
2025’e Suriye’deki devrimle giriyoruz. Bu yıla bu noktada girmeyi en ileride hak eden Türkiye elbette. Belli başlı kuvveler üzerinden bir devrim gerçekleşti. Ancak bu devrimin inkılaba tekmil olması için çok büyük eylemler gerekiyor. Bu bakımdan Suriye halkına çok ciddî bir gayret dönemi düşerken, Türkiye’ye de birtakım görevler düşüyor.
Türkiye’nin Suriye’de bir devlet örgütleyeceği aşikâr. Bir devlet örgütlemek için devlet olmak, gerekli şart. Bu mânâda Türkiye’nin birtakım eksikliklerini Suriye’yi organize ederken tamamlayacağını düşünemeyiz. Çünkü eksik olan, dışındaki eksikliği tamamlayamaz. Biz bunun fizikte “osmoz” diye tanımlandığını görüyoruz. Bir çözeltideki çözünen maddenin az yoğun ortamdan çok yoğun ortama enerji harcayarak geçişidir osmoz. 2025 itibariyle başlayan bu yeni katastrofun girişinde az yoğun bir devletle kurucu devlet olmaya geçiş, sadece enerji harcatmakla kalmaz, bunun yanında çözeltide çözünmeye de dönüşür. Yani yok oluş başlar.
Bu ifadelerden “Türk Devleti yok” ya da “Türk Devleti kötü hâlde” gibi bir anlam çıkarılmamalı. Türk Devleti elbette var ve yeryüzünün en tecrübeli, en akıllı ve şu an en galip devleti. Fakat Türk Devleti’nin son temsil zemini olan Türkiye Cumhuriyeti’nin bir bağımsızlık sorunu yaşadığını fark etmemiz gerekiyor. Zira yüz yıl boyunca halkının zihin ve anlayış duvarları iğdiş edilip kemirilmiş bir sosyolojiye sahip bu ülke. Aile ve eğitim politikaları rafa kaldırılırken medyası sadece küresel şeytanî akla hizmet etmiş bir ülke Türkiye Cumhuriyeti. Buradan bakıp da siyaseti temiz süren ve hedefleri olan bir yapı beklemek çok zor.
Sayın Erdoğan’ın yapması gerekenden bahsetmek yerine, “Reis bu kez çiviyi çakacak” söylentisini gerçeğe çevirecek bir kabine ve parti yönetimiyle ülke insanının karşısına çıkmasına değinmek yerinde olacaktır. Sykes-Picot’un dağılmasının Lozan’ı da kadük bırakacağını fark ediyorsak, bu ülkenin Baas’ı olan CHP’nin de sonunun geldiğini fark etmeliyiz.
Daha önce “Sıfırın Hikâyesi” başlığıyla bir ekonomi dosyası ele almıştım. Bu dosyada 2001 yılında gerçekleşen iktisadî krizin Türkiye’ye nasıl bedeller ödettiğinden de bahsetmiştim. Bir gerçek olarak o günlerde ülkemize çok zor zamanlar yaşatsa da üzerinden geçen süreçte bu konunun derinlemesine analiz edilmediğini düşünüyorum. Zira söz konusu dönem, kök olarak 1990’lı yıllardaki örtülü ve post-modern bütün darbelerin beslediği ve dalları bugüne uzayan bir devri ifade ediyor.
Bilindiği gibi Türkiye’nin ekonomik anlamda 2001 Krizi’nden kurtarılmasına dair pek çok eylem gerçekleştirildi. Bu eylemleri plânlayan, Anasol-M iktidarının ABD’den Dünya Bankası Başkanı’yken getirttiği Kemal Derviş’ti. Derviş’in o günlerde verdiği beyanlar ve izleyeceği politikalarla uğraşmak ve Devlet’i atacağı cendereyi görmek, halkın haddine değildi. Yani birileri böyle düşünüyor ve buna yönelik hamleler uyguluyordu. İlk görevse medyanındı. Medya, 1999 Depremi’nde yaptığı işi aynıyla yerine getirdi. Hem de ezberlediği oyundan hiç şaşmadan!
Örneğin 1999 Depremi’nin en verimli çalışan vatandaşlarından biri, Prof. Dr. Ahmet Mete Işıkara’ydı. Işıkara halkı öyle bilinçlendiriyordu ki, belki de artık haddini aşmaya başlamıştı. Medya hamlesini sahaya sürdü ve Işıkara, bir akademisyen olarak anılmak yerine “Türkiye’nin en seksi erkeği” diye ilân edilir olmuştu. Geyik muhabbetlerinin edildiği söyleşi programlarında izliyordu halk onu. Ne de olsa deprem olup bitmiş, Clinton’un burnu bile bir bebek tarafından sıkılmış, hükümet deprem bölgesine ulaşmakta rezil olmuş, bir tane müteahhit milletin önüne atılmış ve depremzedeler kendi dertleriyle baş başa kalmışlardı. Öyleyse halkı daha fazla sorgulatmaya gerek yoktu. Işıkara, artık sadece en bir şey erkekti, o kadar. Bu plân, Kemal Derviş’in de tenisçiliği üzerinden yürütülmüş ve o da gele gele “en bir şey erkek” kıvamına getirilerek herhangi bir malzeme oldurulmuştu. Derviş’in izlediği plân böylece örtülmüştü.
Derviş herhangi bir malzeme olarak görüldüğüne göre, uygulanacak programa dair halkın ne hissedeceği artık pek de önemli değildi. Ne de olsa imaj hiçbir şeydi, susuzluksa her şey. Açtık gazozumuzu, gazımızı aldı.
2001’de hortumlanan bankalarla ülkeden kaçırılan paranın yeri, ülkenin en stratejik kurumlarının “Babam da olsa satarım” demekten yüksünmeyen maliye bakanlarının eline bırakılmasıyla çarçur edildiği kurumların satılmasıyla doldu. Evet, çalışmıyorlardı. Evet, boş boş oturuyorlardı. Hükümet herhangi bir üretim aklı getirmek yerine özel sektör iradesinin bu işi daha hızlı göreceğini düşünmüştü. Bir de ederinin yüzlerce kat altında satılmasaydı. Neyse… Bu noktada başarılı olundu. Tarım ve hayvancılık dahi komisyoncu özel sektörün kucağına bırakılırken, diğer tarafta ise algıda yeniliğe gidilmesi düşünüldü. Bu bakımdan Türk lirasının madenî parada dahi bol sıfırlı hâle gelmesinin önüne, paradan sıfır atılarak geçildi. Hem de “altı adet sıfır”!
Sayın Erdoğan’ın yeni bir sağlam kabinenin yanında ardından gelecek işareti de göstermesi, bu bakımdan Türkiye için çok önemlidir. Zira Türkiye buna muhtaçtır.
Yeni Türk lirası ile 1 dolar, bir günde 1 milyon 370 bin liradan “1,3 YTL” hâline gelmişti. Artık 1 dolar, algıya göre “1,3 lira” olacaktı. Bu konuda toplumun bazı kesimlerinde hâlâ bir ilerleme yok. Onlara göre bin lira, hâlâ 1 milyar. Olsun, belki de bir şeyleri hatırlatmak adına varlıkları yetiyor. Zira bugün 35 lira olan 1 doların onların algısındaki yeri 35 milyon lira. Yani onların algısına göre 1 dolar 1,3 TL’den 35 liraya yükselmedi, 1 milyon 300 binden 35 milyon liraya yükseldi. Bu matematik bizi hazin bir dehşete düşürüyor. Zira 1 ile 35 arasında 33 adet sayı varken, 1 buçuk milyon 35 milyon arasında 33 milyon adet sayı var. Belki de böyle bir dehşet yaşamayalım diye altı sıfır atılmıştı.
Türkiye, Recep Tayyip Erdoğan’ın liderliğinde Uluslararası Para Fonu’na (IMF) olan borcunu dahi kapatırken, ülkenin kasasına giren para, yabancı yatırımcıların düşük dolarları değildi. Recep Tayyip Erdoğan’ın liderliğine inanan halk, onun hatırına 15 Temmuz’da canını dahi ortaya koydu. Teşvikler, hibeler, krediler ve desteklerden haberdar olan zengin daha da zenginleşirken, maaş kesintilerinin yanı sıra aldığı her parça eşya için bir parça eşya ücreti daha ödeyen, vergisi ve cezası asla silinmeyen halk, teşviklerin, hibelerin, kredilerin sübvansiyonunu sağlamıştı. Ancak her seferinde Erdoğan’ın hatırı ağır bastı. Peki, Erdoğan buna karşı ne yapmalıydı?
Bundan yaklaşık 10 yıl önce, genel seçimlerin ardından “Ama Reis öyle bir plân kurdu ki…” cümlesiyle başlayan sabır telkinleri dile getirilmeye başlanmıştı. Tahammül sınırlarını zorlayan ve olağanda Yüce Divan’a kadar yargılamaların gerçekleşmesi gereken durumlara neden olan isimler Sayın Cumhurbaşkanı’nı zor durumlara sokarken, halk arasında ayyuka çıkmış pek çok hâdiseye dair bilgi birtakım ümitleri de solduruyordu. Karabağ’daki zafer, Libya’daki gelişmeler, Türk Devletleri Teşkilatı’nın kuruluşu dahi Türkiye’deki vasat bir vatandaşta bir heyecan oluşturmadı. Ekonomik anlamdaki olumsuzluklar değil bunun tek nedeni. 22 yıl önce doğan herhangi bir kimsenin sadece Sayın Erdoğan ve AK Parti iktidarına şahit olması, toplumsal parametreleri de sadece Sayın Erdoğan ve AK Parti iktidarı üzerinden okumasına neden oluyor. Ve maalesef bu konuda Sayın Erdoğan ve AK Parti iktidarı politika üretemedi. İşte Suriye’de devlet örgütleme vazifesini AK Parti iktidarında yetki sahibi olup Türkiye’de adalet, aile, eğitim ve medya konusunda vasatın altında kalan bir bürokrat-teknokrat-akademisyen zümresi idare edecekse, Türkiye acı verici bir osmoz eyleminden başka bir şey yaşayamaz.
Bu nedenle Sayın Erdoğan’ın yapması gerekenden bahsetmek yerine, “Reis bu kez çiviyi çakacak” söylentisini gerçeğe çevirecek bir kabine ve parti yönetimiyle ülke insanının karşısına çıkmasına değinmek yerinde olacaktır. Sykes-Picot’un dağılmasının Lozan’ı da kadük bırakacağını fark ediyorsak, bu ülkenin Baas’ı olan CHP’nin de sonunun geldiğini fark etmeliyiz. Türkiye’de sadece dijital devrimden değil, ailevî inkılaptan söz edecek siyâsî fırkalar bu ülke insanının dikkatini celbedecektir artık. CHP yiteceğine göre, AK Parti yitmeyecek midir? Zira bugüne kadar onu yaşatan, CHP’nin köklü millet düşmanlığı olmuştur. Bu noktada mevcut diğer siyâsî partiler de ailevî inkılaba dair bir çıkar yol göstermemektedir. Bu noktada yeni nesil Ülkücülerin yürüttükleri dostluk manzarası da sorunludur. Her yerde birbirine “Reisim/Başkanım” diye hitap edip dostluklarını muhabbetle demlediklerini göstermeye azimli yeni nesil Ülkücüler, alt metinde birbirlerine üstünlük kurma fiiliyatı ile samimi görünmemektedirler.
Sayın Erdoğan’ın yeni bir sağlam kabinenin yanında ardından gelecek işareti de göstermesi, bu bakımdan Türkiye için çok önemlidir. Zira Türkiye buna muhtaçtır. Partinin İstanbul İl Başkanlığı’na daha 2024’te yapılan yerel seçimlerde belediye başkanı seçilen birini atamak, doğrusu “Siyasetten siz anlamazsınız, benim gösterdiğime tâbi olun; itaat edin, kurtulun!” demektir. “Bu atamayı partinin diğer üst yöneticiler yaptı” demekse, artık hüsnüzan çeperini yırtacak kuvvete sahiptir.
Bu fakir “Hayırlısı” demekten Allah’a sığınıyor. Zira bu duayı yapmak ancak kâmil-i mükemmil zevatın harcı. Biz ise “Hayırlısı” dedikçe zora düştük. Hikmeti kendilerine erzak edinen haramiler gibi “Bildikleri bir şey, yaptıklarında hikmet vardır” demek çok yorucu…