Yetim, öksüz, sensiz ve bensiz

Manevî unsurların kalpten ve bedenden uzak olmasının sonucu olarak yetim ve öksüze sahip çıkmak gibi eylemlere uzak bir toplum oluyoruz. Nasıl fizikî beden için sağlıklı ve doğal bir beslenme ve spor gerekli, gönül sağlığı için de doğru ve dengeli bir dinî ve millî bir bilinçlenme şart.

ERGENLİK çağından önce babası ölmüş çocuğa, zengin olsun, fakir olsun, “yetim” denir. Öksüz ise annesi ölmüş kimseye denir. Yetim ve öksüz ise hem annesini, hem de babasını kaybedene denir.

Biz yetim bir Peygamberin ümmetiyiz. Peygamberimiz babasını görmedi, annesini altı yaşında kaybetti. Peygamberimiz müthiş bir şefkat ve merhamet Peygamberiydi.

Şefkat ve merhamet o kadar özel kelimelerdir ki, birçok güzelliğin ana kaynağını oluşturur. Elbette tüm güzel şeylerin kaynağı Yüce Rabbimiz. İnsanın kalbi bu güzellikleri yansıtmak için yaratılmıştır. Bir kalpte yeterince bu hisler var ise o kalp sağlıklıdır, azlığında ise kararmaya doğru yol alır.

“Şefkat” ve “merhamet” kelimeleri zaman zaman karıştırılabilir ama şefkat duygusunda sevgi, merhamette ise koruma ve himaye etme kavramları öne çıkmaktadır. İkisi el ele tutuştuğunda daha güçlü bir etki ve fayda sağlamaktadır. Buradan yola çıkarak yetim ve öksüz, aynı zamanda birçok kez evlat acısı da çekmiş bir Peygamberin ümmeti olarak üzerinde hassasiyetle durmamız gereken konunun adıdır yetim ve öksüz.

Dolayısıyla yetim ve öksüz hayatın gerçeği, şefkat ve merhamet ise hepimizde olması gereken şeyler. Öyleyse eşitliğin karşısında tek bir şey kalır; sensiz ve bensiz olmaz.

Bu hayatta herkesin çocukluğunu öz ailesinde sıcak bir yuvada geçirme durumu yok. Ne kadar üzülürsek üzülelim, ne yaparsak yapalım, hayatın döngülerine engel olmak mümkün olmuyor. Savaşları durdursak afetleri, hastalıkları ve kazaları durduramayız. Bize düşen, olmuş olana değil, sorumluluklara odaklanmaktır. Bu canlar için sivil toplum kuruluşları ve kamu tarafından elbette yapılan çalışmalar var ve bunlar için elbette minnettarız, fakat yetmez. Toplumun geneli üzerine düşen sorumluluklar var. Burada hemen “Ne yapabiliriz?” konusuna geçmeden, nasıl hissedebiliriz, onlara nasıl yakın olabiliriz, onu konuşmak istiyorum.

Bu yazıyı okuyan bazı kardeşlerim ve yeğenlerimin şöyle dediğini duyar gibiyim: “Tahmin etmeye çalışabilirsiniz ama tam olarak hislerimizi yüreğinizde canlandırabilmeniz mümkün değil.” Belki öyle, ama hiçbir şey yapmadan da duramayız. Bu konuda araştırma yapacak, bilinçlenme ve farkındalık sağlayacağız.

Kırmızı araba deneyini bilirsiniz, kırmızı araba hakkında konuşulduktan sonra dışarıda görülen kırmızı araba sayısı inanılmaz derecede artar. Buradan yola çıkarak, bir konuya yönelmek ve o konuda yol almak için o yönde zihni ve kalbi meşgul etmek gerekiyor. Diğer türlü, bir yerde adı geçmişse de dönüyor. Bir yerlerde bir şeyler hissetmek ayrı, o konuda sorumluluk almak başka bir şeydir. Sorumluluk almak adına en başta geçmesi gereken konulardan biri, yetim ve öksüz kardeşlerimizi, yavrularımızı önce kalbimizle, sonra da yapabileceklerimizi hayata geçirmek gayretiyle sahiplenmektir.

Hepimiz iç bilinç olarak yalnızız. Etrafımızda ne kadar insan olursa olsun, bütün bir ömür içimizde tek başımıza yaşarız. O nedenledir ki, yaşanan her şey, aslında içimizdeki hayatta var olur. Bunu idrak etmek neden bu kadar önemli?

Kendiniz için düşündüğünüz şeylerin içimizdeki etkisiyle başkaları için düşündüğümüz olumsuz şeylerin etkisi aynıdır. Etki derecesi ne olursa olsun, olan ne varsa, içimizdeki kâinat evinde cereyan eder.

Ne düşünürsek onu yaşarız

Meselâ çok sevdiğimiz biri hakkında sevginin etkisi ile duygusal olarak pozitif ve yoğun bir his kendimizi çok iyi hissetmemizi sağlar, aklımıza güzel şeyler getirir ve devamında güzel davranışların sahibi oluruz. Eğer sevmediğimiz biriyle iletişim kurar ve üstüne üstlük o kişiden zarar görürsek, onun hakkında olumsuz şeyler düşünür, ondan şikâyet eder, nefret ve başka olumsuz duygulara maruz kalarak içimizde bir gerginlik hissederiz, değil mi? “Falanca kişiden zarar gördüm” deyip belâ okuyan birini düşünün, o belâyı dışarıya mı okudu, yoksa içinin duvarlarında mı yankılandı? O belâ, hitap ettiği kişiye mi ulaştı, yoksa beynine ve kalbine mi?

Kısacası, ne düşünürsek onu yaşarız. Söylediğimiz ve düşündüğümüz her şey zihin ve kalp toprağına ekilen bir tohum veya bestesini yaptığımız bir müziktir. Varın, şimdi siz düşünün; bahçenizde güller mi, dikenler mi yetişiyor ya da kalbinizden yayılan müzik gürültü mü, yoksa dünyaya şifa olan bir hoş ses mi?

Burada konuyu yetim ve öksüz konusuna bağlamak istiyorum. Konu ile ilgili faaliyet gösteren kuruluşları bir kenara bırakırsak, toplumda şu tür düşünce tarzları var: “İmkânlarım belli, başkaları için fazla şey yapma imkânım yok; devlet yapsın, zengin yapsın”, “Zenginim, o yüzden yardım kuruluşlarına yeterince kaynak aktarıyorum”, “Kendi çocuklarıma zor bakıyorum, tanımadığım bir çocuğu evime alıp riske giremem”, “Benim kalbim temiz, onları çok düşünüp onlar için dua ediyorum, Allah yardımcıları olsun” vesaire.

Fark ettiniz mi, dışarıda birileri var ve onlar için düşünülenler de mevcut. İnsan insanı dışarıda ve uzakta görüyor. İnsan için yakın çevresi var, gerisi yabancı. Ve yabancılar içinse yapılabilecekler şartlara bağlı. Kalp toprağına bu konu ile ilgili olarak ektiğimiz şey sadece dualar. Televizyon izler gibi çevremizde olup biteni izlemek ve dışarıda kalmaya çalışmak, gözden kaçırdığımızda kendimizi geri çekmek suretiyle gerilememiz söz konusu.

İnsanın bir yaptığı duası vardır, bir de farkında olmadan yaşantısıyla ifade ettiği duası vardır. Çoğu insanda bu ikisi aynı değildir ve bu nedenle duaların gerçekleşmesi zorlaşır, gecikir. Örneğin “Allah yetim ve öksüzün yardımcısı olsun” diye dua ederken yaşantı dilimizdeki duanın içeriği şunlar oluyor: “Rabbim, benim imkânım yok, bana imkân da verme, beni zengin de kılma; çünkü yine de gidip evime bir yetim almayacağım”, “Rabbim, bana şefkat ve merhamet ver ama bunu başkalarına sarılmak için kullanmayacağım; sadece içimde güzel güzel dursunlar, kendimi iyi hissedeyim, yeter”, “Rabbim, dışarda mazlumlar, hastalar, öksüzler var, onlara yardım et. Yardım ederken muhakkak insanları aracı olarak kullanacaksın, hani beni düşünürsen diye diyorum, beni seçme, olur mu?”, “Rabbim, benim ve çocuklarımın başına bir şey gelirse onlara hemen birileri sahip çıksın ve birileri hemen yardıma koşsun, yabancıları zaten sen korur ve himaye edersin” yahut da “Rabbim, bana zenginlik, makam ve güç verdin, bunların şükrü ve sadakası olarak derneklere yardım etmek istiyorum; diğer türlü hayatıma bir mazlumu alıp riske giremem, hem belli mi olur, bana verdiğin emanet rızkıma göz koyar”…  

Böyle mi olmalıydı, Hazreti Âdem ile Hazreti Havva hepimizin anne ve babası değil miydi? Bizler kâinat evinde kardeş ve birbirimizden sorumlu değil miyiz? Rızkı veren Allah değil miydi ki rızıktan endişe ediyoruz? Peygamber Efendimiz (sav) hem Bizzat öksüz ve yetim, hem de öksüz ve yetim babası değil miydi? Şefkat ve merhamet Peygamberinin ümmeti değil miyiz ki yetim ve öksüzleri yuvamıza almaya korkuyor ve onları risk unsuru olarak görebiliyoruz?

Peki, bizim ahiret yurdu için nerelere yatırım yapmamız gerekiyordu? İbadet ve sadakamız yetiyor mu? Var olmanın sadakası nedir? Gelin, bir de bu konudaki ayet ve hadislere bakalım.

Kaynaklarda yetim ve öksüz hakkı

“Hani Biz, İsrailoğullarından, ‘Allah’tan başkasına ibadet etmeyeceksiniz; anne babaya, yakınlara, yetimlere, yoksullara iyilik edeceksiniz; herkese güzel sözler söyleyeceksiniz, namazı kılacaksınız, zekâtı vereceksiniz’ diye söz almıştık. Sonra pek azınız hariç, yüz çevirerek sözünüzden döndünüz.” (Bakara, 83)

“Biz İsrailoğulları değiliz ki yetimlere iyilik edelim” demeyiz burada sanırım.

“İyilik, yüzlerinizi doğu ve batı taraflarına çevirmeniz(den ibaret) değildir. Asıl iyilik, Allah’a, ahiret gününe, meleklere, kitap ve peygamberlere iman edenlerin, mala olan sevgilerine rağmen, onu yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışa, (ihtiyacından dolayı) isteyene ve (özgürlükleri için) kölelere verenlerin, namazı dosdoğru kılan, zekâtı veren, antlaşma yaptıklarında sözlerini yerine getirenlerin ve zorda, hastalıkta ve savaşın kızıştığı zamanlarda (direnip) sabredenlerin tutum ve davranışlarıdır. İşte bunlar, doğru olanlardır. İşte bunlar, Allah’a karşı gelmekten sakınanların ta kendileridir.” (Bakara, 177)

“Sana Allah yolunda ne harcayacaklarını soruyorlar. De ki, ‘Hayır olarak ne harcarsanız, o, ana-baba, akraba, yetimler, fakirler ve yolda kalmışlar içindir. Hayır olarak ne yaparsanız, gerçekten Allah onu hakkıyla bilir.” (Bakara, 215)

“Bir de sana yetimleri soruyorlar. De ki, ‘Onların durumlarını düzeltmek hayırlıdır. Eğer onlara karışıp (birlikte yaşar)sanız (sakıncası yok). (Onlar da) sizin kardeşlerinizdir. Allah bozguncuyu yapıcı olandan ayırır. Allah dileseydi sizi zora sokardı. Şüphesiz Allah mutlak güç, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Bakara, 220)

“Yetimlere mallarını verin. Temizi pis olanla (helâli haramla) değişmeyin. Onların mallarını kendi mallarınıza katıp yemeyin. Çünkü bu, büyük bir günahtır.” (Nisa, 2)

“Eğer (velisi olduğunuz) yetim kızlar (ile evlenip onlar) hakkında adaletsizlik etmekten korkarsanız, (onları değil) size helâl olan (başka) kadınlardan ikişer, üçer, dörder olmak üzere nikâhlayın. Eğer (o kadınlar arasında da) adaletli davranmayacağınızdan korkarsanız, o taktirde bir tane alın veya sahip olduğunuz (cariyeler) ile yetinin. Bu, adaletten ayrılmamanız için daha uygundur.” (Nisa, 3)

“Yetimleri deneyin. Evlenme çağına (buluğa) erdiklerinde, eğer reşit olduklarını görürseniz, mallarını kendilerine verin. Büyüyecekler (ve mallarını geri alacaklar) diye israf ederek ve aceleye getirerek mallarını yemeyin. (Velilerden) kim zengin ise (yetim malından yemeğe) tenezzül etmesin. Kim de fakir ise, aklın ve dinin gereklerine uygun bir biçimde (hizmetinin karşılığı kadar) yesin. Mallarını kendilerine geri verdiğiniz zaman da yanlarında şahit bulundurun. Hesap görücü olarak Allah yeter.” (Nisa, 6)

“Miras taksiminde (kendilerine pay düşmeyen) akrabalar, yetimler ve fakirler hazır bulunurlarsa, onlara da maldan bir şeyler verin ve onlara (gönüllerini alacak) güzel sözler söyleyin.” (Nisa, 8)

“Yetimlerin mallarını haksız yere yiyenler, ancak ve ancak karınlarını doldurasıya ateş yemiş olurlar ve zaten onlar çılgın bir ateşe (cehenneme) gireceklerdir.” (Nisa, 10)

“Allah’a ibadet edin ve O’na hiçbir şeyi ortak koşmayın. Ana babaya, akrabaya, yetimlere, yoksullara, yakın komşuya, uzak komşuya, yanınızdaki arkadaşa, yolcuya, elinizin altındakilere iyilik edin. Şüphesiz Allah, kibirlenen ve övünen kimseleri sevmez.” (Nisa, 36)

“Kadınlar hakkında senden fetva istiyorlar. De ki, ‘Onlar hakkında size fetvayı Allah veriyor’. Kitapta, kendilerine (verilmesi) farz kılınan(miras)ı vermediğiniz ve evlenmek istediğiniz yetim kızlara, zavallı çocuklara ve yetimlere adil davranmanıza dair size okunmakta olan ayetler de bunu açıklıyor. Ne hayır yaparsanız şüphesiz Allah onu bilir.” (Nisa, 127)

“Rüştüne erişinceye kadar yetimin malına ancak en güzel şekilde yaklaşın. Ölçüyü ve tartıyı adaletle tam yapın. Biz herkesi ancak gücünün yettiği kadarıyla sorumlu tutarız. (Birisi hakkında) konuştuğunuz zaman yakınınız bile olsa adil olun. Allah’a verdiğiniz sözü tutun. İşte bunları Allah size öğüt alasınız diye emretti.” (En’am, 152)

“Onlar, seve seve yiyeceği yoksula, yetime ve esire yedirirler.” (İnsan, 8)

“Hayır, hayır! Yetime ikram etmiyorsunuz.” (Fecr, 17)

“(…) Yahut şiddetli bir açlık gününde kendisiyle yakınlığı olan bir yetimi yahut yerde sürünen bir yoksulu doyurmaktır.” (Beled, 16)

“Seni yetim bulup da barındırmadı mı?” (Duha, 6)

Konu hakkındaki bazı hadisleri de sıralayalım.

Hazreti Ebu Hureyre’den (ra) bildirildiğine göre Rasulullah (sav) şöyle buyurmuşlardır: “Kendi yetimini veya başkasına ait bir yetimi gözetip kollayan kimseyle cennette şöyle yan yana bulunacağız.” (Hadisi bize aktaran Enes Bin Malik -ra-, Peygamber’in -sav- yaptığı gibi işaret parmağıyla orta parmağını gösterdi./ Müslim, Zühd, 42.)

Hazreti Ebu Şüreyh Huveylid İbni Amr El-Huzai’den (ra) bildirildiğine göre, Peygamber (sav) şöyle buyurdu: “Ey Allah’ım! İki zayıfın, kadın ile yetimin haklarının yenmesinden insanları şiddetle sakındırıyorum.” (Nesai, Sünen, İşretü’n-Nisa, 64)

“Müslümanlar içinde en hayırlı ev, içinde yetime iyi davranılan evdir. Müslümanlar içinde en kötü ev de yetime kötü davranılan evdir.” (İbn-i Mâce, Edeb, 6)

“Sofralarında yetim bulunduran kimselerin sofrasına şeytan asla yaklaşamaz.” (Ebû Mûsa, Taberânî)

“Bir kimse Müslümanlar arasında bulunan bir yetimi alarak yedirip içirmek üzere evine götürürse, affedilmeyecek bir suç işlemediği takdirde, Allah Teâlâ onu mutlaka Cennet’e koyar.” (Tirmizî, Birr, 14/1917)

“Kim üç yetimi yetiştirir, nafakasını temin ederse, sanki ömrü boyu geceleri namaz kılmış, gündüzleri oruç tutmuş ve sabahtan akşama yalın kılıç Allah yolunda cihad etmiş gibi sevap alır. Keza Ben ve o, şu iki parmak gibi Cennet’te kardeş oluruz.” (Resul-i Zîşan, şahadet parmağı ile orta parmağını birbirine yapıştırmıştır bu sırada. (İbn-i Mâce, Edeb, 6)

Sonuç

Müslüman olarak bunların üstüne daha ne söyleyebilirim? Ortada çok kârlı bir sistem var. Allah’tan alınabilecek sonsuz mükâfatlar, sevaplar ve dereceler var. Nefsimizin baskısı tabiî ki ağır. Şeytan ve tuzaklarının yanı sıra bozulan toplum yapısı, medyatik unsurlar ve diğer bazı noktalardan nefse ağır gelen ama manevî açıdan büyük işleri kolayca yapamıyoruz. Bu çok ilginç bir husus aslında. Dinî ve millî bazı unsurların uygulaması bize çok ağır gelirken, hatta yapamazken, nefsî şeylerin bu kadar kolay bizi yönetmesi çok ilginç.

İnsan ve toplum neyle beslenirse o yönde hareket ediyor. Öz benliğimizden, kültürümüzden, dinin öz unsurlarından uzaklaştıkça kalp kararmaya ve bozulmaya başlıyor. Bu bozulma manevî unsurların hayat bulmasını zorlaştırıyor. Manevî unsurların kalpten ve bedenden uzak olmasının sonucu olarak yetim ve öksüze sahip çıkmak gibi eylemlere uzak bir toplum oluyoruz. Nasıl fizikî beden için sağlıklı ve doğal bir beslenme ve spor gerekli, gönül sağlığı için de doğru ve dengeli bir dinî ve millî bir bilinçlenme şart. Her konuda olduğu gibi bu konuda da acil olarak devlet ve millet el ele vermeli, bir an önce toplumsal yapıya serum bağlanmalıdır.

Sensiz ve bensiz olmaz. Sağlıcakla kalın efendim…