Yeryüzü cenneti hayâl mi, gerçek mi?

Bugün emek verilen şeyler, uğruna saatler feda edilen işler neye ve kime hizmet ediyor? Popüler kültürün tüketime açtığı ürünlerden bir tane daha yapmak için mi onca emek? Geçici, keyifli ve kolay tüketilebilir malzemeler üretmek, bunları tüketime açmak, sistemin “boş zaman” etkinliklerine değerli bir katkı olmanın ötesine geçebilir mi?

KELİMELER bazen çok yetersiz kalabilir. “Dilimin sınırları, dünyamın sınırlarıdır” derken Wittgenstein’in kastettiği yalnızca kelimelerin oluşturduğu diller miydi? Eğer öyleyse, bu hayatın kendini, onca ifade şeklini görmezden gelmek olurdu.

Kendini ifade etmenin türlü çeşit yolunu oluştururken insan, varoluşunun sınırları içinde kaybolma tehlikesiyle karşı karşıya kalır. İnsanın kendini ifade etme yollarını deneyimleyebilmesi için kurulu bir düzene ihtiyacı var, bu düzenin de kendine has ifade yolları...

İnsanın ilham aldığı, bir nevi taklit ettiği bu yaratılmış düzenin karşısına geçip kendi ifade yollarıyla kendini üstün konuma getirmesi ise trajikomik bir durum.

Renkleri, sesleri, ahengi, hepsinin temelindeki matematiği ve tüm bunları birleştirerek harikalar yaratmayı, doğada kurulmuş hazır düzenden ilham alarak öğrendi insan. Tüm bu öğrenme sürecinde gerekli olan akıl, irade ve merak duygusu, Rahman’ın insana bir lütfu ve dünya hayatının bir gereği olarak aynı zamanda imtihanıydı.

İnsanın kendini ifade yollarını geliştirmesi ve çeşitlendirmesi insan olmanın bir gereğiyken, bu durumun insanda iyi özelliklerin gelişmesi ve yaygınlaşmasına vesile olması beklenirken, ne oldu da insan yoldan, daha da kötüsü insanlıktan çıktı?

Bu, aslında “Dışarıda hakikat olarak sildiği her şeyi içeride yeniden keyfince üreten”(1) kültürel yozlaşmanın tezahürü, en temelinde şükürsüzlüğün, elindekiyle yetinmemenin, hep daha fazlasını istemenin kaçınılmaz sonucu.

Zaman ve mekân sınırlarını ortadan kaldıran iletişim yöntemlerinin yaygınlaşmasının da etkisiyle haz odaklı uyaranlar, her insanın hayatına az ya da çok girmiş oldu. Teknoloji, insanın vaktini daha verimli kullanır hâle getirmesi için bir kolaylık olması gerekirken, yaratılan “boş zaman” kavramında insanların beğenisine sunulan tüketim unsurlarını üretmek, insanın âdeta temel görevi hâline geldi.

Öyle ki, bugün insanları tanımlama şeklimiz bile meslekleri üzerinden şekilleniyor. Başarı, para kazanma ile doğru orantılı bir kavram hâline gelmiş durumda.

Geçtiğimiz günlerde vizyona giren “Hayâl mi, Gerçek mi?” adlı filmde kendi yaşam öyküsünü sinemaya aktaran Enes Batur Sungurtekin adlı 19 yaşındaki genç, Youtube’de her gün oyun ve iddia üzerine videolar yayınlayarak 5 yıl içinde 6 milyon takipçiye ulaştı. Filmini azımsanmayacak bir kitle izledi ve izlemeye devam ediyor. Enes Batur’un kendi ifadesiyle “Azim artı çalışma, eşittir mutluluk” formülü, kavramların değişen dünyasını gözler önüne seriyor.

Bugün emek verilen şeyler, uğruna saatler feda edilen işler neye ve kime hizmet ediyor? Popüler kültürün tüketime açtığı ürünlerden bir tane daha yapmak için mi onca emek? Geçici, keyifli ve kolay tüketilebilir malzemeler üretmek, bunları tüketime açmak, sistemin “boş zaman” etkinliklerine değerli bir katkı olmanın ötesine geçebilir mi?

Enes, filminde de belirttiği gibi yalnızlığını internetle gidermeye çalışan binlerce gençten sadece biri. Bu boşluk duygusu, bu çoğunlukla can sıkıntısından ileri gelen yalnızlık psikozu, internetin güvenliksiz sularında kaybolarak var olma çabaları, çoğumuzun içinde olduğu ve giderek büyüyen bir girdap!

Adına “tüketim kültürü”, “popüler kültür”, “kültür endüstrisi” veya ne derseniz deyin, Enes ve Enes gibi binlerce genç, aslında sadece dünyevîleşmenin yapısını bozduğu tatsız tuzsuz, yalnızca güzel görünen, çoğunun içi boş meyvelerini topluyor bugün.

“Önemli olan iyi bir insan olmak” mottosunun hemen ardından gelen, “İnsanları yargılamayın, sevin, saygı duyun” cümlelerinin hepsi, havada gezinen en ufak esintide patlayacak zayıf, basit, köpükten heveslerin sönmeden önceki son çığlıkları olarak o kocaman kültür balonunun hafızasında kayıt altında tutuluyor. Sonra dünyanın geçiciliğine dair gelen uyarıları itinayla gizlemekte kullanılmak üzere belli aralıklarla tekrar edilerek zihinlere işleniyor. Sanki Huxley’in “Cesur Yeni Dünyası”nda olduğu gibi çocuklaşıyor insanlar. İstekler, tepkiler basitleşiyor. Kitlesel oyun ve oyalanma hâli tüm dünyayı kültürel tek tipleştirme yoluyla yavaş yavaş etkisi altına alıyor.

Kelimeler, kavramlar yalnızca içi boşaltılarak değil, dışları parlatılıp süslenerek tüketim kültürünün içinde metalaşıyor. Metalaşan kelimeler, eşya algısındaki çarpık görüşleri dünyevî zeminde pazara sokmakta kullanılıyor. Böylelikle tüketime açılan yalnızca yaratılmış ihtiyaçların ürünleri değil, aynı zamanda fikirler oluyor. Pek çoğu dönüşüme uğramış ama dışarıdan göze hoş görünen, kulağa naif gelen metalaşmış fikirler.

Her şeyin itinayla metalaştırıldığı, hesapsızca tüketildiği ve sonrasında sorgulamayı, hakkaniyetli uyarıları da yargı kabul edip geri püskürten, değerini tüketim miktarından alan bir çağda insan ilişkilerinin tüm bunlardan etkilenmemesini beklemek tuhaf olurdu.

“Alışveriş üstüne dönen, maddesel değerlerin en üstün olduğu bir ekinde insanlar arası ilişkilerin de mal, mülk ve iş pazarında geçerli olan yöntemlere göre yönetilmesine şaşmamak gerekir.” (2)

“Al gülüm, ver gülüm”  mesabesine indirilmiş ilişkiler ve kadim değerleri bile tüketim zincirine ekleme çabaları, ilişkileri çocuk oyuncağına çevirmekle kalmıyor, insanı yaratılmışların en üstünü vasfından giderek aşağı çekiyor.

İnsan dünyevîleştikçe daha da bencilleşiyor ve dünya, güzel bir ahiret için tek şans olduğu hâlde bir heves uğruna feda edilecek kadar önemsiz bir boyuta getiriliyor.

Bu kadar basitleştirilmiş, tüketim malzemesi yapılmış, hap gibi yutup bitiverecek bir dünya hayatı, bırakın “yeryüzü cenneti” olmayı, düşünen, okuyan, gayreti iyilik ve güzelliğin yaygınlaşması yönünde olan insanlar için ancak “yeryüzü cehennemi” olabilir. Yeter ki eleştiriler de düzen sevisinin başka türlü bir yansıması olmasın…

Huxley, düzeni eleştirirken aynı zamanda sevmenin mümkün olduğunu, hatta eleştirinin bile bazen bu sevinin beslediği bencil çıkarlar için aslında kendini yüceltmekte kullanıldığını Bernard karakteri üzerinden ifade eder:

“Kendi önemini teslim ettiği sürece düzen iyiydi. Fakat başarı kendisini uzlaştırdıysa da, yine de düzeni eleştirme ayrıcalığından vazgeçmeyi reddediyordu. Çünkü eleştiri eylemi, kendi önem hissini pekiştiriyor, daha güçlü hissettiriyordu. Dahası, eleştirilecek şeyler olduğuna gönülden inanıyordu. (Aynı zamanda başarılı olmaktan ve istediği kızlarla birlikte olmaktan da hoşlanıyordu.)” (3)

Dünyaya hangi pencereden bakarsak bakalım, sonlu bir hayatı izliyor olacağız. Her dakika biraz daha tükenen ömrü en iyi şekilde değerlendirmek varken, insanlığın tükenişine ömrün şahitlik etmesine göz yummak, kimsenin tercih edeceği bir seçenek olmasa gerek.


Dipnotlar

1. Aydınlanmanın Diyalektiği/Theodor W. Adorno-Max Horkheimer/Kabalcı;2014

2. Sevme Sanatı/Erich Fromm/Payel;1995

3. Cesur Yeni Dünya/Aldous Huxley/İthaki;2017