Yeni İttihatçılık

Türkiye’de “Türk” adına söylenen her sözü muhayyel bir tehdit, bir İttihatçılık olarak görmek, henüz tedavisi olmayan bir marazadır. Bu marazın sahipleri, Türkiye’de barış ve istikrar için de doğrudan birer tehlikedirler. Buranın Türkiye ve halkın ezici çoğunluğunun da Türk olduğunu hayatın bir gerçeği olarak kabul etmeleri, yaşadıkları vehim ve korkulardan kurtulmaları için bir başlangıç olabilir.

SİYÂSÎ olay ve görüşleri ilk örnekleriyle açıklama eğilimi, her zaman baskın çıkan bir durumdur. Türkiye tarihinde bir öğrenci derneği olarak yola çıkan, sonra isim ve içerik değiştirerek dallanıp budaklanan, en sonunda “İkinci Meşrutiyet Darbesi” ile iktidar olan ve nihayet Birinci Dünya Savaşı’nı kaybetmenin ezikliği ve çaresizliği altında kendi kendini feshederek yerini “Teceddüt Fırkası”na bırakan İttihat ve Terakki Cemiyeti (İTC) de böyle bir örnektir.

Ne zaman yeni bir siyâsî görüş/iktidar ortaya çıksa, bazıları bu yeni siyâsî görüşü/iktidarı İTC’ye benzetmeyi, ona ne kadar uzak veya ne kadar yakın olduğuna bakmayı tercih etmektedir. Bu tercihten AK Parti de nasibini almış, “Yeni İttihatçılık” tanımına ya da suçlamasına maruz kalmıştır.

Aslında siyâsî partilerin tutumları, yola çıkarken açıkladıkları görüşlerinden ibaret değildir. Siyâsî partilerin görüşlerini üç başlık altında özetlemek mümkündür: Birincisi, elbette gizli bir gündeme (ajandaya) sahip olduklarından her görüşlerini açıklamazlar. Uygun ve gerekli gördükleri kadarını açıklamakla yetinirler. İkincisi, başlangıçtaki görüşlerinin yanında, olayların akışı içinde yeni görüşler, yeni tercihler edinmek zorunda kalırlar. İTC’yi bu ikinci grup içinde ele almak daha gerçekçi görünmektedir. Üçüncü grupta yer alan siyâsî parti ve görüşler ise “takiyye” esasına dayanmışlardır. Asıl görüşlerini/niyetlerini gizlemek, taraftar toplamak için bambaşka görüşler ile halkın karşısına çıkarak tümüyle iktidarı ele geçirdikten sonra daha önce açıkladıkları görüşlerinin amansız bir düşmanı hâline gelirler. CHP’yi de bu üçüncü grup içinde ele almak daha makul ve gerçekçidir.

İTC, sanıldığının aksine Türkçü görüşlerle yola çıkmamıştır. 1889’da Askerî Tıp Fakültesinde dört tıbbiyeli öğrenci tarafından “İttihad-ı Osmanî Cemiyeti” adıyla kurulmuştur. Amaçları ise Abdülhamid Han tarafından bitirilen meşrutiyet idaresini yeniden kurmaktır. Bu dört öğrenci (Abdullah Cevdet, İshak Sükuti, İbrahim Temo, Mehmet Reşit) bilindiği kadarı ile Türk değildir. Adından da anlaşılacağı gibi, din ve ırk farkı gözetmeden bütün unsurların (etnik toplulukların) birliğini savunmuşlardır. Yani bunlar olsa olsa Osmanlıcı bir görüşün sahipleridir.

Osmanlı’yı oluşturan bütün unsurların bir arada ve barış içinde yaşamasını temin edecek yegâne idarî yapı onlara göre meşrutiyet idaresidir. O hâlde derhâl meşrutiyet yeniden kurulmalıdır. Abdülhamid’in idaresine karşı meşrutiyeti savunmak ister istemez daha özgürlükçü bir yönetimi tercih etmektir. Zaten dönemin şartları içinde meşrutiyet, mutlakıyet idaresine göre daha özgürlükçüdür. Aynı zamanda halkın temsilcilerinden oluşacak olan Mebusan Meclisi de halkın yönetime katılması demektir.

Balkan Savaşı, unsurların birliği görüşünü (Osmanlıcılığı) öldürmüştür. Başlangıçta İTC’lilerin aklında olmayan yeni bir görüş ortaya çıkmıştır ve artık Hıristiyan topluluklarla bir arada olmak mümkün değildir. Ancak bu görüşlerini ya da tecrübelerini ilân etmemişlerdir. Çünkü dönemin Anadolu’sunda nüfusun önemli bir kesimini Hıristiyan Ermeniler ve Rumlar oluşturmaktadır. Birinci Dünya Savaşı öncesinde İTC’lilerin Ermeniler ile ittifak etme çabaları sonuçsuz kalmıştır. İtilaf Devletlerinin desteğini alan Ermeniler, Osmanlı hükümetinin verdiği idarî/kültürel otonomi yerine Doğu Anadolu bölgesinde doğrudan bağımsız bir Ermenistan’ı tercih etmişlerdir.

Ermenilerin bu çabaları tarafların yaşadığı büyük dramlar ve nihayet Ermeni Tehciri ile sonuçlanmıştır. Yine savaş içinde başlayan Rum tehciri yarıda kalmıştır.

Özetle İTC’nin Türkçü bir siyâsî anlayış ile yola çıkmadığı, Anadolu’yu Türk olmayanlardan arındırmak gibi bir siyasetinin olmadığı açıktır. Ancak zaman içinde ortaya çıkan olaylar İTC’lileri ırk bakımından değil ama din bakımından Anadolu’yu gayrimüslimlerden arındırma seçeneğini bir çare olarak görmeye yöneltmiştir. Üstelik böyle bir siyaseti çare olarak gören İTC liderleri (en azından çoğunluğu) öyle püriten İslâmcı ve dindar kimseler değildirler. Dönemin şartları içinde Müslümanların tamamını içinde alan bir milliyetçilik görüşü, İTC’de hâkim siyaset olmuştur. Bu siyasetin temelinde ise adı konulmamış bir Türklük vardır.

İTC’liler için gayrimüslimler İtilaf Devletlerinin kaçınılmaz müttefikleri ise, Türk olmayan Müslümanlar da Osmanlı Devleti’nin (İTC’nin) doğal müttefikleridir. Bu yüzden olmalıdır ki, İTC’nin tepe yöneticileri arasında her zaman Türk olmayan, Arap, Arnavut, Kürt ve diğer kimseler olmuştur.

CHP’yi İttihatçılığın devamı, hatta kendisi olarak görmek büyük bir abartıdır. CHP için bu görüş üstün bir paye olsa da İTC için aynı şeyi söylemek zordur. Çünkü İTC iflah olmaz bir İtilaf Devletleri (İngiltere) düşmanıdır. Bu yüzden onlarla dört yıl amansız bir savaş yürütmüştür. Buna karşılık CHP, İtilaf Devletlerinin (özellikle İngiltere’nin) bir kayyum heyetidir. İTC, Batı sömürgeciliğine karşı savaşçılığın adıdır. CHP ise Batı sömürgeciliğine teslimiyetin adıdır. Bu yüzden İTC ve CHP siyâsî çizgisini birbirinin aynısı ya da devamı gibi görmek esastan yanlıştır. Celal Bayar, Abdülhalik Renda, Kılıç Ali, Şükrü Bleda gibi isimlerin hem İTC, hem de CHP’de bulunmaları bu iki siyâsî kutbu aynileştirmez. Adı geçenler, değişik iktidar çevrelerine uyum sağlayabilecek ve hizmet sunabilecek bir esnekliğe sahiptirler. Kılıç Ali, Enver Paşa’nın yanındayken de, Kemal Paşa’nın yanındayken de yalnızca bir fedaidir. Onun fedailik sınırları içindeki İTC’liliğini veya CHP’liliğini fazlaca önemsemek işin gerçeğini göz ardı etmek demektir.

Hatırlanmalıdır ki, kayda değer İTC’liler, “İzmir Suikastı” gibi bir icat ile 1926’da idam edilmişlerdir. İTC’nin devamı, hatta kendisi olan CHP idaresi, neden onları idam etmek için böyle bir bahane icat etmiş olsun?

Türkiye tarihinde CHP ile başlayıp günümüze kadar süregelen iktidarları ise devleti elinde tutan gizli bir odağın hizmetkârı gibi görmek daha çok bir hayâlî hatırlatmaktadır. Evet, kendini Kemalist bilen bir odak her zaman devlet aygıtının kilit noktalarında hazır ve nazır olmuştur. Yine de bu Kemalist odağı efradını cami, ağyarını mani bir çerçeve içine almak zordur. Üstelik bu odağı AK Parti’yi de içine alan bir “Yeni İttihatçılık” ile adlandırmak insan aklını yok saymakla eş anlamlıdır.

İTC’liliği “tahakkümcü, topluma rehberlik yapıp, onun adına düşünüp, onun adına karar alan bir devlet anlayışı” diye tarif ettikten sonra AK Parti’yi Yeni İttihatçı kapsamına almak, sınırları zorlamaktır. Seçimle gelip seçimle giden ve temel konulardaki değişiklik için her zaman referandumu tercih eden bir idare, tarif edilen İttihatçı çizgiden hayli uzaktır.

AK Parti’nin Türk kimliğini diğer etnik kimlikleri dışlayan, düşmanlık eden bir ölçü olarak kullandığı bilgisine sahip değiliz. Yüz yıllık Cumhuriyet döneminde Kürt kimliği ve dili, Zaza kimliği ve dili en çok bu dönemde rağbet görmüştür. Kürtçe ve Zazaca ders olarak okullara girmiş, Kürtçe ve Zazaca ders kitapları Devlet tarafından basılmış, aynı Devlet Kürtçe ve Zazaca radyo ve televizyon yayınları yapmış, siyâsî partilerin Kürtçe ve Zazaca propagandasını serbest bırakmıştır. Bütün bu uygulamaları kimileri Kürt kimliği ve Kürtçe için bunları yetersiz bulabilir. Ancak bunları Yeni İttihatçılık diye görmek, sapla samanı karıştırmakla eş anlamlıdır.

“Batı’nın son kertede ezelî ve ebedî düşman olarak görülmesi” bir Yeni İttihatçılık örneği sayılmaz. Çünkü AK Parti dışarıdan “İslâmcı” sayılmasına karşılık iktidarının ilk on yılını “AB’ye üye olma” çabası ile geçirmiştir. Ancak bu çabasından hiçbir sonuç alamamıştır. AK Parti’nin bu dönemdeki Batı anlayışının hayatın gerçeklerinden kopuk bir faraziyeye dayandığı görülmüştür. Batı’nın yine aynı Batı olduğu, fakat AK Parti’yi yöneten anlayışta bir ölçme ve değerlendirme hatası olduğu ortaya çıkmıştır. Bırakın Türkiye’yi, 2004’te Kıbrıs Türklerinin BM tarafından hazırlanan barış plânı için “Evet” demeleri hâlinde AB, verdiği vaatlerin hiçbirini tutmamıştır. AB’nin ikircikli ve oynak bu tutumunu tümüyle dinden uzak, salt ekonomik gerekçelerle açıklamak, bilerek ve isteyerek gerçeği gizlemektir. Türkiye’nin AB’ye üye olmak hayâlinden uyanması, İttihatçılığa dönüş değil, olsa olsa hayatın gerçeğine dönüştür.

Türkiye’de bazı çevreler temel insan haklarına sahip olmanın güvencesini Türkiye’nin Batı’ya bağlı kalmasında görmektedirler. Bu görüşün mandacılığın tekrarı olduğu açıktır. Yüz yıldan beri Türkiye’nin insan hakları alanında yaşadığı sorunların sahibi olan idarelerin hemen hemen hepsi Batı’da övülen, takdir edilen kadrolardır. Bu temel, basit gerçeği görmek istemeyen çevrelerin hâlâ temel insan hakları için Batı’yı bir garanti unsuru olarak görmeleri ve Batı’nın kadrolu elemanları olmalarından başka, zihinleri Batı’ya ayarlı kimseler olarak yaşadıkları bilinmektedir. Dünya değişti ama zihinlerini Batı’ya ayarladıkları için olup bitenleri göremeyen ve anlayamayanlar bir türlü değişmediler.

Türkiye’de “Türk” adına söylenen her sözü muhayyel bir tehdit, bir İttihatçılık olarak görmek, henüz tedavisi olmayan bir marazadır. Bu marazın sahipleri, Türkiye’de barış ve istikrar için de doğrudan birer tehlikedirler. Buranın Türkiye ve halkın ezici çoğunluğunun da Türk olduğunu hayatın bir gerçeği olarak kabul etmeleri, yaşadıkları vehim ve korkulardan kurtulmaları için bir başlangıç olabilir. Diğer toplulukların yaşadıkları mağduriyet kadar Türklerin de benzeri mağduriyetleri yaşadıklarının hatırlatılması, bir yayılmacılık değil, bir vakıanın tespiti ve bir gerçeğin teslimidir.