarımızda yankılanıyor.
Dünyanın bir ekin yurdu olduğu muhakkak. Tatlı dil ile
ekilen her eylem, birer tohuma bürünecek ve ötede üzerimiz toprakla örtüldüğü
andan itibaren en sadık yoldaşımız olacak. Tıpkı toprağımız gibi…
Rabbim bize kıskandıran ölümler, yıkanmalar, cenaze merasimleri,
kabirler, mezar taşları, ağzı Kur’ânlı vefalı ziyaretçiler nasip etsin. En
önemlisi de, dünya hayatı devam ettiği sürece yılanı deliğinden çıkaran “tatlı”
bir dil nasip etsin. Etsin ki, mezarımızı teğet geçsin.
Biliyorum, yılanı deliğinden çıkarmak “zordur” ama “imkânsız” da değil. Şimdi yılanları deliğinden çıkaracak sözleri söyleme zamanı!