YENİ eğitim-öğretim yılımız hayırlı olsun, hayırlara vesile olsun. Adı üstünde, yeniliklerle başlasın ve yeniliklere adanmış olarak devam etsin inşallah.
Neden “yeni ve yenilik kültürü” üzerine konuşmak istiyorum? Konu “eğitim” olunca içerik daha hassas oluyor. “Eğitim” kavramını sadece birilerinin birilerini eğitmesi olarak ele alırsak büyük bir boşluk oluşuyor. Ki bu boşluğun içinden geçmeyenimiz yoktur. Nedir o boşluk? “Eğitimin kendisini eğitememesi” diyorum ben buna.
Bizim gördüğümüz eğitim şu şekildeydi: Alacağımız derslere ait kitaplar çoktan hazır olmuş olurdu. Zira diğer on veya yirmi sene önce içerik ne ise ufak tefek düzeltme ve eklemeler dışında aynısı ile karşılaşırdı öğrenci. Öğretmenler ise içeriğe odaklı ve yine kendilerinden nasıl bir eğitim verme şekli istendiyse o şekilde sınıfa girip çıkan kişilerdi. Durum böyle olunca, öğrenci okulu bitirdiğinde zihninde kalan şeylerin çoğu eğitime ait şeyler değil, ders dışındaki okul anıları olurdu.
Öğrenci öğretmenle, derslerle, sınıf arkadaşları ve sınavlarla yoğun bir etki-tepki devresine girmekte ama eğitim ile asla direkt temas edememekte maalesef. O yüzden eğitimin eğitilmesi, diğer bir deyişle her yeni eğitim-öğretim yılının yepyeni bir başlangıcının olması gerek. Öğrencisi ve öğretmeni ile beraber eğitim, kendini de eğitmeye odaklı bir başlangıç yapmalı her sene.
Bu sene geçen senenin tekrarı mı olmalı? Geçen sene öğrenciler ne gördüyse, adalet olsun diye diğerleri için de aynı içerikler aynı şekilde mi sunulmalı? Yeni bir gelecek, yeni bakış açıları ve yeni bir dünya nereden gelecek?
Buradan millî eğitimi şekillendirecek değilim, öyle bir kapasitem yok, haddime de değil. Hasta hastalığını tarif eder, doktor da uygun tedaviyi araştırır. Eğitim açısından çok hasta olduğumuzu düşünüyorum. Çağrışım açısından “hasta” kelimesi uygun bir kelime olmayabilir bunu tekrar etmemeye çalışacağım. Durumun acil ve yüksek önem arz etmesinden dolayı kullanmak zorunda kaldım.
Bir öğrencinin kazanabileceği ve öğrenebileceği en değerli hazine, kendisi ve içinde bulunduğu yaşamı fark etmesi, kendisini tanıması ve tanıdıkça insan olmanın uçsuz bucaksız semalarında, okyanuslarında ve ilminde hayat bularak coşmasıdır.
Nasıl bir dönüşüm?
Eğitimi belli başlı kavramların esaretinden, en başta da sınav ve sınıf geçme kaygısından kurtarmamız gerek. Öğrenmeye değil sınava bir gün kala ders çalışmaya dikkatinizi çekmek isterim. Dersi öğrenmeye ve anlamaya değil dersi geçmeye odaklı bir rahatsızlık var.
“Okul ve eğitim” deyince başlangıçta akla gelen ilk şeylerden biri de öğretmenler ile öğrencilerin arasının nasıl olacağı, öğretmen zorlu çıkarsa bütün bir dönemin boşa mı gideceği konusu. “Sınavlar zor mu, yoksa kolay mı olacak?”, “Okul hakkında ne tür görüşler var?” gibi birçok soru ve sorun… Çoğu kimseden şöyle bir konuşma duymadım: “Çocuklar bu okulda aç kurtlar gibi, sürekli yeni bir şey öğrenme merakı ve heyecanı içindeler. Bazen hocaları zorluyorlar; müdürü, öğretmeni, çalışanları ve öğrencileri ile tam bir aile olmuşlar. Bu okulda herkes öğrenci ile beraber öğreniyor. Her yeni yıl yeni bir bakış açısıyla, yeni heyecanlarla, yeni bilgilerle ilerliyorlar. Bu okulda kimseyi geride ve yalnız bırakmaya niyetleri yok.”
Bir okula misafir olmuştum, İstiklâl Marşı’ndan sonra istisnasız tüm okul yirmi dakikalık kitap okuma sessizliğine bürünmüştü. Bana da kitaplıklarından bir tane kitap vererek etkinliklerine katmışlardı. Sabahları bu okulda yapılmakta olan ve devam ettirilen güzel bir örnek olarak alın size yıllarca aklınızdan çıkmayacak bir kitap okuma etkinliği! İlk defa karşılaşıyorsunuz. Belki de son defa…
Okula, öğrenmeye ve öğretmenine her gün heyecanla, koşarak giden kaç öğrenci tanıdınız? Bu konunun düğüm düğüm olmuş kısımlarını hepimiz az çok biliyoruz. Bu açıdan daha çok çözüm ve beklenti yönünde yeni şeyler konuşmak gerek. “Yeni eğitim-öğretim yılına yeni bir başlangıç yapalım” diye başladık ya söze, oradan devam edelim isterseniz…
Başlamanın bir konsepti olmalı. Öyle ki, okul çatısı altında bir aile olan eğitim camiasının bu başlangıçla bir heyecana kavuşması, mutlu olması ve kazanılan pozitif enerjinin bütün bir dönem için korunması adına çeşitli destek unsurları devreye alınmalı diye düşünüyorum. Düşüncelerimi elbette biraz açacağım.
Başlangıçlar
“Başlangıç” dedik ya, nedir başlamak? Bir yazıya, bir konuşmaya, bir tasarıma, bir oyuna, bir tatile başlamak veya yaşadığını fark edip yaşamaya başlamak olabilir ele alacağımız. Buna “yeni bir sürecin ilk adımlarını atmak” diyebiliriz. Çocuklarımızın ilk adımlarını hatırlıyor muyuz? Ya da şu an bebeklerinin ilk adımlarına şahit olanlarınız var, olmadı, internetten açıp bakabilirsiniz ilk adımları atmanın ne kadar olağanüstü şeyler olduğuna.
Her yeni eğitim-öğretim yılı bir ilk adım heyecanı ile başlamalıdır bence. Okul, heyecan ve merak merkezi olmalıdır. Var olmanın heyecanı ve öneminden daha önemli bir bilgi var mıdır? Bir öğrencinin kazanabileceği ve öğrenebileceği en değerli hazine, kendisi ve içinde bulunduğu yaşamı fark etmesi, kendisini tanıması ve tanıdıkça insan olmanın uçsuz bucaksız semalarında, okyanuslarında ve ilminde hayat bularak coşmasıdır. Bir okulun en önemli amaçlarından biri bunu kazandırmak olmalıdır.
Yeni eğitim-öğretim yılı, güzel bir tanışma ortamıyla başlamalıdır. Öyle ki, her bir birey, varlığının bu yeni ortamda öğrencisi ve öğretmeni tarafından fark edildiğini bilsin. Fark edilmek o kadar önemli ki… Değer görmek, önemsenmek ve takdir edilmek… Çoğu psikolojik rahatsızlığın altında bunun eksikliğinden kaynaklanan problemler vardır. Sonrasında, yıllardır süregelen bir âdet olan temel bilgilerin yani matematik, Türkçe ve fen derslerinin adı üstünde “temel” olması beklenir. Ki daha baştan temelin temel olamayacağı açıktır. Neden? Çünkü bir öğrencinin okul hayatıyla tanıştığı o yıllarda kendisi hakkında neredeyse hiçbir bilgisi ve fikri yoktur. “Temel” denilen şeyi kişinin iç yapısı oluşturur. Yaşanan olayları değerlendirebilmesi, içinde hissettiklerini anlamlandırabilmesi ve okula başladığında verilmeye başlanan dersleri sağlıklı şekilde alıp yorumlayabilmesi, kullanabilmesi ve saklayabilmesi için bir altyapıya ihtiyaç duyar çocuk. Bu temele kavuşturulmadan “temel dersler” denen derslerle eğitilmeye ve hayata hazırlanmaya çalışılır. Böyle bir temel, bir insanı nasıl ve ne kadar taşıyabilir, Allah aşkına?
Dünyayı ve yaşamı eskitmek, büyüklerin en iyi başardıkları işlerden biri. İstisnalar da az değil ama genel çoğunluk olarak insan büyüdükçe solgunlaşıyor, enerjisi azalıyor, tebessümde cimrileşiyor. Büyüdükçe kendine uzaklaşıyor. Çünkü daha çok şey yaşıyor, daha çok şey düşünüyor, daha az kendine vakti kalıyor.
İnsan kendinde yoksa yani iç evinden uzakta ise nasıl özgür, mutlu, heyecanlı, çocukça ve canlı kalabilir ki? Nasıl eğitilebilir, nasıl öğrenebilir ki? Bu nedenlerdendir ki, büyümeden tedbir almalı, okulu sadece temel bilgi aktarım merkezi olmaktan çıkarıp insanı insana kazandırma ve hem şu anına, hem geleceğine sahip çıkabilecek özelliklere kavuşturacak özelliklere kavuşturma yerleri olmalıdır.
Büyüdükçe azalmasın merakı, heyecanı, neşesi, büyüdükçe kaybolmasın saf sevgisi, paylaşma isteği, herkese eşit davranma herkesi eşit görme yeteneği. Büyümeyi büyük olmak algılamasın. Büyümek büyük sorumluluklar getirir, doğru; ama bunu o kadar stresli hâle getirmek zorunda mıydık?
Eğitim sisteminin bilgiyi vermenin yanında o bilgiyi alacak ve kullanacak olan bireye gerekli donanımı inşâ etmesi gerek.
İmkânları zorlamak
Öğrenmeye ve kendini geliştirmeye ilham veren film veya belgesel gösterimleri de yenilik ve heyecan getirici düşünceler olabilir. Ya da önemli bilim insanlarımız okullara davet edilebilir. İlham verici konuşmaları hep çok sevmişimdir. Bilgi bir şekilde, birçok farklı şeyle harmanlanarak sunulmalı. Asla bir defter ile bir kitap yahut bir öğretmen tek başına yetmez. Yetmemeli. Bilgi görselleştirilebilmeli, imkân dâhilinde kokusu, sesi ve varsa onu keşfedeni ile beraber sunulabilmeli. Ki o bilgi bütün hücrelere yansıyabilsin. Değilse, kitaptan ve öğretmenden aktarılmak suretiyle sadece defterlerde bir karalamaya dönüşen, sınavlarda akılda kaldığı kadarı ile kâğıda geçirilip “Haydi senin de işin bitti” denilen bir şey olarak kaybolmamalı.
Açılışı güzel ve yeni yapmanın bir diğer önemli unsuru, başlangıca verdiğiniz değer ve önemin sürece verilecek önem ve değeri de belirlediğidir. Eğitim ve öğretim dünden kalan bir şey asla olmamalı, her dönem yeniden ve yeniden başlatılmalı. Bir bilgiyi ilk defa keşfedenin heyecanı kadar olamasa da öğrenciler ve eğitimciler o bilgiye her seferinde ilk kez ulaşıyormuş gibi bir hava içine sokulabilmeli.
Zamanımız internet çağı olduğu için, bilgiye ulaşmak bir o kadar kolayken özümseyebilmek ise bir o kadar zor. Bilginin içimizde bir değere, anlama ve duyguya dönüşmesinin yolu, bilgiyi alacak kişinin o bilgiyi sahiplenmesi, ona ihtiyaç duyması ve içinde anlamlı bir yolculuğa çıkarabilecek eğitime sahip olmasıdır. Bunun için de eğitim sisteminin bilgiyi vermenin yanında o bilgiyi alacak ve kullanacak olan bireye gerekli donanımı inşâ etmesi gerek. Bu açıdan bilginin işlenmesi ve aktarılması her sene yeni eğitim-öğretim sisteminde tekrar elden geçirilmek suretiyle geliştirilmelidir.
Hayat her gün büyük bir heyecanla yeniden başlar. Yaşam, insana sıcak bir “Günaydın” der. O gün düne değil yeni güne uyanabilenler, o tazeliği hissedebilir ve fark edebilirler. Yeni güne ve yeni kendine kendince yeni bir anlam katabilir. Günleri sıradanlaştırma yeteneği insan şuurunun bir oyunudur, bu oyunu etrafına aşılamaya çalışan da az değildir. Hiçbir gün asla sıradan olamaz. Uzayda sabit bir noktada asılı değiliz ve sadece kendi etrafında yahut güneş etrafında dönen bir dünyada değiliz. Aynı zamanda Güneş Sistemi ile beraber uzayda Samanyolu galaksisi içinde hızla yol alıyoruz. Samanyolu galaksisi de uzayda hızla yol alan devasa bir uzay gemisidir. Bu nedenle, bugün, dün bulunduğumuz konumdan çok ama çok uzaktayız. Bedenimizde kaç hücre öldü, yerine kaç yeni hücre doğdu acaba? Dünkü kişiyle aynı kişi değiliz. Dünya üzerinde kim bilir kaç kişi bugüne eremedi. Bugün dünyamıza, hayatımıza “Merhaba” diyerek gözünü açan kaç bebek var acaba? Bugün milyonlarca çiçek açtı, kimyasal ve biyolojik olarak sayısız olay oldu. Kısaca, bugünün ve bedenimizin dünle hiç alâkası yok. Alâkalı gibi gösteren şey, hafızamızdaki anılar.
Bugün, bambaşka bir gün. Bugün, hayatta olduğumuz ve bize yeni bir sayfa açıldığı için, bize yeni kendimizi ifade edebilmek için, yeni bir imkân verildiği için ve yeni şeyler öğrenip yeni şeyler deneyimleyerek kendimiz hakkında, hayat hakkında, Allah’ın yaratışı hakkında yeni şeylere kavuşabileceğimiz için çok bahtlıyız. O hâlde neyi bekliyoruz? Niçin bu kadar ağır hareket ediyoruz? Neden dünü kopyalayıp duruyoruz ki hâlâ?
Yeni eğitim-öğretim dönemleri bu açıdan da sürekli yenilenmelidir. Okullara ve eğitmenlere gerçekten çok iş düşüyor ve üzerlerinde çok büyük sorumluluklar var. Bir ülkenin, bir toplumun sağlıklı geleceği onların omuzlarında. Bu ağır sorumlulukları tek başlarına taşıyamazlar. Devlet ve millet destek olmalı. Başta Devletimiz bu sorumluluğa yakışır bir refah seviyesi sunmalı ki eğitmenin kafası ve bedeni çeşit çeşit sıkıntılara bölünmesin, odağı daha çok kendini geliştirmeye, sorumlu olacağı öğrencilerine aktaracağı bilgileri çoğaltabilme ve geliştirebilmede olabilsin. Toplum olarak bizler de bu çabaya kol kanat germeliyiz.
Zor bir çağdayız, internet ve teknoloji hızla ilerliyor, yapay zekâ insana ait birçok işlemi elinden almaya devam ediyor. Toplumun elinde taşıdığı kitaplar bir bir kayboluyor ve yerini cep telefonuna bırakıyor. İnternet bir dolu bilgi deposu ama koca bir binada yer alan tüm kütüphanedeki bilginin avuçlarımızdaki cihazda olması bizi bilgili yapmıyor; bizi her yönden, kültürel, bilişsel plânda ahlâklı ve sorumluluk sahibi olarak yetiştirmiyor. Hazır gıda gibi hazır bilgi de zihinlerimizi bozuyor.
Kâinattaki bütün bilginin çuvallanıp öylece önünüze atıldığını düşünsenize, ne yapacaksınız bu çuvallara? İçlerini araştırmaya nerden başlayacaksınız? Ne kadarını değerlendirmeye vaktiniz olacak? Ne kadarını içimizde anlamlı bir şeye dönüştürebileceğiz? Ve ne kadarını ileride faydalanabileceğimiz şeylere dönüştürebileceğiz? Yarına ne kadarını taşıyabileceğiz? Bilgiler gelmeye devam ederlerken arkada kalan önemli şeylerin kaçını koruyabileceğiz?
Ve önemli bir şey daha var: Elde ettiğimiz bilgiler bizi nereye götürüyor olacak?
Örneğin bazı bilgilerin bize kattığı şeyler güç ve yetenek. Peki, bunları ne yönde kullanacağız? İyiden, iyilikten, gelişimden ve paylaşmaktan yana mı, yoksa kibir ve gururumuzu beslemek suretiyle üstünlük kurma, ele geçirme, aşağılama, ezme ve yok etme tarafında mı kullanacağız? Bilgiyi taşımak için de bilgiye doğru şekilde sahip olmak gerek.
Tüm bu açılardan bakınca bilginin ve insanın doğru yerde buluşturulması gerekir. Boş bir defteri karalamak gibi basit göremezsiniz insanı işlemeyi. Yaratılışı gereği çok yönlü bir varlıktır insan. Fiziksel, biyolojik, duygusal ve bu dünyaya ait olmayan akıl, ruh, nefs ve irade gibi birçok unsurun bir arada olduğu, çok komplike bir yapıdır insan. Buna rağmen siz bu yapıya her sene aynı düşünce tarzı ve aynı bilgilerle, aynı davranışlarla yaklaşıp farklı sonuçlar elde etmek ve farklı bir ülke, farklı bir gelecek, farklı bir toplum bekliyorsanız, büyük bir açmaza girersiniz!
Kendini eğitemeyen bir eğitim var çünkü burada. Kendini eğitemeyen, geliştiremeyen ve değiştiremeyen bir yapının insan gibi komplike bir yapıyı işleme çabası trajedidir, komiktir, suçtur, haksızlıktır ve cahilliktir.
Bu komplike yapıdaki örneğin kırk öğrenciyi gelişigüzel bir “Hoş geldiniz” dedikten sonra bir sınıfa sıkıştırıp hiç de rahat olmayan tahta sıralara oturtuyoruz. Ki daha en baştan öğrenciye, insana ve eğitime verdiğimiz değer ortaya çıkıyor. Sonra önlerine defter ve kitapları atıp hızlıca kurallardan bahsediyoruz: “Gürültü etmeyin, tahtaya yazılanları takip edin, verilen ödevleri zamanında yapın ve sınavlarınıza iyi çalışın.” Sonra başlıyor eğitim-öğretim. Ne mutlu bize(!).
Öğretmen konuları hızla anlatıp geçiyor, öğrencilerse deftere yetiştirme derdinde. Arada öğretmen rastgele bir iki öğrenciye anlattığı şeyler hakkında sorular soruyor. Bir tanesi aynen tekrar ettiği için tebrik alıyor, diğeri anlayamadığı veya dinleyemediği için uyarı alıyor, arkadaşlarının önünde küçük düşürülüyor. İlgili dönem hızla geçiriliyor. Dönem sonu sınavları ile çalışkanlar, başarı belgesi alanlar ile karnesinde ne hikmetse zayıf almak suretiyle hem öğretmenden, hem ebeveynlerinden azar işitenler belli oluyor. Zayıf alanlar için ne hikmetse, eğitim sisteminin ve velilerin değil de tüm suçun öğrencide olduğu ve bunu karnedeki bir notun belirlediği bir yapıyı düşünebiliyor musunuz? Böyle bir yapıda kaç nesil eritildi kim bilir?
Karnedeki o zayıfların sorumlusu tek başına öğrenci değil, hepimiziz. Bir öğrenciyi yetiştiremediysek sorumlu biziz. Çünkü o başarısız olmadı, biz ona yetişemedik. Ellerimizden kayıp gitti yavrularımız ve en kolay, en acımasız olanı yaptık; suçu ona attık, yaramazlıklarını, arkadaş çevresini, onu diğer insanlardan ayıran kişisel özelliklerini bahane edip öylece suçladık. Aferin bize(!).
Lütfen her şeyi yeniden ve yeniden ele alalım. Her dönem sıfırdan başlayalım; önce kendimizi, sonra başkalarını eğitmeye çalışalım ve eğitmeye çalıştığımız şeyin çok yönlü bir varlık olan insan olduğunu asla unutmayalım. Allah aşkına, hangimiz evimize bir süre bakmadığımız zaman nasıl toz biriktiğini ve zamanla nasıl sağlıksız ve yaşanamaz hâle geldiğini bilmeyiz ama ne hikmetse kendi şuurumuzun, kişilik yapımızın, eğitim sistemimizin yıllarca aynı şekilde kaldığında sağlıklı kalabileceğine inanıyoruz.
Haddimi aşan noktalar için özür dilerim. Yaşadıklarım ve hissettiklerim böyle konuşuyordu, aktarmak istedim. Esenlikle kalın efendim…