KELİMELER bazen çok
yetersiz kalabilir. “Dilimin sınırları, dünyamın sınırlarıdır” derken
Wittgenstein’in kastettiği yalnızca kelimelerin oluşturduğu diller miydi? Eğer
öyleyse, bu hayatın kendini, onca ifade şeklini görmezden gelmek olurdu.
Kendini
ifade etmenin türlü çeşit yolunu oluştururken insan, varoluşunun sınırları
içinde kaybolma tehlikesiyle karşı karşıya kalır. İnsanın kendini ifade etme
yollarını deneyimleyebilmesi için kurulu bir düzene ihtiyacı var, bu düzenin de
kendine has ifade yolları...
İnsanın
ilham aldığı, bir nevi taklit ettiği bu yaratılmış düzenin karşısına geçip
kendi ifade yollarıyla kendini üstün konuma getirmesi ise trajikomik bir durum.
Renkleri,
sesleri, ahengi, hepsinin temelindeki matematiği ve tüm bunları birleştirerek
harikalar yaratmayı, doğada kurulmuş hazır düzenden ilham alarak öğrendi insan.
Tüm bu öğrenme sürecinde gerekli olan akıl, irade ve merak duygusu, Rahman’ın
insana bir lütfu ve dünya hayatının bir gereği olarak aynı zamanda imtihanıydı.
İnsanın
kendini ifade yollarını geliştirmesi ve çeşitlendirmesi insan olmanın bir
gereğiyken, bu durumun insanda iyi özelliklerin gelişmesi ve yaygınlaşmasına
vesile olması beklenirken, ne oldu da insan yoldan, daha da kötüsü insanlıktan
çıktı?
Bu,
aslında “Dışarıda hakikat olarak sildiği
her şeyi içeride yeniden keyfince üreten”(1) kültürel yozlaşmanın tezahürü,
en temelinde şükürsüzlüğün, elindekiyle yetinmemenin, hep daha fazlasını istemenin
kaçınılmaz sonucu.
Zaman
ve mekân sınırlarını ortadan kaldıran iletişim yöntemlerinin yaygınlaşmasının da
etkisiyle haz odaklı uyaranlar, her insanın hayatına az ya da çok girmiş oldu.
Teknoloji, insanın vaktini daha verimli kullanır hâle getirmesi için bir
kolaylık olması gerekirken, yaratılan “boş zaman” kavramında insanların
beğenisine sunulan tüketim unsurlarını üretmek, insanın âdeta temel görevi hâline
geldi.
Öyle
ki, bugün insanları tanımlama şeklimiz bile meslekleri üzerinden şekilleniyor.
Başarı, para kazanma ile doğru orantılı bir kavram hâline gelmiş durumda.
Geçtiğimiz
günlerde vizyona giren “Hayâl mi, Gerçek mi?” adlı filmde kendi yaşam öyküsünü
sinemaya aktaran Enes Batur Sungurtekin adlı 19 yaşındaki genç, Youtube’de her gün
oyun ve iddia üzerine videolar yayınlayarak 5 yıl içinde 6 milyon takipçiye
ulaştı. Filmini azımsanmayacak bir kitle izledi ve izlemeye devam ediyor. Enes Batur’un
kendi ifadesiyle “Azim artı çalışma, eşittir mutluluk” formülü, kavramların
değişen dünyasını gözler önüne seriyor.
Bugün
emek verilen şeyler, uğruna saatler feda edilen işler neye ve kime hizmet
ediyor? Popüler kültürün tüketime açtığı ürünlerden bir tane daha yapmak için
mi onca emek? Geçici, keyifli ve kolay tüketilebilir malzemeler üretmek,
bunları tüketime açmak, sistemin “boş zaman” etkinliklerine değerli bir katkı
olmanın ötesine geçebilir mi?
Enes,
filminde de belirttiği gibi yalnızlığını internetle gidermeye çalışan binlerce
gençten sadece biri. Bu boşluk duygusu, bu çoğunlukla can sıkıntısından ileri
gelen yalnızlık psikozu, internetin güvenliksiz sularında kaybolarak var olma
çabaları, çoğumuzun içinde olduğu ve giderek büyüyen bir girdap!
Adına
“tüketim kültürü”, “popüler kültür”, “kültür endüstrisi” veya ne derseniz deyin,
Enes ve Enes gibi binlerce genç, aslında sadece dünyevîleşmenin yapısını
bozduğu tatsız tuzsuz, yalnızca güzel görünen, çoğunun içi boş meyvelerini
topluyor bugün.
“Önemli
olan iyi bir insan olmak” mottosunun hemen ardından gelen, “İnsanları
yargılamayın, sevin, saygı duyun” cümlelerinin hepsi, havada gezinen en ufak
esintide patlayacak zayıf, basit, köpükten heveslerin sönmeden önceki son
çığlıkları olarak o kocaman kültür balonunun hafızasında kayıt altında
tutuluyor. Sonra dünyanın geçiciliğine dair gelen uyarıları itinayla gizlemekte
kullanılmak üzere belli aralıklarla tekrar edilerek zihinlere işleniyor. Sanki
Huxley’in “Cesur Yeni Dünyası”nda olduğu gibi çocuklaşıyor insanlar. İstekler,
tepkiler basitleşiyor. Kitlesel oyun ve oyalanma hâli tüm dünyayı kültürel tek
tipleştirme yoluyla yavaş yavaş etkisi altına alıyor.
Kelimeler,
kavramlar yalnızca içi boşaltılarak değil, dışları parlatılıp süslenerek
tüketim kültürünün içinde metalaşıyor. Metalaşan kelimeler, eşya algısındaki
çarpık görüşleri dünyevî zeminde pazara sokmakta kullanılıyor. Böylelikle
tüketime açılan yalnızca yaratılmış ihtiyaçların ürünleri değil, aynı zamanda
fikirler oluyor. Pek çoğu dönüşüme uğramış ama dışarıdan göze hoş görünen,
kulağa naif gelen metalaşmış fikirler.
Her
şeyin itinayla metalaştırıldığı, hesapsızca tüketildiği ve sonrasında sorgulamayı,
hakkaniyetli uyarıları da yargı kabul edip geri püskürten, değerini tüketim
miktarından alan bir çağda insan ilişkilerinin tüm bunlardan etkilenmemesini
beklemek tuhaf olurdu.
“Alışveriş üstüne
dönen, maddesel değerlerin en üstün olduğu bir ekinde insanlar arası
ilişkilerin de mal, mülk ve iş pazarında geçerli olan yöntemlere göre
yönetilmesine şaşmamak gerekir.” (2)
“Al
gülüm, ver gülüm” mesabesine indirilmiş
ilişkiler ve kadim değerleri bile tüketim zincirine ekleme çabaları, ilişkileri
çocuk oyuncağına çevirmekle kalmıyor, insanı yaratılmışların en üstünü
vasfından giderek aşağı çekiyor.
İnsan
dünyevîleştikçe daha da bencilleşiyor ve dünya, güzel bir ahiret için tek şans
olduğu hâlde bir heves uğruna feda edilecek kadar önemsiz bir boyuta getiriliyor.
Bu
kadar basitleştirilmiş, tüketim malzemesi yapılmış, hap gibi yutup bitiverecek
bir dünya hayatı, bırakın “yeryüzü cenneti” olmayı, düşünen, okuyan, gayreti
iyilik ve güzelliğin yaygınlaşması yönünde olan insanlar için ancak “yeryüzü
cehennemi” olabilir. Yeter ki eleştiriler de düzen sevisinin başka türlü bir
yansıması olmasın…
Huxley,
düzeni eleştirirken aynı zamanda sevmenin mümkün olduğunu, hatta eleştirinin
bile bazen bu sevinin beslediği bencil çıkarlar için aslında kendini
yüceltmekte kullanıldığını Bernard karakteri üzerinden ifade eder:
“Kendi önemini
teslim ettiği sürece düzen iyiydi. Fakat başarı kendisini uzlaştırdıysa da,
yine de düzeni eleştirme ayrıcalığından vazgeçmeyi reddediyordu. Çünkü eleştiri
eylemi, kendi önem hissini pekiştiriyor, daha güçlü hissettiriyordu. Dahası,
eleştirilecek şeyler olduğuna gönülden inanıyordu. (Aynı zamanda başarılı
olmaktan ve istediği kızlarla birlikte olmaktan da hoşlanıyordu.)” (3)
Dünyaya
hangi pencereden bakarsak bakalım, sonlu bir hayatı izliyor olacağız. Her
dakika biraz daha tükenen ömrü en iyi şekilde değerlendirmek varken, insanlığın
tükenişine ömrün şahitlik etmesine göz yummak, kimsenin tercih edeceği bir
seçenek olmasa gerek.
Dipnotlar
1. Aydınlanmanın Diyalektiği/Theodor W.
Adorno-Max Horkheimer/Kabalcı;2014
2. Sevme Sanatı/Erich Fromm/Payel;1995
3. Cesur Yeni Dünya/Aldous Huxley/İthaki;2017