Yeryüzünde İslâm’ın mührü: Camilerimiz

Cami, Müslümanlar için sadece dört tarafı duvarlarla çevrili, üzeri kubbelerle örtülü bir ibadet yeri değildir. Tarihteki uygulamalara bakıldığında, camilerin en başta eğitim öğretimin yapıldığı mekânlar olduğunu, bazı adlî dâvâların buralarda bakıldığını, savaş kararlarının alındığını görüyoruz. Bu hâliyle camiler hem İslâmî hayatın, hem de Müslümanların kalbi olmuştur.

“ALLAH’ın mescidlerini ancak Allah’a ve ahiret gününe inanan, namazı dosdoğru kılan, zekâtı veren ve Allah’tan başkasından korkmayan kimseler imar eder.” (Tevbe, 18)

Mecsid, mâbed ve cami kavramları

“Mâbed” kelimesi Arapça “ibadet” mastarından türetilen ve “ibadet edilen yer, ibadethane, ibadete mahsus bina” anlamına gelen, bir dine bağlı olanların belli zamanlarda toplu olarak veya tek başlarına ibadet etmeleri için yapılmış özel mekânı ifade etmektedir. Mâbed genelde bütün dinlerin ibadet mahallini ifade etmektedir. Özelde Müslüman mâbedi için “cami veya mescid” kullanılmaktadır.[i]

“Mescid” ise Arapçada “eğilmek, tevazu ile alnı yere koymak” mânâsına gelen “sücûd” kökünden “secde edilen yer” anlamına gelen bir mekân ismidir. “Cami” kelimesi de yine Arapça “cem’” kökünden türeyen ve “toplayan, bir araya getiren” anlamındadır. [ii]

Kur’ân’da ve hadis-i şeriflerde Müslümanların ibadethaneleri için daha çok “mescid” kelimesinin kullanıldığını görüyoruz. Başlangıçta sadece Cuma namazı kılınan büyük mescidler için kullanılan el-mescidü’l-cami (cemaati toplayan mescid) tamlaması, Milâdî 10’uncu yüzyılın başlarında kısaltıldı ve “cami” kelimesi tek başına kullanılmaya başlandı. Ancak mescid kelimesinin kapsamı biraz daha küçültülerek kullanılmaya devam edildi. Zira içinde Cuma namazı kılınan ve hatibin hutbe okuması için minber bulunan mâbedlere cami denirken, Cuma namazı kılınmayan ve minberi bulunmayan küçük mâbedlere ise mescid denildi. Buna rağmen Mescid-i Harâm, Mescid-i Nebevî, Mescid-i Aksâ gibi büyük ve kadim mâbedler ile genellikle mezhep imamlarının, büyük velilerin, büyük âlimlerin kabirlerinin bulunduğu camilere hâlâ mescid denilmektedir.[iii]

Aslında “cami’” veya “… camiî” şeklinde okunması ve yazılması gereken kelime, Talat Tekin’in belirttiği üzere, cami kelimesinin kullanımında Arapçadaki ayn harfinin sessiz olması sebebiyle Türkçe ekle telaffuzu söz konusudur. “… camisi” kullanımı ise yanlıştır ve galat-ı meşhur hâline gelmiştir.

İslâmiyet’in ilk dönemlerinde Cuma ve bayram namazlarının topluca kılınabilmesi için oluşturulan açık alanlara “musalla” denirdi. Osmanlılar zamanında, yakınında cami veya mescid bulunmayan şehir dışındaki alanlarda namaz kılmak için oluşturulan mekânlara “namazgâh” denildi. Şehirlerde yapılan ve özellikle Cuma namazları için büyük cemaatlerin toplanmasını sağlayan şehrin en büyük camilerine ise “Ulu Cami” denilir.

“Cami” sözcüğü, aynı zamanda İslâm’da Allah’ın 99 isminden biridir ve “istediğini istediği şekilde, istediği zaman, istediği yerde toplayan” anlamına gelmektedir.

Camiler ilk olarak İslâm’ın sembolüdürler. İslâm demek, huzur, barış, esenlik, hak, hukuk, adalet demektir. Hak ve hukukun olduğu, huzurun tesis edildiği bir ortamda birlik ve beraberlik var demektir. 

Yeryüzünde ilk yapılan mescidler

Âl-i İmran Sûresi 96’ncı ayette, “Şüphesiz âlemlere bereket ve hidayet kaynağı olarak insanlar için kurulan ilk ev (mâbed), Mekke’deki (Kâbe’)dir” buyurulur.

Hazreti Peygamber’e yeryüzünde ilk mescidin neresi olduğu soruldu. O da, “Mescid- i Harâm’dır. Sonra da Beyt-i Makdis kurulmuştur” diyerek cevap verdi.[iv] Kaynaklara göre Kâbe, Hazreti Âdem tarafından yapılmıştır. Nuh Tufanı ile yıkılan Kâbe’nin eski temelleri Hazreti İbrahim ve Hazreti İsmail tarafından bulunup yeniden inşâ edilmiştir.

Hazreti Peygamber zamanında inşâ edilen mescidler

Hazreti Peygamber, nübüvvetinin ilk zamanlarında müşrikler tarafından kendisine yapılan baskı ve hakaretlere rağmen zaman zaman Mescid-i Harâm’da Hacerü’l-Esved ile Rüknü’l-Yemânî arasında namaz kılardı. Bu baskılar yüzünden açıktan ibadet yapamayan ilk Müslümanlar Dârü’l-Erkam’ı bir mescid hâline getirmişlerdi. Ayrıca baskılar yüzünden oraya da gidemediklerinde kendi evlerinde ibadet ederlerdi. Meselâ Hazreti Ebu Bekir, Mekke’deki evinin bahçesinde kendisi için küçük bir mescid inşâ etmişti. Burada ibadet eder ve sesli bir şekilde Kur’ân okurdu.[v]

İlk Müslümanlar yolculuk veya başka sebeplerle Mekke dışında olduklarında da ibadetlerini vadilerde, gizli mahallerde ifa ediyorlardı. Hatta Hazreti Peygamber’in “mirbed” denilen ağılların ve harmanların temiz bölümlerinde namaz kıldığı rivayet edilir.[vi]

Hazreti Peygamber, Hicret sırasında Medine’ye 2 mil kadar uzaklıkta olan Kubâ’da Benî Amr Bin Avf yurdunda Külsûm Bin Hidm’in evinde bir müddet misafir oldu ve burada bir mescid inşâ ettirdi.[vii]

Bilindiği gibi Mescid-i Nebevî de Hicret’ten sonra Medine’de inşâ edilmişti. Daha sonra Medine’de Müslümanların sayısı artınca Hazreti Peygamber onlara kendi mahallelerinde mescidler yapmalarını emretti. Böylece Mescid-i Nebevî ile Mescid-i Kubâ dışında Medine’de dokuz mescid inşâ edildi. Ebu Davud’un rivayetine göre bu mescidler şunlardı: Mescid-i Benî Amr Bin Mebzûl, Mescid-i Sâide, Mescid-i Ubeyd, Mescid-i Seleme, Mescid-i Râbih, Mescid-i Züreyḳ, Mescid-i Gıfâr, Mescid-i Eslem, Mescid-i Cüheyne. Ancak bu mescidlerde Cuma namazı kılınmıyordu. Cuma namazı sadece Mescid-i Nebevî’de kılınmaktaydı. [viii]

 

Hazreti Peygamber’den sonra inşâ edilen mescidler

Hazreti Peygamber’den sonra İslâm Devleti’ni idare eden Hulefa-i Raşidîn zamanında hem mevcut mescidler genişletilmiş, hem de fethedilen yerlere yeni mescidler inşâ edilmişti. Örneğin Hazreti Ömer, Kudüs’ü fethettiğinde bir mezbelelik hâline gelen Mescid-i Aksâ’nın yerini tespit ettirerek burada büyük bir mescid yaptırmıştı. Ancak o dönemlerde şehir hükmünde olan yerlerde Cuma namazı “Cuma Mescidi” denilen tek bir camide kılınabiliyordu. 

Osmanlılar zamanında da Cuma kılınacak camiler tespit edilip burada hatiplere padişah tarafından berat verilirdi. Beratı bulunmayan kimse Cuma namazı kıldıramazdı. Beratlı hatibi bulunmayan camide de Cuma namazı kılınmazdı.[ix]

Hulefa-i Raşidîn sonrasında başa geçen Emevîler ve Abbasîler zamanında da bu uygulamalar devam etti. Ancak mimarî açıdan yaşanan gelişmelere paralel olarak eski ve mühim mescidler daha sağlam ve daha görkemli bir şekilde tadil edildiler. 

Büyük Selçuklular döneminde cami mimarisinde büyük gelişmeler yaşandı ve camiler külliye tarzında inşâ edildi. Türk mimarlık tarihinde ilk külliyeler 10’uncu yüzyılda Buhara, Semerkant ve Tirmiz şehirlerinde karşımıza çıkar. Şehir içinde ya da dışında “saray külliyeleri” olarak da adlandırılan ilk külliye örnekleri, saray etrafında yer alan cami, idarî yapılar, çarşı ve ahırlar gibi farklı işlevli yapılardan meydana gelmiştir.[x] Külliye kuruluşu bağlamında diğer Türk Orta Asya yapı toplulukları arasında Gaznelilerin 11’inci yüzyıla tarihlenen Leşker-i Bazar Sarayı önemlidir.[xi] Yine 11’inci yüzyılda Büyük Selçuklular zamanında dinî mimaride ilk olarak kare ve dikdörtgen avlulu ve eyvanlı camiler yapılmaya başlandı.[xii]

Anadolu Selçukluları ile birlikte camiler tek yapılardan ziyade külliye şeklinde kompleks yapılara dönüştü. Anadolu’da 13’üncü yüzyıldan itibaren külliye mimarisi görülmeye başlandı. İmaret olarak da bilinen bu yapı toplulukları genelde cami ve medreseden oluşuyordu. Bir “yapı topluluğu” olarak da kabul edilen külliye, Anadolu Türk mimarî gelişim süreci içerisinde “imaret” veya “manzume” olarak da tanımlanmıştır.[xiii]

Osmanlı mimarisi, eski mimarî alışkanlıkları ile birlikte alınan yeni şehir ve ülkelerin mimarî üslûplarını kullanmış ve bunları harmanlayıp kendine has yeni bir mimarî üslûp oluşturmuştur. Bu açıdan Osmanlı İmparatorluğu’nun esnek bir mimarî üslûba sahip olduğunu söyleyebiliriz.[xiv] Selçuklular için cami hükümdar ve devletin bir itibar yapısı olarak vurgulanmazken, Osmanlılar baştan beri camilerine şehir içinde seçkin bir yer vermişlerdir. Şehirle özdeşleşen camiler, şehirlerin simgesel varlıkları olmuşlardır.[xv]

Osmanlılar döneminde de başta Bursa, Edirne ve İstanbul olmak üzere gelişen mimarî üslûplarıyla birçok cami ve mescid yapılmıştır. Osmanlılar döneminde padişahlar tarafından inşâ ettirilen büyük camilere “selâtin camileri”, vezirler ve diğer devlet ricâli tarafından yaptırılan orta büyüklükteki camilere ise bânisinin adına izafeten sadece cami, küçük olanlara da mescid denilmiştir.[xvi]

Camilerin işlevleri

İslâm’da medeniyet cami ile başlar, şehir mimarisi camiyi merkeze alarak etrafında şekillenir. Nasıl ki şehir camiyi merkez alırsa, Müslümanların hayatının merkezinde de cami vardır. Cami, Müslümanlar için sadece dört tarafı duvarlarla çevrili, üzeri kubbelerle örtülü bir ibadet yeri değildir. Tarihteki uygulamalara bakıldığında, camilerin en başta eğitim öğretimin yapıldığı mekânlar olduğunu, bazı adlî dâvâların buralarda bakıldığını, savaş kararlarının alındığını görüyoruz. Bu hâliyle camiler hem İslâmî hayatın, hem de Müslümanların kalbi olmuştur. 

Cami, İslâm medeniyet parıltılarının dünyaya ışık saçtığı bir mekândır. Hatta İslâm Medeniyeti, bir anlamda cami medeniyetidir. Bunun içindir ki cami, İslâm müesseseleri için her zaman önemli bir kaynak olarak yerini muhafaza etmiştir. Cami; ibadet yeri, ilim müessesesi, ordu karargâhı, elçilerin kabul yeri ve nihayet çok az tesadüf edilse bile bir hapishane olarak İslâm müesseseleri arasında önemli bir yer işgal eder.[xvii]

Şimdi biraz da camilerin işlevleri üzerinde duralım…

Camiler İslâm Medeniyeti’nin dünyaya açılan aynasıdırlar. O yüzden camiler en başta temiz, bakımlı ve işlevsel olmalıdırlar. Her cami, Kâbe-i Muazzama’nın birer şubesidir. Her caminin mihrabı ve kıblesi Kâbe’yi gösterir.  

Mâbed olarak camiler

Camiler ilk ve esas amaçları gereği birer mâbeddir. İslâm dini fertlerin bir araya gelerek bir dayanışma içinde olmalarına önem vermiştir. İslâm, fertlerden bir cemaat, cemaatten bir cemiyet ve millet, milletlerden de bir ümmet yani Müslüman milletler topluluğu vücuda getirmeyi amaçlamıştır. Fertten ümmete giden bu yolda camilerin etkisi tartışılamaz.

İslâmiyet’te bütün yeryüzü mescid kabul edilmekle beraber, namazların cemaatle camide kılınması, gerek sevap bakımından, gerekse sosyal yönden büyük bir önem taşır. Ashaptan bazıları, farz namazları evlerde kılıp camiye gitmemeyi Hazreti Peygamber’in sünnetini terk etme olarak yorumlamışlardır.[xviii] 

Bu sebeple ibadetlerin toplu hâlde edilmesi amacıyla ilk zamanlarda mescidler, sonrasında da külliyeler hâlinde camiler inşâ edilmiştir. Hatta vakit namazların ferdî olarak evde ya da küçük mescidlerde kılınabilmesine rağmen Cuma ve bayram namazlarının toplu olarak kılınması şart olması gibi durumlar söz konusudur. İlk dönemlerde bu namazlar şehirlerde sadece tek bir yerde kılınmıştır. 

Allah Teâlâ, Nûr Sûresi 35-36’ncı ayetlerde mescidleri, “nurunun aydınlattığı yerler” olarak zikreder. Hazreti Peygamber bir hadis-i şeriflerinde, “Kim Allah rızası için bir mescid yaptırırsa Allah da bunun karşılığında ona cennette bir köşk ihsan eder”[xix] buyurmuştur. Yine Efendimizin bir hadisine göre, Adının anıldığı ve Kendisine kulluk görevinin yerine getirildiği yerler olarak mescidler, Allah’a en sevimli mekânlardır.[xx]

Hazreti Peygamber döneminde kadınlar da mescidlere gelip ibadet ederlerdi. Buharî’ye göre “Rasûlullah (sav), sabah namazını kıldırdığı zaman mümin kadınlar örtülerini örterek orada hazır bulunur, daha sonra da evlerine dönerlerdi ki (hava karanlık olduğu için) onları kimse tanıyamazdı”[xxi].

Camilerin okul olarak kullanılması

İslâm’da ilk eğitim ve öğretim faaliyetleri Mekke döneminde Dârü’l-Erkam’da başlamış, Medine’de Mescid-i Nebevî’nin inşâsından sonra da eğitime önem verilmişti. Eğitim mekânları olarak Mescid-i Nebevî kullanılmıştır. 

Abdullah Bin Amr Bin Âs’ın rivayet ettiğine göre, bir gün evinden çıkıp mescide giden Hazreti Peygamber (sav), orada halka olmuş iki toplulukla karşılaşmıştı. Bunların birinde Kur’ân okuyor ve Allah’a dua ediyorlardı, diğerinde ise ilim öğreniyor ve öğretiyorlardı. Sevgi ve rahmet dolu bakışlarıyla onlara ilgi gösteren Resûl-i Ekrem, “Her biri hayır üzeredir. Şunlar Kur’ân okuyor ve Allah’a dua ediyorlar; Allah dilerse onlara verir, dilerse vermez. Bunlar ise ilim öğreniyor ve ilim öğretiyorlar. Ben de ancak bir muallim olarak gönderildim” buyurdu ve onların halkasına katıldı.[xxii] 

Eğitim-öğretim faaliyetleri için mescidde toplanılmasına “meclis” denilmişti. Bundan dolayıdır ki, Hazreti Peygamber’in Mescid-i Nebevî’deki derslerine “meclisü’l-ilm” denilmişti. Yine bu dersler esnasında Hazreti Peygamber’in etrafında iç içe daireler şeklinde oturan sahabelere de “halka” denilmişti.[xxiii] Sırf ilim öğrenmek için mescidde kalan ve sayıları zaman zaman 400’e kadar çıkan[xxiv] kişilere de “Ashab-ı Suffe” denilmişti. Zaman zaman bu eğitim halkalarına Ubâde Bin Sâmit gibi sahabeler de ders veriyor, böylece Efendimize yardımcı oluyorlardı. Kadınlar da kendilerine ayrılan farklı günlerde dinî konularda eğitim görebiliyordu.

Camilerin birer okul gibi kullanılması zamanla birçok âlim için özel mescidlerin yapılmasına ve buralarda onların eğitim vermelerine sebep olmuştur. Büyük mezhep imamları da bu mescidlerde eğitim görmüşler, sonra da kendi mescidlerinde eğitim vermişlerdi. Meselâ Ebu Hanîfe kendi mescidinde ders okutur, talebelerinin mescidde yüksek sesle müzakere yapmalarına müsaade ederdi. İmam Mâlik Mescid-i Nebevî’de, Hasan-ı Basrî Basra Camiî’nde öğretimle meşgul olmuşlardır. Mescidlerde tefsir, hadis, fıkıh gibi dinî ilimlerin yanında tarih, mantık, matematik, cebir, tıp gibi dersler de verilirdi. Bu sayılan alanların çoğunda oldukça bilgi sahibi olan Taberî, gününün bir kısmını eser yazmaya, bir kısmını da mescidde ders vermeye ayırırdı.[xxv]

Camilerin eğitim ve öğretim mekânı olarak kullanılması geleneği Osmanlılardan bize kadar tevarüs etmiştir. Osmanlı medreselerinde bulunup “hücre” denilen odalarda kalan talebeler derslerinin bir kısmını dershanelerde ikmal eder, halka açık olarak verilen genel dersleri de camilerde takip ederlerdi. Hâlen camilerde cemaate yönelik dinî dersler devam etmektedir.

Osmanlı döneminde sıbyan mektebi/ilkokul olmayan yerlerde camiler okul olarak kullanılırdı. Çocukların camilerde dinî eğitim almaları geleneği hâlen camilerimizde yaz kursları şeklinde devam etmektedir.

Camilerdeki kütüphaneler

Camiler birer ilim merkezi olduğu kadar ilmî eserlerin de muhafaza edildiği birer kütüphane olarak hizmet vermişlerdir. Osmanlı camilerinde de kütüphane tesisi çok yaygın olarak görülmekteydi. Bugün bile hemen her camide küçük de olsa bir kütüphane vardır. 

Bazı müellifler, yazdıkları eserlerin birer nüshasını bulundukları yerdeki camilere bağışlıyorlardı. Kitaplar camilerde “hizâne” denilen dolaplarda muhafaza edilirdi.

Kültür merkezi olarak camiler

Camilerde dinî eğitimin yanında hat dersleri de verilmekteydi. Nuruosmaniye ve Amasya Beyazıt Camileri hat meşk edilen camilerdendi. Bu dersler bazen camiye bir kapı ile açılan bitişik odalarda yapılırdı.

16 ilâ 17’nci yüzyıllarda Osmanlılarda medreselere tayin edilecek müderrislerin imtihanları ve uygulamalı dersleri genellikle Fatih, Süleymaniye ve Beyazıt gibi büyük camilerde halka açık olarak yapılırdı. 

Devlet divanı olarak camiler

Hazreti Peygamber, yaşadığı dönemde hem dinî, hem de İslâm Devleti’nin başkanı olması hasebiyle siyâsî bir liderdi. O’nun döneminde dinin de, devletin de tek resmi binası Mescid-i Nebevî idi. Devletin tüm işleri burada görülür ve görüşülürdü.

Rasûlullah (sav), Müslüman olmak ve İslâm’ı öğrenmek üzere gelen heyetlerle Mescid’deki “Üstüvânetü’l-Vüfûd” (Elçiler Sütunu) denilen bir direğin yanında görüşürdü.[xxvi] Bu sütun, Hazreti Peygamber’in mescide girip çıktığı kapının solundaki sütundur. Daha sonra ashsbın büyükleri de burada toplanmayı âdet hâline getirince, sütun, “Meclis-i Kılâde” diye de anılır oldu.

Mesciddeki minber o zamanlar devletin bir sembolü idi ve sadece Mescid-i Nebevî’de bulunmasına izin verilmişti. Hazreti Ömer, valiliği sırasında Mısır’da minber yaptırmak isteyen Amr Bin Âs’a müsaade etmedi. [xxvii]

Hazreti Peygamber’in bu uygulaması, daha sonraki dönemlerde de uzun bir süre devam etti. Halifeler başşehrin merkez camisinde imamet görevini yerine getiriyor ve idarî işlerde minberi kullanıyorlardı. Valiler de bulundukları şehrin merkezî camiinde imamlık yaptıkları gibi yerine göre kadılık, yerine göre şehir savunmasında kumandanlık gibi görevleri de üstlenirlerdi. Onlar da bu tür işleri merkezî camiden yürütürlerdi. Böylece halkın valilere ulaşması kolaylaşırdı. Camiler bu dönemlerde idarecilerin halkla bir araya geldiği yerlerdi.

Bu dönemlerde merkezî camilerin hemen bitişiğinde “Dârü’l-imâre” denilen hükûmet konaklarının inşâ edildiğini görüyoruz. Ancak Hazreti Ömer, ahşaptan işlenmiş süslü kapısından muhtemelen halkın girmekten çekineceğini düşünerek Kûfe Dârü’l-İmâresi’ni yaktırmış ve Vali Sa’d Bin Ebî Vakkas bir süre Kûfe camilerinden birinde ikâmet etmek zorunda kalmıştı.[xxviii] Her ne kadar hükûmet konakları yapılsa da Hazreti Peygamber’in devlet yönetimiyle ilgili meseleleri hakkında alınan kararlar camilerde halka duyurulmuştur.

Mahkeme olarak camiler

Camiler hem İslâm hukukunun öğretildiği, hem de meselelerin tartışıldığı mekânlardı. Hatta camiler o dönemde mahkeme işlevi de görmüşlerdi. Hazreti Peygamber’in, “Benim şu minberimin dibinde kim yalan yere yemin ederse cehennemdeki yerine hazırlansın”[xxix]mealindeki hadisi, dâvâlara Mescid-i Nebevî’nin minberi yanında bakıldığını göstermektedir. 

Buharî’nin naklettiğine göre Hazreti Ömer ve Mervan’ın dâvâlara baktıkları yer, minberin yanındaydı. Şüreyh, Şa’bî, Yahyâ Bin Ya’mer gibi ünlü kadılar mescidde kazâî faaliyette bulunurdu.[xxx] Dolayısıyla camiler, mahkeme ve adliye olarak da kullanılmıştır.

Osmanlılarda ilk zamanlar bir kimse kendisine kadılık görevi verildiğinde görev yapacağı yerin camisine götürülür, tayiniyle ilgili berat orada okunur ve merasim yapılırdı. Kadılar dâvâları görmek için camide otururlardı.[xxxi]

Camilerin karargâh olarak kullanılması

Hazreti Peygamber savaş kararlarını genellikle mescidde verirdi. Bu kararını da minberden ilân ederdi ve açılan deftere savaşa katılacak gönüllülerin adlarını yazdırmalarını isterdi. Orduya bizzat kumanda edeceği zaman mescidde iki rekât namaz kılar, zırhını giyerek dışarı çıkar ve kapıya getirilen atına binip seferi başlatırdı.

Bir yere “seriyye” dediğimiz öncü birlikler göndereceği zaman da seriyyenin kumandanına talimatı mescidde verirdi. Sefer dönüşünde kumandanlar olup bitenler hakkında Efendimize yine mescidde rapor verirlerdi.

Camilerin hastane olarak kullanılması

Mescidler askerî hastane olarak da kullanılmıştır. Hendek Gazvesi’nde yaralanan Sa’d Bin Muâz için Mescid-i Nebevî’de bir çadır kurulmuştu.[xxxii]

Sonraki dönemlerde de zaman zaman camiler hastane olarak kullanılmıştır. Örneğin 1912 yılında, Balkan Savaşı’nın bütün şiddetiyle devam ettiği günlerde, askerin koleradan kırıldığı bir sırada, bunların bakımı için elverişli yer bulunamaması üzerine Şeyhülislâm Cemâleddin Efendi’nin yardım ve desteğiyle İstanbul’da bazı camiler hasta ve yaralılara tahsis edilmiştir.[xxxiii]

Camilerin hapishane olarak kullanılması

Bazen de savaş esirleri, İslâmiyet’i kabul etmeleri amacıyla geçici olarak mescidlerde muhafaza edilmişlerdir. Bunda da genellikle başarıya ulaşılmıştır. [xxxiv]

Camilerin misafirhane ve imarethane olarak kullanılması

Medine dışından gelen insanlar ve özellikle kalabalık gruplar Mescid-i Nebevî’de misafir edilmişlerdir. Hatta onlara savaş gösterileri yapılmış, şiirler söylenmiştir. Asr-ı Saadet’te mescidlerde bazı sahabeler yemek yemiştir. Yine mescidde aç olan muhtaçlara yiyecek verilmiştir. Bu amacı temin amacıyla Peygamberimiz, fakirlerin yemesi için mescidin direklerine hurma salkımları astırırdı.

Camilerde nikâh merasimlerinin yapılması

Hazreti Peygamber nikâhların mescidlerde ilân edilmesini istemiştir.[xxxv] Nikâh merasimlerinin orada yapılmasını özellikle tavsiye etmiştir.[xxxvi] 

Camilerde kılıç alaylarının yapılması

Osmanlılarda birçok merasimin icrası için camiler seçilmiştir. Bunların içerisinde en önemli ve ihtişamlı olanı, hükümdarlık alâmeti olarak kabul edilen kılıç kuşanma yani kılıç alayı merasimidir. Genellikle Eyüp Sultan Camiî avlusunda Eyüp Sultan Türbesi’nde yapılan bu merasim, İstanbul’un Fethi’nden önce ve daha sonra bazen Edirne’deki Eski Cami’de de yapılmıştır.[xxxvii]

 

Cami, İslâm’ın sembolüdür

Camiler ilk olarak İslâm’ın sembolüdürler. İslâm demek, huzur, barış, esenlik, hak, hukuk, adalet demektir. Hak ve hukukun olduğu, huzurun tesis edildiği bir ortamda birlik ve beraberlik var demektir. Bu yönüyle camiler sadece ibadet edilen mekânlar değil, aynı zamanda bu toplumların birlik ve beraberliğinin birer simgesidirler. Şayet bir İslâm beldesinde bu sayılan huzur ortamı yoksa, bu İslâm’ın suçu değil, o belde halkının İslâm’ı tam olarak anlamamış ve Allah’ın hükümlerini hayatlarına yansıtamamış olmalarından kaynaklanır.

Ecdadımız fethettikleri beldelere İslâm’ın mührü olan camiler inşâ etmiştir ki o beldenin İslâm ile müşerref olduğu anlaşılabilsin. Osmanlı fütuhatının eşiği sayılan Rumeli Balkan topraklarında fethedilen her bölgede yoğun bir imar faaliyeti gerçekleştirilmiştir. Yeni imaretler, bedestenler, kervansaraylar, köprüler, camiler, pazar yerleri inşâ edilmiştir. Fethedilen yeni şehir ve kasabalarda Türk-İslâm medeniyetinin yüzyıllardır sürdürdüğü bir gelenek de yaşatılmaya çalışılmıştır. Bu usul, şehrin Türk-İslâm geleneği çerçevesinde fethedildiğini ortaya koymuştur. Böylelikle o şehrin fethedildiği tescillenirken, o mâbed de Türk-İslâm geleneğince yeniden iskân edilmiştir. Bu gelenek, “fetih hakkı” şeklinde de isimlendirilen ve savaşla fethedilen şehrin veyahut kasabanın mevcut en büyük veyahut gösterişli mâbedinden ezan okunması ile Cuma namazının bu mâbedde kılınmasıdır. Böylelikle o şehrin fethedildiği tescillenmiş olup, ilgili mâbed de “Fethiye Camiî” olarak anılır olmuştur. Osmanlıların bu gelenekleri sayesinde farklı coğrafyalardaki birçok mâbed günümüze kadar ayakta kalabilmiştir.[xxxviii]

İstanbul’un Fethi’nde Fatih Sultan Mehmed’in Ayasofya Kilisesi’ne girip mâbedin içerisinde ezan okutarak maiyetiyle birlikte şükür namazı kılması ve fetihten sonraki ilk Cuma namazının burada kılınarak mâbedi “Ayasofya Camiî”ne (Ayasofya Cami-i Kebir) çevirmesi, İstanbul’un fethinin tescillemesindendir.

Camiler İslâm Medeniyeti’nin dünyaya açılan aynasıdırlar. O yüzden camiler en başta temiz, bakımlı ve işlevsel olmalıdırlar. Her cami, Kâbe-i Muazzama’nın birer şubesidir. Her caminin mihrabı ve kıblesi Kâbe’yi gösterir. Gerek cami görevlisi, gerekse cami cemaati bu şuurla camiye girmeli, onun anlamını kavramak için bu zaviyeden bakmalıdır. İşte o zaman o caminin Allah’ın evi olduğunun şuuruna erilebilir. Bu şuur, cami adâbını da beraberinde getirir. Camilerimiz bu şuurla hem görünen kirlerden, hem de oraya gelenlerin rıza-i Bârî’ye muhalif görüşlerinden yani manevî kirlerinden temizlenir. Camiler, yalnızca Allah’ın hükümlerinin insanlara aktarıldığı irşat mekânlarıdır ve Allah, şerik kabul etmez.

Camiler İslâm’ın mülkü ve yeryüzüne vurulmuş mührüdür. Onları yaşatmak, yenilerini yapmak bizim görevimizdir. Camilerin en güzel süsü, içindeki cemaattir. Çocuklarımızı camilere alıştırmalıyız. Cami, çocukların da huzur bulacağı mekânlardır. Tekke, türbe, dergâh veya adı ne olursa olsun, hiçbir yapı caminin alternatifi olamaz. Bu şuurla camilerimizi sahiplenmeliyiz.

Camilere geçmişte yüklenen kimi görevler günümüzde onun bitişiğine inşâ edilen ilâve yapılarla sağlanmaktadır. Bu yüzden ortak bir cami mimarisi geliştirilmelidir. İçinde otoparkın, kütüphanenin, okuma salonlarının, toplantı salonlarının, dersliklerin ve görevlilerin kalabileceği lojmanların ve cami masraflarını karşılayacak dükkânların olduğu, önünde geniş dinlenme alanlarının bulunduğu bütünleşik bir mimarî şarttır. Bu mimari, kadim İslâm Medeniyeti’nin ve Tevhid’in sembolleri ile mücehhez olmalıdır.



[i] Ahmet GÜÇ, Mâbed, TDV İslâm Ansiklopedisi, c: 27, s: 276-280, Ankara 2003 

[ii] Ahmet ÖNKAL, Nebi BOZKURT, CAMİ, TDV İslâm Ansiklopedisi,  cilt: 7, s: 46-56, İstanbul, 1993

[iii] ÖNKAL ve BOZKURT, agm.

[iv] Müslim, Mesâcid, 1-2; Müsned, V, 150

[v] İbn Hişâm, I, 367

[vi] Buhârî, “Ṣalât”, 49; Müsned, II, 178; III, 404; IV, 85

[vii] er-Ravżü’l-ünüf, IV, 266

[viii] Belazuri, Ensâbü’l-Eşrâf, I, 273

[ix] E. Buğra EKİNCİ, Eskiden İzin Alınmadan Cuma Namazı Kılınmazdı, https://www.ekrembugraekinci.com

[x] Gönül CANTAY, Osmanlı Külliyelerinin Kuruluşu. Ankara: Atatürk Kültür Merkezi Başkanlığı Yayınları, 2002

[xi] H. DEMİR, agm.

[xii] Arash Kazemivand Niar, Büyük Selçuklu Mimarisinde Açık Avlulu ve Eyvanlı Camilerin Kökeni, Modern Türklük Araştırmaları Dergisi Cilt 13. Sayı 4. Aralık 2016

[xiii] Hatice DEMİR, Anadolu Selçuklu Dönemi Külliye Düzenlemesinde Cami Ve Medresede Ortak Avlu Kullanımı, Hacettepe Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Dergisi, Sayı: 30, sh:143-166, 2019 

[xiv] Hatice EKER, İstanbul’un Fethi’nin Osmanlı Cami Mimarisi Üzerindeki Etkileri, Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi, Cilt: 9 Sayı: 43, Nisan 2016

[xv] Semra ÖGEL, “Sinan’ın Mirası”, Mimarbaşı Koca Sinan Yaşadığı Çağ Ve Eserleri, Cilt I, İstanbul: Başbakanlık Vakıflar Genel Müdürlüğü, s.559-580, 1988

[xvi] Celâl Esad Arseven, Türk Sanat Tarihi, İstanbul, ts. (Maarif Basımevi), I, 219.

[xvii] Kübra AK, İslâm’da Câminin Önemi, Fârâbî e-dergi, Yıl: 1, Sayı: 1 / Aralık 2011

[xviii] Nesâî, “İmâmet”, 50; Ebû Dâvûd, “Ṣalât”, 46

[xix] Buhârî, “Ṣalât”, 65; Müslim, “Mesâcid”, 24, 25

[xx] Müslim, “Mesâcid”, 288

[xxi] Buhari, Salat 13

[xxii] İbn Mâce, Sünnet, 17; Dârimî, Mukaddime, 32

[xxiii] Buhârî, “ʿİlim”, 8

[xxiv] Kettânî, II, 232-233

[xxv] ÖNKAL ve BOZKURT, agm

[xxvi] Murat Kaya, Mescid-i Nebevi’den 111 Hatıra, Erkam Yayınları, 2020

[xxvii] ÖNKAL ve BOZKURT, agm

[xxviii] Belâzürî, Fütûḥu’l-büldân, s. 286

[xxix] Ebû Dâvûd, “Îmân”, 3

[xxx] Buhârî, “Aḥkâm”, 18

[xxxi] ÖNKAL ve BOZKURT, agm

[xxxii] Buhârî, “Ṣalât”, 59; Müslim, “Cihâd”, 67

[xxxiii] ÖNKAL ve BOZKURT, agm

[xxxiv] Buhârî, “Ṣalât”, 83; Müslim, “Cihâd”, 59

[xxxv] Tirmizî, “Nikâḥ”, 6

[xxxvi] Kütüb-i Sitte Terc. c. 6, s. 51

[xxxvii] ÖNKAL ve BOZKURT, agm

[xxxviii] Selçuk URAL, Balkanlarda fethiye camisi örnekleri, Balıkesir Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Cilt: 24 - Sayı: 45, Haziran 2021