
Küresel ısınmada zirveye doğru
BİRLEŞMİŞ Milletler bünyesinde 23 Mart 1950’de kurulan Dünya Meteoroloji Teşkilatı’nın (WMO) yayınladığı son raporlar, iklim değişikliği ve küresel ısınmanın alarm niteliğinde olduğunu gösteriyor.
Küresel ısınma için tehlikeli dönüm noktasına beş yıl içinde gelinebileceği uyarısı var. WMO Genel Sekreteri Petter Taalas, “Isınan havanın daha fazla eriyen buzullar, daha yüksek deniz seviyeleri, daha fazla sıcak dalgaları, daha fazla anormal hava olayları ve gıda güvenliği, sağlık, çevre ve sürdürülebilir kalkınmanın daha fazla menfi etkilenmesi anlamına geldiğini” ifade ediyor.
WMO uzmanları, El Nino etkisi ve küresel ısınmanın birleşmesinin günlük sıcaklıklardaki aşırı yükselmenin temel nedeni olduğunu açıklayarak, küresel ortalama sıcaklıkların Temmuz ayının ilk haftasında üst üste rekorlar kırdığını bildirdiler. 4 Temmuz’da El Nino’nun etkisinin başladığını açıklayan WMO, kayıtlardaki “en sıcak haftanın” yaşandığını, küresel ortalama sıcaklığının 2016’daki rekor olan 16,94 dereceyi aşarak 7 Temmuz günü 17,24 dereceye ulaştığını raporladı.
WMO Bölgesel İklim Tahminleri Servisi Birim Başkanı W. M. Okia, geçtiğimiz Haziran ayının kayıtlardaki en sıcak Haziran olduğunu hatırlatarak, “Genelde en sıcak ay Temmuz’dur ancak Haziran, istisnai bir şekilde sıcaktı” dedi. Okia, “Atlantik’teki aşırı ısınmadan endişeliyiz. Çünkü bu benzeri görülmemiş bir ısınma ve normalde El Nino döneminde Atlantik’te bu tür bir ısınma görmeyiz. Bu dönemde Atlantik’te sıcaklıklar normal olur. Atlantik’teki bu ısınma ve El Nino etkisiyle sıcaklıkların dünya çapında daha fazla artacağını söyleyebiliriz” diye ekledi.
WMO’nun son küresel iklim durumu raporuna göre geçtiğimiz son sekiz yılın kayıtlardaki en sıcak 8 yıl olduğu belirtilerek, önümüzdeki 5 yılda görülmemiş seviyede aşırı sıcaklıkların yaşanabileceği uyarısı yapılmaktadır.
Haber Ajanda dergimizin Şubat 2022 tarihli 183’üncü sayısındaki “Uyarıyoruz!” başlıklı yazımızda, Aralık 2021’de Alaska’daki 19,4 derecelik sıcaklığın rekorundan bahsetmiştik. Devamla, Antarktika’daki dev “Thwaites buzulunun” (“Kıyamet buzulu” olarak adlandırılıyor) her geçen gün hızla eridiğini de yazmıştık. Uzmanlar, buzulun tamamen erimesi durumunda küresel deniz seviyesinin 65 santimetre yükselebileceğini söylüyor.
Uyarımızı şu şekilde sonlandırıyorduk: “Oregon Eyalet Üniversitesinden buzul uzmanı Erin Pettit, dev buzulun doğudaki yüzeyinde çatlaklar tespit edildiğini, on yıl içinde çökebileceğini, bunun da sonun başlangıcı olduğunu belirtiyor…”
Titanik battı, Titan patladı
Tarihler, 18 Haziran 2023’ü gösteriyordu. Amerikalı turizm ve keşif şirketi OceanGate, “Titan” adını verdikleri derin deniz sualtı aracıyla Kanada’nın Newfoundland kıyılarından Kuzey Atlantik Okyanusu’ndaki batık gemi Titanik’e bir keşif gezisi tertiplemişti. Titan’ın beş yolcusu bulunuyordu. Her biri bu gezi için 250 bin dolar ödemişti.
Konuya girmeden evvel biraz “Titanik” adlı gemiden bahsedelim…
White Star Line adlı şirkete ait olimpik sınıfı transatlantik yolcu gemisinin yapımına Belfast (Birleşik krallık) 31 Mart 1909’da başlanmış, 2 Nisan 1912’de tamamlanmıştı. Boyu 269 metre, eni 28 metre, yüksekliği 53,3 metre idi. 52 bin 310 tonluk gemi, kendi devrinde dünyanın en büyük buharlı yolcu gemisiydi. 2 bin 435 yolcu kapasiteli gemi 892 mürettebat barındırıyordu. Gemiyi inşâ edenler o derece kibre kapılmışlardı ki reklâmını, “Tanrı’nın bile batıramayacağı güvenlikteki gemi” şeklinde yapıyorlardı.
İlk seferine Southampton’dan (İngiltere) New York’a 10 Nisan 1912 tarihinde başlayan Titanik, 15 Nisan 1912 gecesi, suda yüzen bir buz parçasına çarparak Kuzey Atlantik’in soğuk sularına gömüldü. Gemi su alarak 3 saatte yavaş yavaş battı. Kimse batabileceğine ihtimâl vermediğinden, yeterli sayıda filika bulundurmamışlardı. 705 kişi ancak kurtuldu. Bin 517 kişi hayatını kaybetti.
OceanGate adlı şirket, okyanusun 3,81 kilometre derinliğinde batık bulunan gemiye sefer plânlamıştı. Titan sualtı aracı üstün kapasiteli olarak tanıtılıyordu. İlk beş kişilik yolcu kafilesinden biri de tanınmış bir milyarderdi. 18 Haziran’da dalışa geçen araçla 1 saat 45 dakika sonra irtibat kesildi. 96 saatlik oksijen kapasitesi bulunan aracın durumu ve araştırılması dünya medyasının gündemine oturdu. ABD sahil güvenlik yetkilileri, 22 Haziran’da Titan denizaltısının basınç sebebiyle patlayarak parçalandığını, araçta hayatını kaybedenlerin cesetlerinin bulunamadığını açıkladı.
Titanik ve Titan hâdiselerinden insanoğlunun çıkaracağı önemli dersler var.
1. Zamanın en büyük transatlantiğini yapıyor ve böbürlendikçe böbürleniyorsun. Kibir o derece zirve yapıyor ki Tanrı’ya bile gönderme yapılıyor. Sonra ne oluyor? İlk seferde denizin dibini boyluyorsun. Atalarımız ne demiş? “Büyük lokma yesen de büyük konuşma.” Bir de, “Azanı teneşir paklar” diye eklemiş. Öyle de oldu.
2. Uzay yarışında Sovyet Rusya, ABD’den önde idi. 1961’de Atmosfer dışına ilk insanlı uzay aracı yollayan Ruslardı. Arz etrafında bir tur atan astronot Yuri Gagarin sağ salim geri döndü. Sovyet idarecileri gururluydu. Din karşıtı çalışmaları bilinen Sovyet Komünist Partisi Genel Sekreteri Kuruçev, bir konuşmasında, “Neden bir tanrıya bağlanasınız ki? İşte Gagarin uzaya gitti ve orada bir Tanrı görmedi” demişti. Arz’dan sadece birkaç yüz kilometre yükselebilen insanoğluna ne oluyordu da büyük bir iş yapmış gibi böbürleniyordu? Arz’a en yakın yıldız 4 buçuk ışık yılı mesafesindedir; bu yükselme ise bunun yanında hiçbir şeydir. “Uzayda Tanrı’yı görmediğini” söylediği iddia edilen kozmonot Gagarin ise 1968 senesinde rutin bir uçak eğitiminde yere çakılarak ölecektir.
Daha sonraları Sovyetler uzay yarışında başarılı olamadı. ABD öne geçti. 1969 yılında Ay’a ilk adım atıldı. Bir kısım araştırmacılar hâdisenin Hollywood stüdyolarında tezgâhlandığını ileri sürse de Ay’ın fethi dünyada büyük yankı yaptı.
Uzay çalışmalarında kendilerine rakip bulamayan ABD yetkilileri büyük laflar etmeye başladılar. ABD meydan okuyordu. 28 Ocak 1986 tarihinde uzaya fırlatılan “Challenger” (“meydan okuyan” anlamında) roketi, kalkıştan 73 saniye sonra infilak ederek içindeki yedi astronotun ölümüne yol açacaktı.
Sık sık cesetlerle karşılaştığını söyleyen Usame, üç gün içinde on beş göçmen cesedini sudan çıkardığı zamanların olduğunu ifade ediyor…
Balık ağına takılan göçmen cesetleri
3. Titan denizaltısının okyanusun derinliklerinde kaybolması, bütün dünya medyasında bir hafta gündem teşkil edecekti. Batı medyası neden bu kadar heyecanlanmıştı? Yolcuların milyarder olması mı mevzuya değer katıyordu? Yoksa Batılılar insan hayatına önem veren birer hümanist miydi?
Açlıktan kurtulmak için Avrupa’ya ulaşmaya çalışan Afrikalı göçmenlerin binlercesi Akdeniz’de boğulurken hiç bu kadar alâka uyandırmamıştı. Sıradan bir haber gibi anons edilmekteydiler sadece. Cezayir, Libya ya da Tunus’tan İtalya’ya yola çıkan göçmen teknesi battı. Altmış yahut yetmiş göçmen sularda kayboldu. Birçok defa benzer haberleri okuyan spikerlerin ses tonlarında bir değişiklik izlenmiyordu. 60-70 ya da 100-150 Afrikalının denizde boğulup gitmesinin çok da önemi yoktu. Batılı yetkililerden de fazla ses çıkmıyordu zaten. “Göçmen” kelimesinden hazzetmezlerdi; üstüne üstlük, boğulanların Müslüman olması hâdiseyi değersiz kılıyordu zaten.
Tunuslu balıkçılar, ağlarına takılan cesetlerden mustaripler. Küçük yaşından itibaren balıkçılık yapan 30 yaşındaki Usame anlatıyor: “Bazen balık yerine ceset de vurduğu oluyor. İlk olduğunda çok korktum, ama sonra alışmaya başladım. Bir zaman sonra ağdan insan çıkarmak, balık çıkarmaktan farksız hâle geldi.”
Sık sık cesetlerle karşılaştığını söyleyen Usame, üç gün içinde on beş göçmen cesedini sudan çıkardığı zamanların olduğunu ifade ediyor: “Bir keresinde bir bebek cesedi buldum. Ağlamaya başladım. Bir bebeğin suçu ne olabilir ki? Yetişkinler için durum farklı. Çünkü onlar yaşadılar. Ama o bebek daha ne yaşamıştı ki?”
Safakes Bölgesi Sağlık Müdürü Dr. Hatem Şerif, bu yıl da iki haftalık bir sürede 200’den fazla göçmen cesedinin sudan çıkarıldığı durumların olduğunu söylüyor: “Bölgenin 40 ceset kapasiteli bir morgu bulunuyor. Ancak 250 cesedi depolamak zorunda olduğumuz da oldu!”
2014 yılından bugüne Akdeniz’de 27 binden fazla kişinin hayatını kaybettiği biliniyor. Bu sadece kayıtlara geçenler. Gerçek sayıyı ise Allah-ü Teâlâ bilir.
Fransa’da sokaklar karıştı
27 Haziran günü Nanterre şehrinde, polisin bir gence “Kafana bir kurşun sıkacağım” dedikten sonra genci öldürdüğü anlara ait görüntülerin sosyal medyaya düşmesiyle ortalık karıştı. Sokağa dökülen gençler çöp bidonlarını ve araçlarını ateşe verdiler. Polisle göstericiler arasında çalışmalar oldu. Fransa İçişleri Bakanı, 40 bin güvenlik polisinin görevlendirdiğini açıkladı.
Çatışmaların devam etmesi üzerine 3 Temmuz’a kadar gece sokağa çıkma yasağı getirildi. Ülke geneline yayılan protestolar Belçika’nın başkenti Brüksel’e de sıçradı. Fransa’da öldürülen genç hakkında ayaklananlara destek için yürüyenler bazı araçları ateşe verdi. 17 yaşında öldürülen Nahel’in Cezayir asıllı olduğu, ailenin tek çocuğu olduğu ve annesi tarafından büyütüldüğü bildirildi. Nahel’i tanıyanlar kötü bir alışkanlığının olmadığını, paket servis şoförü olarak çalıştığını, polisin “Dur” ihtarına uymadığı için vurulduğunu söylediler. Sosyalist Parti lideri Olivier Faure, emniyete sitem ederek, “Durmayı reddetmek size öldürme yetkisi vermez” şeklinde konuştu.
Sokak eylemcilerinin çoğunu Afrika asıllı Fransızlar teşkil ediyor. Ataları 3-4 nesil önce vatanlarını terk ederek Fransa’ya yerleşmişlerdi. Fransızca konuştukları, Fransız kültürüyle yetiştikleri hâlde Fransızlar tarafından “üçüncü sınıf vatandaş” muamelesi görüyorlar.
Cezayir, Tunus ve Fas gibi Kuzey Afrika kökenli Fransız vatandaşları, renkleri ve dinlerinden dolayı hep hor gözlere muhatap olmuşlar. Şehirlerin dışındaki gettolarda, dar sokaklı eski yapılarda, ekonominin ağır yükü altında hayata tutunmaya çalışıyorlar. Artık devir eskisi gibi değil. Bilgi ve iletişim çağındayız. Birçoğu Afrika’daki vatanlarından kopmuş olsalar bile, atalarının sömürgeci Fransızlar tarafından nasıl istilaya uğradığını, ne feci muamelelere maruz kaldıklarını, tecavüz ve işkence altında inletildiklerini ve öldürüldüklerini öğrenmişler, öğrenmekteler.
19 ve 20’nci yüzyıllarda Fransa, sömürge imparatorluğu sıralamasında Britanya’dan sonra ikinci sırayı alır. 1920 ilâ 1930 yıllarında toplam sömürgelerinin yüzölçümü 13 buçuk milyon metrekareyi buluyordu. Afrika kıtası baş istila alanıydı. Afrika kıtasının yaklaşık yüzde 40’ı üç yüz yıl boyunca Fransız esareti altında kalmış, korkunç işkence ve insan kıyımlarına sahne olmuştur. Fransızlar, kendilerine karşı yapılan en zayıf itiraza katletmekle cevap vermişler, yerlilerin yer üstü ve yer altı kaynaklarını sömürmekle beraber Senegal, Fildişi Sahili ve Benin ülkelerini “köle ticaret merkezi” yaparak insanları basit birer mal gibi kullanmışlardır.
1830 yılında Fransa’nın işgaline uğrayan Cezayir, 1954-1962 Bağımsızlık Savaşı’ndan sonra ancak istiklâline kavuşacaktır. 132 yıl Fransa’nın sömürgesi olarak kültür emperyalizminin baskısını yaşamıştır. Sömürge döneminde Cezayirliler, Arapçadan ziyade Fransızcayı anadili gibi konuşmak durumunda kaldılar.
1939’da İkinci Cihan Harbi’nin başlamasıyla Fransa, Almanlar tarafından işgale uğramış, Cezayirlilere, Fransa safında savaştıkları takdirde harbin sonunda istiklâllerini kazanabilecekleri vaat edilmişti. 1945’te savaş bittiğinde, Fransa’daki Cezayirli askerler bağımsızlıklarının verileceği umuduyla sevinç içinde yurda dönüyorlardı. Ama sevinçleri uzun sürmedi. İslâm İşbirliği Teşkilatı’nın İstanbul’da düzenlediği konferansa gelen Cezayirli katılımcı Kamel, bundan sonra olanları şöyle anlatıyor: “Cezayir özgürlüğüne kavuşacağı için büyük törenler yaptı. Ancak Fransa sert karşılık verdi. Coşkulu kalabalığa ağır silahlarla ateş açıldı. Fransa, 1945 yılının Mayıs ayında, 2-3 gün içinde 45 binden fazla Cezayirliyi öldürdü. Savaş olmadan Fransa ülkemizi terk etmeyecekti. 1 Aralık 1954’te Cezayir Millî Mücadelesi başladı. 1962 yılına kadar savaştık. Fransa 1830’da Cezayir’e girdiğinde ülkemizin nüfusu 8 milyondu. 1962’de ülkemizi terk ettiklerinde nüfusumuz 6 milyonda kalmıştı. (132 yıl içindeki doğumlar göz önüne alınırsa, yaşanan katliamların boyutu daha iyi anlaşılır.) Fransa’dan yaptığı katliamlarla alâkalı açıklama yapmasını, katliamları kabul etmesini ve Cezayir halkından özür dilemesini istedik. Ama Fransa’nın tepkisi her zaman negatif oluyor.”
Fransa Parlamentosu’nun 2003 yılında Cezayir’deki işgali onurlandıran bir kanun çıkardığnı hatırlatan Kamel, başta generaller olmak üzere katliama katılanları ödüllendirdiğini de söylüyor. Devamla, “Fransa’nın Cezayir’i terk etmesinin ardından, onlardan sadece yaptıkları katliamları kınamalarını ve itiraf etmelerini istedik. Sanki iyi bir şey yapmış gibi davrandılar. Fransa, ‘Yaptıklarımız mantıklı’ dedi. Fransa, Türkiye’nin Ermenililere karşı yaptığını iddia edilen şeyleri kınıyor ama Cezayir’de yaptıklarını kınamıyor ve kabul etmiyor. Biz bunu hoş karşılamıyoruz. Türkiye ve dünya gündemi ile birlikte Fransa ve Türkiye arasındaki gelişmeleri de takip ediyoruz. Fransa’nın uyguladığı siyaseti ikiyüzlü buluyoruz.”
Cezayir’in 1954-1962 Bağımsızlık Savaşı’nda çok kan döküldü. “İşgale son” ve “Hürriyet istiyoruz” pankartlarıyla yürüyüş yapan kalabalıklar, makineli tüfekler ve bombalarla katledildi. Hava kuvvetleriyle şehirler ve köyler bombalandı. Kadınlar ve genç kızlar kocalarının ve babalarının gözleri önünde tecavüze uğradı. Fransız askerler, soydukları kadınlarla birlikte fotoğraflar çektirmişlerdi. Yapılan ahlâksızlıkların, zulüm, işkence ve katliamların haddi hesabı yok gibiydi.
Cezayir Millî Mücadelesi’nin 1 buçuk milyon Cezayirlinin hayatına mâl olduğu ifade ediliyor. Bize göre zayiat bundan da fazla. Zira öncelikle, Fransa 1960-1966 arası Cezayir’de 17 atom bombası testi yapmıştır. Test esnasında ve sonrasında radyasyondan etkilenenlerin durumu hakkında yeterli kayıt yoktur. Çünkü Fransa sıkı sansür uygulamış, dışarıya bilgi sızmasını engellemiştir. Cezayir Dışişleri Bakanı Sabri Bukadum, Fransa’nın yapmış olduğu nükleer denemelerinin bölgeyi hâlâ etkilemekte olduğunu dahi beyan etmiştir. Bukadum, “Fransa’nın nükleer bomba denemesinin Hiroşima’ya atılan atom bombasının 3 ilâ 4 katına eşit olan 70 kilotonluk şiddette olduğu belli oldu. Patlamanın korkunç etkileri hâlen devam ediyor” demektedir.
1830 Cezayir İşgali’nden sonra Fransa, gözünü Tunus’a dikmişti. Osmanlı Devleti, 1877-1878 Rus Savaşı’ndaki yenilginin menfi etkileri altındaydı. İngiltere’nin onayını alan Fransa, 1881 yılında Tunus’u işgal etti. Tunus, ancak 1956’da bağımsızlığına kavuşabildi.
1912 yılında ise Fas işgal edilecekti. Fransız hükümeti, “ekonomik kalkınma” adı altında Fas’ın maden yataklarının sömürülmesini, Fransız pazarına yönelik bir tarım sektörünün geliştirilmesini teşvik etti. Binlerce sömürgeci Fas’a girerek tarım arazilerini satın almaya başladı. Bağımsız yaşama geleneği olan Faslılar, bu vahşi emperyalistlere karşı durdularsa da bedelini hayatlarıyla ödediler. Fransa, katlettiği Fas Müslümanlarının resimlerini “posta pulu” olarak kullanmıştır.
Savaş daha da uzar, şartlar daha da zorlaşır, akıbet bozgun görünürse, Rusya’nın Ukrayna’nın yerleşim yeri olmayan Avrupa’ya yakın bölgelerine birkaç “taktiksel nükleer bomba” göndereceği ihtimâl dâhilindedir.
Rusya atom bombası atar mı?
İngiliz basınına göre, Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’in Fransa Cumhurbaşkanı Macron ile yaptığı görüşmede, “taktiksel atom bombasına” dair üstü kapalı mesaj verdiği ifade ediliyor. İngiliz Mail on Sunday gazetesinde yer alan habere göre Putin, “Bir savaşı kazanmak için büyük bir şehre atom bombası atmamıza gerek yok” demiştir.
Bilindiği gibi ABD-Japonya Savaşı’nda, Japonlar hasımlarını oldukça zorlamışlardı. Japon (kamikaze) intihar uçakları, Amerikan gemilerinin bacalarının içine dalarak onları infilak ettiriyorlardı. Öyle ki, ABD gemileri okyanusta rahat gezemez olmuşlardı. Savaşı kazanmak için son çareyi (!) atomu kullanmakta bulan ABD, Hiroşima ve Nagazaki şehirlerinde birer nükleer bomba patlattı. Her iki şehirde yaklaşık 300 bin insan hayatını kaybetti. Radyasyondan etkilenen milyonlar da zamanla ya sakat kalacak ya da öleceklerdi.
Macron’un Putin ile yaptığı telefon görüşmesinde Macron, Ukrayna’da ateşkes olmasını talep etmişti. Putin’in telefonda Hiroşima ve Nagazaki’ye gönderme yapması ilk değil. Daha önceleri de yaptığı açıklamalarda NATO’nun Rus topraklarının bütünlüğünü tehlikeye atması durumunda “kesinlikle elindeki tüm araçları kullanacağı” uyarısının sonunda şunu ilâve de ediyordu: “Bu bir blöf değildir!”
NATO Genel Sekreteri Jens Stoltenberg, Rusya’nın nükleer silah kullanmasını düşük bir ihtimâl olarak görüyor. Arkasından, yine de ciddiye alınması gerektiğini söylüyor. Beyaz Saray da benzer düşüncede. Böyle bir teşebbüsün “kıyamet savaşını” başlatacağı, kazananı olmayan bir felâket riskine kolay kolay kimsenin göze almayacağı ifade ediliyor.
Geçtiğimiz Haziran ayında Belarus Devlet Başkanı Lukaşenko’nun açıklaması da aynı mevzunun ehemmiyetine vurgu yapmış oldu. Rus devlet televizyonuna (Rossiya-1) konuşan Lukaşenko, Rus taktik nükleer silahlarının ülkesine olan sevkiyatının devam ettiğini, bu silahların bazılarının ABD’nin Japonya’nın Hiroşima ve Nagazaki şehirlerine attığı atom bombalarından üç kat daha güçlü olduğunu söyledi. Daha önce de Putin, ABD’nin Avrupa’nın çeşitli bölgelerine yerleştirdiği nükleer başlıklara karşılık nükleer başlık taşıma kapasiteli “İskender balistik füzelerinin” Belarus’a sevk edildiğini söylemişti. ABD’li yetkililer, Putin’in açıklamalarını tenkit etmiş ancak böyle bir sevkiyata dair gözlem yapılmadığını bildirmişti.
Maziye dayanan geçmişiyle Putin’e yakın olduğu biliniyor. Güçlerine güç katan oligarklar, kendilerini zirvede hissettiklerinde ve devlet politikası yerine şahsî menfaatlerini öncelediklerinde, ya trafik kazasıyla veya yüksek binaların balkonlarından atlayarak hayata veda ediyorlar. Bunu en iyi bilenlerden biri de Prigojin.
Wagner İsyanı
Böyle bir ortamda, Rusya-Ukrayna Savaşı’nın böylesi cafcaflı döneminde paralı asker teşkilatı “Wagner”in Moskova’ya karşı çıkışı kafaları karıştırdı. Nasıl oluyordu da Wagner’in kurucusu ve lideri Yevgeni Viktoroviç Prigojin, kendisine adaletsiz davranıldığını iddia ederek 5 bin kişilik birliği ile Moskova’yı fethe çıkıyordu? Asıl mesleği aşçılık olan Prigojin, sonu başından belli olan böyle bir kalkışmayı başlatacak cesareti nereden buluyordu? Yaşanmışları yaşanabileceklere bağlamak için bu Wagner hâdisesini irdelememiz lazım. İhtimâlleri sıralayalım…
1. Wagner, 2014 yılında Prigojin’e kurdurulan teşkilatıyla Suriye’de ve Afrika’da çeşitli operasyonlara katıldı. Ukrayna’daki Donbass Savaşı’nda Rus güçlerini destekledi. Son olarak gönderildiği Ukrayna Savaşı’nda bir başarı elde edemeyen Prigojin, Rus Savunma Bakanlığı’nın kendilerine yeterli malzeme göndermediğini sık sık dile getirerek sitem etmekteydi. Sovyet döneminde 9 yıl hapiste yatan 62 yaşındaki bu maceraperestin devamlı stres altında geçen hayatının neticesinde yıprandığını, Ukrayna’daki başarısızlığının getirdiği moral bozukluğunun da etkisiyle muhakeme kapasitesini yitirdiğini, halk deyimi ile “kafayı yediğini” söylemek mümkün.
2. 24 Şubat 2022’de Rusya’nın Ukrayna’ya askerî operasyon ilân etmesiyle başlayan savaş devam ediyor. Genelde herkes, en çok da Ruslar, 200 bin civarındaki askerî kuvvetle yapılan istilada Kiev’in fazla direnemeyeceğini ve teslim olacağını tahmin ediyordu. Ama tahminler tutmadı. Ukrayna birliklerinin cansiperane mücadelesi, NATO’nun yağdırdığı teçhizat ve silahlar savaşın uzamasına neden oldu. Putin, İkinci Dünya Harbi’nden bu yana ilk seferberliği onayladı. ABD istihbaratına göre 180 bin ile 223 bin arasında Rus askeri öldü. Savaşın getirdiği malî kayıplar ise gittikçe artıyor. Uzmanlar Moskova’nın günlük savaş maliyetinin 20 milyar doları aştığını hesaplıyor. Gün geçtikçe artan can ve malî kayıpların Putin muhaliflerini harekete geçirdiği düşünülebilir. Prigojin, önemli bir fırsat olarak değerlendirilir. Kendisini desteklediklerini, Moskova’ya doğru yürümesini söylemiş olabilirler.
Moskova’ya doğru yol alan Wagner birliklerine önce ses çıkarmayıp sonra durumun vahametini görerek vatana ihanetten söz eden Putin, gerekli önlemleri almakta gecikmez. Putin’in sert tedbirleri muhalefetin yerinde saymasını sağlayacaktır. Moskova’ya yaklaştığı hâlde, kendisini destekler mahiyette bir oluşum ve propaganda görmeyen Prigojin, “gaza geldiğine” hükmedip geri çark etti bile.
3. Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla yönetim ve ekonomi karma sisteme doğru dönüştü. Sermaye dağılımının yaygınlaştırılması için bir kısım kişilere özel avantajlar sağlanarak zenginleştirildi. “Oligark” unvanı verilen bu özel statülüler, zamanla daha da zenginleşerek güçlendiler. Wagner lideri olan Prigojin de oligarklardan biri. Maziye dayanan geçmişiyle Putin’e yakın olduğu biliniyor. Güçlerine güç katan oligarklar, kendilerini zirvede hissettiklerinde ve devlet politikası yerine şahsî menfaatlerini öncelediklerinde, ya trafik kazasıyla veya yüksek binaların balkonlarından atlayarak hayata veda ediyorlar. Bunu en iyi bilenlerden biri de Prigojin. Ne demek istiyoruz? Prigojin, Putin’le birlikte hareket etmektedir. “Peki, bu kadar gürültü patırtı neden?” diyeceksiniz.
El-cevap: Savaş daha da uzar, şartlar daha da zorlaşır, akıbet bozgun görünürse, Rusya’nın Ukrayna’nın yerleşim yeri olmayan Avrupa’ya yakın bölgelerine birkaç “taktiksel nükleer bomba” göndereceği ihtimâl dâhilindedir. Bu işi Putin yaparsa büyük prestij kaybeder. Ama Prigojin gibi delinin biri üstlerine sormadan (!) kendi kararıyla yaparsa, yönetimi kim suçlayabilir?