Yeni dünya

İnanmadan bir yol bulup nereye gitsin ayaklar? Göz neye bakacağına nasıl karar versin? “Neden?” diyen, nedenini bulduktan sonra “nasıl?” diye sorsun? Sorular sorulsun en baştan, cevaplar verilsin, kalp inansın, sonrası çorap söküğü gibi gelir...

“BUYURSUN gelsin, başımın üstünde yeri var” derlerdi gelecek olana. İki katlı cumbalı evlerde, ahşap merdivenlerden çıkıp bembeyaz çarşaflar serilir, işlemeli yastıklar ve saten kaplı yün yorganlar örtülürdü misafire. Mutfakta heyecanla dolaşan ayaklar ve kâğıt keselerle, filelerle kapı tokmağını vuran eller vardı o zamanlar. “Misafir” deyince yüzlerde güller açardı bereket gelecek diye. Ev sahibi alt kata sererdi yatağını, misafir üst katta, baş üstünde uyurdu. Ahşabın, kerpicin sıcaklığı, duman tüten bacalar, ekmek tüten ocaklar… O sıcaklık gönüldeydi, gözdeydi…

Misafir umduğunu değil, bulduğunu yerdi. Bir kaba uzanırdı bütün kaşıklar. Bir bardak su, bir soğuk testi dolanırdı küçükten büyüğe. Su küçüğün, söz büyüğündü çünkü. Gönül erken doyardı sevgiyle pişen aşlar yenirken. Bulgur pilavıyla bir tas ayran, bir baş soğan ziyafetti gelene. Bayram geldi mi hele, çocukların cıvıltısı, neşesi sarardı sokakları ve bükük beller doğrulur, buruşuk eller öpülür, fersiz gözler ışırdı. Kapı önleri ayakkabılarla dolar taşardı. “El öpenlerin çok olsun” duasını alan, harçlığını eline sıkıştıran çocuk, bakkalın yolunu tutardı.

Şimdilerde misafir ağırlamak eziyet âdeta; gelenin gözüne bakıyor ev sahibi “Ne zaman gidecek?” diye. Gelen, umduğunu yemeden gitmiyor zaten. Her şey kusursuz olsun, evin sırrı dışarı çıkmasın diye ter dökerken ev sahibi, misafirse ayıp arayıp lâf sokuyor bir taraftan. İnsan, insanın ağısını alırdı hani? Başın üstünde yer mi kaldı? “Gönlün sığdığı yere her şey sığar” derlerdi, iki odaya doluşurdu eltiler, görümceler, kayınlar, enişteler, dedeler, torunlar… Biri konuşurken herkes onu dinlerdi usul usul çaylarını yudumlarken. Şimdi o kalabalığın yerinde gümüşlükler, koltuklar, masalar var. Üstüne basılmayan halılar var…

Edep ne çok yakışırdı taze gelinlere, genç kızlara. Edebin yakışmadığı mı olur? Evvel zaman içinde kendini dinler, kendiyle baş başa kalır ve muhabbet edecek gönül arardı insan. Misafir odası yerine çocuk odası var şimdilerde oyuncak sepetleriyle dolu. Bilgisayar ve telefon, bir organdan farksız! Büyüklerin sohbetini duymadan çizgi filmle büyüyor çocuklar. Hastadan, yaşlıdan, dertliden, borçludan, yetimden kaçıyorlar. Ama daha çok hasta, daha çok borçlu, daha çok dertli var, değil mi? Kişisel gelişim kitapları var artık raflarda. Kendini korumanın yollarını anlatıyorlar. Zengin olmanın yolları, başarının sırları, mutluluk formülleri veriliyor.

Zavallı küçük dünya bu yükü çeker mi? Ahiretten uman yok ki… Herkes dünyadan umuyor mutluluğu. Egosu besili, gönlü yalnız ve zırhlara bürünmüş insanoğlu bilse ya cömert çoğaldıkça cimri, dost çoğaldıkça düşman azalır. İnsanın yükü onurdur aslında. Ne garip ki, nefsin istediği ne varsa sırtımızda o yüklü. Bu yorgunluk, bu bıkkınlık o yüzden. İnsan eksik olacak elbet bir yönüyle. Zengin ama hasta, sağlıklı ama öksüz, evli ama çocuksuz… “Olan, olmayanla paylaşsın” diye eksiğizdir belki de. Ahirette tamamlanmak için eksiğizdir belki. Misafiriz madem bu dünyada, “Misafir umduğunu değil, bulduğunu yer”, değil mi? Tamam olana şükür, eksik olana sabır… ;nsanlık bu değil mi?

Kaybolduğumuz yerde arasaydık, şimdiye bulurduk kendimizi. Ama ne var ki, başka yerde arıyoruz bulamayacağımızı bile bile. Salkımdan düşen tane buruşur, sonra da çürür. Salkım köke bağlıdır çünkü. Kök de hayata… “Ben” derken kurudu çeşmeler, otlar; “ben” derken kara duman oldu temiz havalar; “ben” derken boşaldı bayram günleri sokaklar; “ben” derken doldu huzurevleri, yetimhaneler, hapishaneler… Biz doyardık eskiden bir lokma ekmekle, “ben” derken acıktı ruhlar, doymuyor karınlar.

Bizim şarkılarımız aşkı överdi. “Ben” dedikten sonra bitti aşk. Yerinde, ihanet ve nefret dolu feryatlar kaldı. Boşanmayı en başından göze alıp “Olmazsa olmaz, ne yapalım, ayrılırız!” diyerek kuruluyor yuvalar. İki kişi bir olmayı kabullenirse, herkes o birlikten nasibini alır.

Süleyman (as), zenginler ve sultanlar için; Yûsuf (as), güzeller için; Eyyûb (as), dertliler için gelmiş olmalı dünyaya. Zenginler tevazu ve şükür öğrensinler, güzeller edep, dertliler de sabır.

İnanmadan bir yol bulup nereye gitsin ayaklar? Göz neye bakacağına nasıl karar versin? “Neden?” diyen, nedenini bulduktan sonra “nasıl?” diye sorsun? Sorular sorulsun en baştan, cevaplar verilsin, kalp inansın, sonrası çorap söküğü gibi gelir...

Tasavvuf ehli yaşlı bir teyze dizlerinden ağır bir ameliyat geçirmiş ve yürüyebilmek için fizik tedavi görmeye başlamış. Aylarca heyecan ve sevinçle yürümeye çalışmış. Doktor hayretle bakıp sormuş: “Teyzeciğim, böyle birini ilk kez görüyorum! Buraya gelen her hastamın yüzü asık ve üzgündür, sense çok güler yüzlüsün. Kolay değil, felç olmuştun ama neden diğerlerinden farklısın?”

Doksanlı yaşlardaki teyze daha çok şaşırmış bu soruya: “Evlâdım, niçin sevinmeyeyim? Bunca yıl hep yürüdüm, bilmem, şükredebildim mi? Şimdi ise tekrar Allah’ın yürüme lütfuna ereceğim günü bekliyorum!”

Derdini başının üstünde gezdirenler için aydınlık bir yüz ve tatlı bir gülüş, hazırlanmış bekliyordur ötelerde, eminim!