
YER: Kuzey Avrupa, Brüksel… Vakit: İmsak… (Ben de bir yolcuyum orada bekleyen.)
Varlıklarına yer yurt edinememiş bir koca gençlik… Kaplumbağa misali, evlerini sırt çantalarına yüklemiş, anlam arıyorlar hayatlarına dair. Her biri ayrı dünyalardan aynı yöne uçan göçmen kuşlar misali konup geçiyorlar oradan oraya.
Brüksel’de, bir otobüs terminalindeyim. Daha doğrusu, dünyanın finans merkezlerinden olan bir bölgede, dev cam binaların arasına sıkışmış bir otopark meydanı bulunduğum yer. Rengârenk otobüsler yanaşıyor duraklara, gelen yolcuları indiriyor, onlardan boşalan koltuklara yeni yolcular alıyor. Bir başka otobüsün gelişine yol vermek için hızla ayrılıyor ve yeni güzergâhlara yol alıyor. Rengârenk giysileri içlerindeki kocaman boşlukları örtmeye yetmeyen güzelim gençler, yeniden yeni yollara koyuluyorlar. Otobüsten inenler varacakları menzilin aracını beklemek için dağılıyorlar duvar diplerine.
Karşıda biz kız var. Saçları tepeden omuzlarına gökkuşağı renklerinde şelâle gibi akıyor sanki. Bu karanlık sabaha inat ışıl ışıl. Melekleri andıran güzel yüzünü koca kara gözlükler yarıya kadar kapatmış. Dudakları yüzünün ortasında kırmızı bir leke gibi. Sırt çantasının üzerine oturup elindeki kese kâğıdından çıkardığı soğuk sandviçini yiyor. Dalgın, telaşsız, umarsız. Daha on beşinde bile değil. Oysa şimdi sabahın bu saatinde yeni aydınlanan odasında, temiz yatağında uyuyor olması gerekirdi. Belki de okul saati için annesinin kızarttığı ekmek, haşladığı yumurtayla hazırladığı sofrada olmalıydı.
İdrar kokulu duvar diplerinde gençliğini heba eden bu nesle üzülmemek mümkün değil. İsyanları var bu gençlerin; yüksek seslerinin tınısında, yırtık blue-jeanlerinin kıvrımlarında, rengârenk saçlarında, vücutlarına yaptırdıkları akıl almaz dövmelerinde, her yerlerine taktırdıkları piercinglerinde, suskunluklarında, taşkınlıklarında, kavgalarında, sevişlerinde, sevinçlerinde, hüzünlerinde isyan var. Her hâlleri; fark edilmeyi isteyen, anlaşılıp onaylanmayı bekleyen ruhlarının birer dışavurumu. Anlamsız sandıkları hayatı sorguluyor, yargılıyor, suçluyor ve hepsinin faturasını önce kendilerine, sonra en yakınındakilere yüklüyorlar.
***
Yer: Frankfurt Tren Garı civarı… Vakit: Akşamüzeri… İki yanı camlı yüksek binalarla çevrili üç veya beş yüz metrelik geniş kaldırımlı trafiğin çok az olduğu bu kara bir ırmağa benzeyen yolda geceleri binbir hikâye yazılıyor. Yaşları genç, ruhları büyümemiş, kırık dökük bedenlerle dolu bir dünyanın evlatlarını ağırlıyor sokaklar. Burada bir dünya hayat akıp gidiyor bilinmeze. Uyuşturucunun, esrarın her türünün kullanıldığı bu sokakta aileye, topluma, varsa okula, işe, yaşadıkları hayata iyice yabancılaşan gençlerin benzerleriyle buluşma yerindeyim. Her biri önce kendine, sonra birbirine yabancı ama aynı yolu yürüyen yolcular gibi. Kaldırımlarda karanlığa yakın başlıyorlar buluşmaya. Tek ortak yanları yalnızlık. Bu, onları bir araya getiriyor.
Dışlandıkları dünyalarından çıkıp kabul gördükleri kaldırımlarda anlaşılmayı umuyorlar. Sırtlarında paçavraları, o paçavralar kadar lime lime ruhları ve tüm hislerini kaybetmiş alacağı uyuşturucuya aç hâlde, koyu dipsiz kuyulara benzeyen anlamsız bakışları ve istemsiz hareketleriyle buldukları köşeye, kaldırıma, çöplük yanına, duvar diplerine seriliyorlar. Mutlak her birinin apayrı hikâyesi var buraya getirmedikleri hayatlarında. Buranın tek dinamiği, müptelâsı oldukları uyuşturucuları.
Kaldığımız otel ne yazık ki bu kâbus yolunun tam ortasında. İçlerinin derbederliğini yanlarında taşıyan bu gençlerin her biri küçük bir çöp yığınının içine bir gecelik tahtlarını kuruyorlar. Teneke kutular, pet şişeler, plâstik torbalar, üzerine oturdukları yırtılmış karton kutular, artık yiyecek tabakları ve toplanmış izmaritlerden çevirdik etraflarının ortasına yerleşiyorlar. Temize, iyiye, güzele inat, bu pis mekânları mesken tutuyorlar. Yırtık kıyafetlerinin acınacak bedenlerini örtmediği bu yaşsız gençler, kendilerini ancak burada var hissediyorlar. Kim bilir, belki de çöplüğün ortasında fark edilmediklerini, o pespayeliğin içinde kaybolup görünmez olduklarını ve böylece özgür olduklarını düşlüyorlardır.
Her birinin en kıymetli sermayesi ve yaşamlarının tek amacı şırıngalar, beyaz kâğıtlara sarılı ve karanlık kâbusların müsebbibi tozlar, sigara kâğıtlarına sarılı uyuşturucular… Hepsi tek tek dökülüyor ortaya. Kararan günle birlikte içlerinin koyu karanlıkları da çıkıyor orta yere. Kimi dalgın, kimi hırçın, kimi yerlerde, kimi dünyanın hâkimi gibi havalarda… Yarın kendilerini biraz daha ölüme yaklaştıracak zehirlerini, celladına âşık ve ışığa koşan pervaneler gibi telaşla zerk ediyorlar damarlarına. Sabaha kadar hiç kesilmeyen inlemeleri, çığlıkları, hırçın homurtuları insanın içini acıtıyor. Hiç durmadan söylenen acı ve kahır dolu bir terennüm uzuyor gecenin karanlığına. İnsanlıktan nasibini almamış bu zavallılara bir yanım öfke duyarken, diğer yanım merhamet ediyor. Onları bu çukura iten çıkmaz sebeplerin her birini merak ediyor ve hayata yeniden tutunabilmeleri için dua ediyor insan istemsizce.
Sabah 04:30 civarı… Vakti giren namaza mı, yoksa bu gudubet şehirde tınısı benden olan sese mi uyandım? Yoksa gecenin karanlığından sıyrılmaya çalışan sokaktan odama yükselen sese mi?
“Özge, kalk kızım, eve gidek!”
Ah dertli, kahırlı, acılı analar! O çağrıda bir koca hayatın çığlığı gizli. Özünden koparılıp buralara savrulmuş, buraları yurt edinememiş ananın pervaneler gibi savrulan kuzusuna yakarışı mı uykumu en derin yerinde darmadağın eden?
Bilmiyorum. O benden olan, benim olan ana yakarışı kurşun gibi deliyor yüreğimi. Bir yürek bir yüreğe yeter mi? Tüm yürekler o kurşunlarla delinse, delinen o yürekler onarır mı anaların acısını?