BİRÇOK ülke gezdim, şehirler
gördüm, ama hiçbiri anlatacağım şehre benzemiyor. Bu şehrin mimarisi, sakinleri
ve asayişi diğerlerinden çok farklıdır. Bu şehrin bekçileri, zabıtaları, polisleri
ve askerleri yoktur. Hâkim ve savcıları da yoktur. Çünkü bu şehirde bunlara gerçekten
ihtiyaç duyulmaz.
Herkes
görev ve sorumluluk bilinciyle hareket ettiği için hiçbir haksızlık yaşanmıyor
bu şehirde. Dolayısıyla polis, hâkim ve savcılara ihtiyaç yok. İnsanlar birbirlerinin
hukukuna razı ve saygılı olduğundan birilerinin yönetimine de gerek duymuyorlar.
Herkes kendi kendini yönetiyor.
Bu
şehrin sakinleri, buraya başka bir şehirden taşınmışlar. Henüz kendileri gelmeden
hazırlanmış evlere yerleşmişler. Evlerin iç mekânlarının hepsi de aynı. Dış
cephelerinde ufak tefek farklılıklar olsa da, bu şehirde insanlar hep içe dönük
yaşıyor ve içe önem veriyorlar. İnsanları kıskandıracak farklılıklar göze
çarpmıyor. Hemen her evin çatısına çiçekler ekilmiş, önüne birer ağaç dikilmiş.
Bu
şehirdeki evlerin bir özelliği de, evi yapan kimsenin onu kullanamıyor olması.
Birine ev yapanların evini de başka birileri yapıyor. Bazen şehir dışından
gelip binaların çatı ve dış cephelerini süsleyip onaranlar olabiliyor, ancak bu
tadilat ve tamirattan evlerde yaşayanların hiç haberleri olmuyor, olsa da
umurlarında bile değil. Dedim ya, hep içe önem veriyorlar.
İnsanlar
bu şehre göçmeden önce kazandıklarını harcıyorlar. Yeme ve içmeleri gibi her türlü
şey, önceki şehirde kazandıklarına bağlı. Evlerini, yine önceki şehirde
depoladıkları enerjiyle aydınlatıyorlar. Geldikleri şehirde olduğu gibi
elektrik, su ve gaz kesintisi de yaşanmıyor. Tabiî bu da önceki birikimlerine
bağlı. Yeraltı şehrinin insanları, buraya göçmeden buranın durumunu bilselerdi,
sanırım daha çok hazırlık yaparlardı.
Şehirde
kadın, erkek, çocuk, yaşlı veya genç diye ayrım olmaksızın her yaştan insan
olduğu gibi, zengin, fakir, okumuş, okumamış demeden, her seviyeden insan da var.
Bu insanlar arasında, yüzlerce yıl aynı şehirde komşu olarak yan yana, koyun koyuna
yaşamalarına rağmen bir kez olsun bir tartışma, haksızlık, kıskançlık veya birbirinin
aleyhinde dedikodu yapma gibi bir olumsuzluğa rastlanmıyor. Hatta kendi milletinden,
soyundan, inanç ve mezhebinden olmayan kimselere dahi zerre kadar haksızlık
yapılmıyor. Kısacası, kimse kimsenin işine burnunu sokmuyor.
Bu
şehirde birbirini rahatsız eden, gürültü patırtı çıkaran da yok. Şöyle şehirden
biraz uzaklaşıp da bakıldığı zaman, sanki şehirde kimse yaşamıyormuş da
sessizliğe bürünmüş gibi olduğu görülüyor. Hâlbuki binlerce insan bir arada,
binlerce yıldan beri beraber yaşıyor. Bu şehir o kadar sade ki, ne bir fabrika dumanına,
ne egzoz gürültüsüne, ne pazarcıların bağrışmasına, ne de korna seslerine
rastlanıyor. Trafik sorunu diye bir şey zaten yok. Şehrin etrafı surlarla
çevrili ve küçük olduğu için bir ucundan diğer ucuna gitmek de hiç mesele olmuyor.
Yeraltı
şehrinin bir güzelliği de ağaçlar altında kurulu olması. Hele yağmur yağdığı
zaman o yağmur tanelerinin yapraklarla buluşmasından çıkan sesler ninni gibi
geliyor şehrin sakinlerine. Aynı zamanda o ağaçlar yazın sıcaktan koruyor şehri
ve sakinlerini. Şarkı söyleyen kuşlara gelince… Onlar ya her evin çatısında ya da
bir ağaç dalında kış ya da yaz fark etmeksizin hiç esirgemiyor namelerini.
Meğer bu şehrin insanlarının “ben” duyguları geldikleri şehirlerde kaldığından bu kadar uyumlu ve sorunsuz şekilde geçinip gidiyorlarmış. Yeraltı şehirleri, yerüstü şehirlerinden daha güzel görünüyor; ama oranın güzelliği, yerüstü şehirlerindeki hazırlığa bağlıymış…