“BUYURSUN gelsin, başımın
üstünde yeri var” derlerdi gelecek olana. İki katlı cumbalı evlerde, ahşap
merdivenlerden çıkıp bembeyaz çarşaflar serilir, işlemeli yastıklar ve saten
kaplı yün yorganlar örtülürdü misafire. Mutfakta heyecanla dolaşan ayaklar ve kâğıt
keselerle, filelerle kapı tokmağını vuran eller vardı o zamanlar. “Misafir”
deyince yüzlerde güller açardı bereket gelecek diye. Ev sahibi alt kata sererdi
yatağını, misafir üst katta, baş üstünde uyurdu. Ahşabın, kerpicin sıcaklığı,
duman tüten bacalar, ekmek tüten ocaklar… O sıcaklık gönüldeydi, gözdeydi…
Misafir
umduğunu değil, bulduğunu yerdi. Bir kaba uzanırdı bütün kaşıklar. Bir bardak
su, bir soğuk testi dolanırdı küçükten büyüğe. Su küçüğün, söz büyüğündü çünkü.
Gönül erken doyardı sevgiyle pişen aşlar yenirken. Bulgur pilavıyla bir tas
ayran, bir baş soğan ziyafetti gelene. Bayram geldi mi hele, çocukların
cıvıltısı, neşesi sarardı sokakları ve bükük beller doğrulur, buruşuk eller
öpülür, fersiz gözler ışırdı. Kapı önleri ayakkabılarla dolar taşardı. “El öpenlerin
çok olsun” duasını alan, harçlığını eline sıkıştıran çocuk, bakkalın yolunu
tutardı.
Şimdilerde
misafir ağırlamak eziyet âdeta; gelenin gözüne bakıyor ev sahibi “Ne zaman
gidecek?” diye. Gelen, umduğunu yemeden gitmiyor zaten. Her şey kusursuz olsun,
evin sırrı dışarı çıkmasın diye ter dökerken ev sahibi, misafirse ayıp arayıp
lâf sokuyor bir taraftan. İnsan, insanın ağısını alırdı hani? Başın üstünde yer
mi kaldı? “Gönlün sığdığı yere her şey sığar” derlerdi, iki odaya doluşurdu
eltiler, görümceler, kayınlar, enişteler, dedeler, torunlar… Biri konuşurken
herkes onu dinlerdi usul usul çaylarını yudumlarken. Şimdi o kalabalığın
yerinde gümüşlükler, koltuklar, masalar var. Üstüne basılmayan halılar var…
Edep
ne çok yakışırdı taze gelinlere, genç kızlara. Edebin yakışmadığı mı olur? Evvel
zaman içinde kendini dinler, kendiyle baş başa kalır ve muhabbet edecek gönül
arardı insan. Misafir odası yerine çocuk odası var şimdilerde oyuncak sepetleriyle
dolu. Bilgisayar ve telefon, bir organdan farksız! Büyüklerin sohbetini
duymadan çizgi filmle büyüyor çocuklar. Hastadan, yaşlıdan, dertliden, borçludan,
yetimden kaçıyorlar. Ama daha çok hasta, daha çok borçlu, daha çok dertli var,
değil mi? Kişisel gelişim kitapları var artık raflarda. Kendini korumanın
yollarını anlatıyorlar. Zengin olmanın yolları, başarının sırları, mutluluk
formülleri veriliyor.
Zavallı
küçük dünya bu yükü çeker mi? Ahiretten uman yok ki… Herkes dünyadan umuyor
mutluluğu. Egosu besili, gönlü yalnız ve zırhlara bürünmüş insanoğlu bilse ya
cömert çoğaldıkça cimri, dost çoğaldıkça düşman azalır. İnsanın yükü onurdur
aslında. Ne garip ki, nefsin istediği ne varsa sırtımızda o yüklü. Bu yorgunluk,
bu bıkkınlık o yüzden. İnsan eksik olacak elbet bir yönüyle. Zengin ama hasta,
sağlıklı ama öksüz, evli ama çocuksuz… “Olan, olmayanla paylaşsın” diye
eksiğizdir belki de. Ahirette tamamlanmak için eksiğizdir belki. Misafiriz
madem bu dünyada, “Misafir umduğunu değil, bulduğunu yer”, değil mi? Tamam olana
şükür, eksik olana sabır… ;nsanlık bu değil mi?
Kaybolduğumuz
yerde arasaydık, şimdiye bulurduk kendimizi. Ama ne var ki, başka yerde
arıyoruz bulamayacağımızı bile bile. Salkımdan düşen tane buruşur, sonra da
çürür. Salkım köke bağlıdır çünkü. Kök de hayata… “Ben” derken kurudu çeşmeler,
otlar; “ben” derken kara duman oldu temiz havalar; “ben” derken boşaldı bayram
günleri sokaklar; “ben” derken doldu huzurevleri, yetimhaneler, hapishaneler…
Biz doyardık eskiden bir lokma ekmekle, “ben” derken acıktı ruhlar, doymuyor
karınlar.
Bizim
şarkılarımız aşkı överdi. “Ben” dedikten sonra bitti aşk. Yerinde, ihanet ve
nefret dolu feryatlar kaldı. Boşanmayı en başından göze alıp “Olmazsa olmaz, ne
yapalım, ayrılırız!” diyerek kuruluyor yuvalar. İki kişi bir olmayı
kabullenirse, herkes o birlikten nasibini alır.
Süleyman
(as), zenginler ve sultanlar için; Yûsuf (as), güzeller için; Eyyûb (as), dertliler
için gelmiş olmalı dünyaya. Zenginler tevazu ve şükür öğrensinler, güzeller
edep, dertliler de sabır.
İnanmadan
bir yol bulup nereye gitsin ayaklar? Göz neye bakacağına nasıl karar versin? “Neden?”
diyen, nedenini bulduktan sonra “nasıl?” diye sorsun? Sorular sorulsun en
baştan, cevaplar verilsin, kalp inansın, sonrası çorap söküğü gibi gelir...
Tasavvuf
ehli yaşlı bir teyze dizlerinden ağır bir ameliyat geçirmiş ve yürüyebilmek
için fizik tedavi görmeye başlamış. Aylarca heyecan ve sevinçle yürümeye
çalışmış. Doktor hayretle bakıp sormuş: “Teyzeciğim, böyle birini ilk kez
görüyorum! Buraya gelen her hastamın yüzü asık ve üzgündür, sense çok güler yüzlüsün.
Kolay değil, felç olmuştun ama neden diğerlerinden farklısın?”
Doksanlı
yaşlardaki teyze daha çok şaşırmış bu soruya: “Evlâdım, niçin sevinmeyeyim? Bunca
yıl hep yürüdüm, bilmem, şükredebildim mi? Şimdi ise tekrar Allah’ın yürüme lütfuna
ereceğim günü bekliyorum!”
Derdini
başının üstünde gezdirenler için aydınlık bir yüz ve tatlı bir gülüş, hazırlanmış
bekliyordur ötelerde, eminim!