KASABANIN meydanındaki kahvehanede arkadaşlarla iş beklediğimiz
günlerden biriydi. Her sabah buraya geliyor ve iki şey için duâ ediyorduk:
Birincisi, kahvecinin “Çay içer misiniz?” diye sormaması, ikincisi de günlük
rızkımızın çıkması…
Sermayemiz, sağlığımız ve genelde kırma dökme işleri
çıktığından yanımıza aldığımız, kahvehanenin bir köşesinde boynu bükük bekleyen
kazma kürek gibi basit aletlerden ibaretti. Bu aletler aynı zamanda bizim
kartvizitimizdi.
O gün diğer arkadaşlar ufak tefek işler bulup gitmiş, geriye
Selami ile ikimiz kalmıştık. Umudumuzu yitirmek üzereydik ki otuz otuz beş
yaşlarında takım elbiseli biri yanaştı öğleye doğru yanımıza. “Bir ev var” dedi,
“Yıkılacak”. Selami bana baktı, ben genç adama… “Olur” dedim ev yıkma konusunda
hiçbir fikrimiz olmamasına rağmen. Bugüne kadar yaptığımız işlerin hangisinin
eğitimini almıştık ki zaten. Alt tarafı, adından da anlaşılacağı üzere yıkım
işi. Ne kadar zor olabilirdi? Önemli olan işi alabilmek, akşam eve cebimizde üç
beş kuruşla dönebilmekti. Bir saat sonra sözleştiğimiz yerde buluşmak üzere
ayrıldık müşteriden. İkimiz de mutluyduk…
Babamla amcam köydeki üç beş parça tarla ve ev konusunda
anlaşamayınca, babam ve annem, doğup büyüdüğü köyü, ben de on iki yaşıma kadar
gülüp oynadığım evi terk etmek zorunda kalmıştık. Şehir hayatına adapte olmak
zor oldu bizim için. Babam el arabasında sebze meyve satarak evi geçindirmeye
çalışıyor, ben de okulu bırakıp bulduğum her türlü işte çalışarak ev
ekonomisine katkıda bulunuyordum.
Okumayınca, büyüdüğünde “Ne iş olsa yaparım abi”ci olup
çıkıyorsun. Şimdiye kadar tesisattan boya badanaya, mezar yeri kazmaktan bahçe
bellemeye kadar kısa süreli de olsa yaptığım işlerin çeşidini saymaya kalksam
buradan köye yol olur. Yıkıcılık da onlardan biri olacaktı benim için.
Şehrin dışında, bahçe içinde bağ evine benzer bir yapıydı
yıkacağımız. Yıkmak eylemi kulağa hoş gelmese de neden yıkmamız gerektiğini
sormadık bile. Bizim için bir önemi de yoktu. Tavanları toplayıp, artık odun
hükmündeki ahşap kısımları bir kenara dizecek, sonra da paramızı alıp çekip
gidecektik. Hızla giriştik işe, toz toprak içinde kalsak da akşam olmadan
bitirdik. Akşam ikinci bir iş teklifi geldi aynı müşteriden. Her işi yapmanın
avantajını kullanıp teklifi değerlendirdik. Tavanları ve evden çıkan odunları,
parasını ertesi gün ödemek şartı ile satın aldık. Tavanları inşaatçı Fehmi’ye,
odunları da Hızarcı Halil’e sattık. Farkında olmadan Selami ile ticarete
başlamıştık.
İş hoşumuza gitmişti. Selami’yle oturup konuştuk ve bu işi
yapmaya karar verdik. “Çağrışımı kötü olsa da yaptığımız işin bir adı olur hiç
olmazsa” dedik. Birkaç ev daha yıktıktan sonra kırıp sarıp, borç harç, Selami
ile eski bir kamyonet aldık. Kamyoneti kasabanın meydanına çekip camına da
kocaman bir kartona büyük harflerle “YIKICI” yazdık. Her işte olduğu gibi bizim
işimizde de reklâm önemliydi, bir tabelâmızın olması şarttı. Kartondan tabelâmızdaki
ismimiz biraz afili olsun diye özenerek yazmaya çalışırken heyecandan bir harfi
unutmuşum. Ama olsun, sonradan o eksik harfi araya sıkıştırdım. Zaten incecik
bir şeydi. Cep telefonlarımızı da ekleyince bu iş tamam olmuştu.
Sonunda bir meslek sahibi olduğumuzu hissediyordum. Ne zamana
kadar devam eder bu iş bilmiyorum, ama sonuçta yaptığımız işin bir adı vardı. “Ne
iş olsa yaparım abi” demiyorduk artık; bu, önemli bir ayrıtıydı bizim için!
“Her dönem kendi sosyolojisini dayatır” demişti ilkokul arkadaşım
Hüseyin. Bizim Hüseyin, oldum olası böyle tumturaklı lâflar ederdi. Nerden
öğrenir, kim öğretirdi ona bilmiyorum, sanki ilham gelirdi bir yerlerden. Şimdi
üniversitede öğretmenlik yapıyor ama ona öğretmen dememeliymişim. Kendisi
öğretim görevlisi oluyormuş, öğretmen değil. O gün Hüseyin’in ne demek istediğini
anlamamıştım. Sanırım şimdi anlıyorum. Zaman değişiyor, zamanla birlikte mekânlar
da değişiyor. Giden gidiyor, kalanlar hayata kendi imzalarını atmak için
gidenlerin izlerini siliyor, hatıralarını yok ediyorlar. Ya komple yıkıp
gözlerine batan, gönüllerine yük olan o karartıdan tamamen kurtuluyorlar ya da
yerine daha iyisini yapmak adına bağı, bahçeyi, kısacası dünyayı betonun soğuk ruhuna
mahkûm ediyorlar. Ki bu ruhsuzluk, her yerde öldürülmüş o sıcak hatıraların
intikamı gibi çıkıyor karşımıza. Yıkıma gönüllü olan, üstelik bu iş için para
harcayan insanlar ne yaşadıklarını bilecekler belki, ama nerede yaşadıklarını
bir daha asla bulamayacaklar.
Baharın bütün canlılığı ile kendini gösterdiği bir aydı.
Telefonum çaldı. Arayan, amcamın oğlu idi. “Hayırdır inşallah” dedim içimden.
Çünkü yıllar var ki, beni aradığını hatırlamıyorum. İşi düşmüş olmalıydı
mutlaka. Açtım, selâmlaştık. Hâl hatır faslından sonra benimle bir işi olduğunu,
köye gelip gelemeyeceğimi sordu. Gelebileceğimi söyleyip kapattım telefonu.
Ertesi gün Selami ile birlikte kamyonete binip bizim köye doğru yola çıktık. En
son beş yıl önce amcamla barışmak için bir bayram günü gitmiştim köye. O günden
sonra bir daha da gitmek kısmet olmamıştı. Köydeki evi gördüğümde dikkatimi ilk
çeken, bahçenin girişindeki elma ağacı olmuştu; yaşlanmıştı biraz ama hâlâ
dalları çiçek doluydu. Ahşap, iri kanatlı kapı, kapının önündeki iki basamaklı
merdiven ve pencerelerde gördüğüm o kocaman boşluk yumru olup oturdu boğazıma.
Sonra annemi bulacakmışım gibi dolandım arka bahçeye. Ne
annemi, ne de dalından düşüp kolumu kırdığım kiraz ağacını görmüştüm. Daha da
hüzün doldu içim. Gözlerim yaşardı. Amcaoğlu arkamdan gelip “Özlemişsindir
buraları” diye seslenmeseydi ağlayacaktım neredeyse. Özlemiştim, hem de çok. Ama
birden bir yenilmişlik hissi oluştu içimde ve ona “Evet” demedim. Niye
çağırdığını anlamıştım.
“Burası benim evim değil” diye kendimi kandırmaya çalışarak
başladım işe. Selami bir yandan, ben bir yandan, önce tavanları toplayıp
indirdik. Sonra çatıyı sökmeye başladık. Vurduğum her keser darbesinde,
çivisinden çıkardığım her tahta parçasında bir hatıranın çığlığını duydum.
Bağlantısından kopardığım her kirişte, duvarlardan ayırdığım her hatılda ya
annemin, ya babamın bedenine dokundum. Hatılları söktükçe duvardaki kerpiçler
yürüdü üzerime. Toz toprak olmaktan hiç bu kadar yüksünmemiştim. Ev birkaç saat
içinde üç beş kerpiç duvardan ibaret hâle gelmişti. İşimiz bitmişti. Yola
koyulabilirdik. Birkaç yüz metre gittikten sonra kamyoneti durdurup aşağı indim.
Selami’ye, direksiyona geçmesini söyledim. “Sen git” dedim, “Ben gelmeyeceğim”.
Şaşırdı, kim olsa şaşırırdı.
Biliyordum, hatıllarını söktüğümüz bu kerpiç duvarlar bu kışı
çıkarmaz, ilk yağmurda devrilirdi. O zaman da yıllarca hatıralarımızı koruyan
bu bina, bu odalar yok olur giderdi hatıralarımızla birlikte. Bu bakış, bu
dokunuş, son bakış ve son dokunuş olacaktı benim için. Bir dahaki gelişimde
hiçbir şey bulamayacağımdan emindim. Geri döndüm. Merdivenleri son kez çıktım
ve artık olmayan kapıdan içeri girdim. Annemin beni ilk ve son defa babamdan ve
dedemden gizli saçlarımdan öptüğünü hatırladığım arkadaki odaya girip cağlığın
köşesine oturdum. Havluya sarılı ıslak bedenim annemin kucağındaydı. Annemin
elleri saçlarıma, saçlarım annemin ellerine hasret büyümüştük bu evde. Bir
yerlerden beni duyuyormuş gibi “Anne!” dedim, “Senden özür diliyorum”. Sonra
babamdan… Sonra sırtımı yasladığım duvarlardan, dışarıdaki elma ağacından,
artık olmayan kiraz ağacından, söktüğüm kapıdan, çatıdan… En son, kucağımda
tuttuğum, babamın doğum tarihimi yazdığı terek tahtasından…
Yola düştüğümde vakit akşama yaklaşıyordu. “Yürü!” diyordu
içimdeki ses, “Yürü!” diyordu “Saatlerce, yorulup bitkin düşünceye, takatin
kalmayıncaya kadar”. O intikamcı ses, “Hatta yollarda, karanlıklar içinde kaybolana
kadar yürü!” diyerek coşturuyordu içimi.
Bulutlar rengini yitirmeye başlamıştı. Ufukta inişli çıkışlı
çizgi hâlinde uzanan tepeler griden siyaha dönmeye hazırlanıyordu. Gökyüzünün
biçim değiştirme, kuşların sığınacak dal bulma zamanı gelmişti. Güneş yol
kenarında çiçek açmış şeftali ağaçlarının arkasında kaybolurken, hâlâ toprak
yoldaydım. Alacakaranlık havadaki manzarayı sığırcık kuşlarının çığlık çığlığa
yaptıkları dans tamamlıyordu.
Arkama döndüm. Karanlığın içinde birer siluet hâline gelmiş evlere baktım son kez. Tekrar yürümeye başladım. Yol boyu iki taraflı dizilmiş kavak ağaçlarının hafif rüzgârdaki hışırtısı geliyordu kulağıma akşam serinliğinde. Toprak yolun bitiminde sıralanmış iğde ağaçlarından gelen o muhteşem kokuyu çekebildiğim kadar çektim içime. Cennetten yayılan koku gibiydi âdeta. İğde ağaçlarını geçtikten sonra anayola çıkıp yürüdüm günbatımına doğru. Yürüdükçe ufuktaki kızıllık karanlığa gömüldü. Ben de…