Yeni dünya kültü ve deizm

Kast Sistemi’nin binlerce yıl önce Hindistan’da ortaya çıktığını ve orayla sınırlı kaldığını söyleyelim. Müsebbibi, Ari ırk… Hâlâ egoizmin zirvesini yaşayan bu doyumsuz ırk, bu sistemi o zaman da kendi soyuna en üstte bir konum belirlemek ve bu konumunu korumak amacıyla kurmuştu. Daha sonra kendisi, Kavimler Göçü ile coğrafyayı terk etti ancak kurduğu inanç ve içtimaî sistem hâlâ varlığını korumakta. Bu yapıyı ayakta tutan felsefe, “Varna” adını almakta. Bu felsefenin değişmez gerçeği, tüm insanların doğuştan dört kasta ayrıldığı ezberi...

BİNYILCI felsefenin en sonunda veya en üstünde yer alan “Ezoterik Tanrı”ya ulaşmadan evvel, insanlığın hayatına yamanmak istenen bir ara kültten söz edilmekte. Bu kült, Hindistan’dan alınma... Uzak Doğu inançlarının ana unsuru olarak karşımıza çıkan şey, “reenkarnasyon”…

Çağımızda, olabildiği kadar sıkışan ve daralan zaman içerisinde, Binyılcı Ezoterizmcilerinin iman ve inanç bazında yapmak istedikleri şu: Mevcut Batı dinlerini yani Yahudilik, Hıristiyanlık ve Müslümanlığı kaldırmak, din bağlılarını birbirine aktarmak veya misyonerlik değil. İstenen; herkesin kendi dini içerisinde kalması, hattâ kendi dininin dindarı olması… Ama Hindistan Brahmanizminde ve diğer Uzak Doğu inançlarında olduğu gibi “reenkarnasyon”a inanılması da isteniyor yani “ruh göçü”ne…

Bu arada, Suriye’ye hâkim olan Nusayrilerin de reenkarnasyona inandıklarını hatırlatmış olalım. Onun için ülkemizde, Hatay bölgesinde yaşamakta olan yerli Nusayriler arasından zaman zaman geçmiş yaşantılarının hikâyesini anlatan çocuklar, gençler ve yetişkinler çıkmakta.

Malûm, reenkarnasyon, en başta Hindistan inancının temelini teşkil etmekte. Mevzubahis inancın hayata yansıyan toplumsal tarafı, “Kast Sistemi” olarak karşımıza çıkmakta. Buna göre insanlar dört kategoride değerlendirilmekte. Buna insan hâlinden önceki alt katmanları da eklemek gerek. Yani ruhun cansızlarda, bitkilerde ve devamında hayvanlarda oluşmasından söz ediyoruz. Bu ön eklemelerle kast/katman sayısı çoğalmakta. Yani söz konusu anlayışa göre ruh, âlemin cansız cisimlerinde de bir cevher olarak saklıyken, birdenbire bitkilerde tecelli etmekte. Böylece yararlı bir bitki olarak “otsu hayat”ını tamamlayan ruh, peşi sıra hayvanlara geçmekte. Aynı şekilde, yararlı hayvan olarak “hayvanî hayat”ını da tamamlamış olan ruh, söz konusu hayvanın ölümüyle birlikte insanda yeniden doğmakta. Ve Hindistan’ın içtimaî kastının en altında ortaya çıkmakta. Parya yani “hayvan-insan” diyebileceğimiz bir biçimde, beşerî dönemin ilk basamağında buluyor kendisini böylece, hattâ basamak altında…

Hint Kast Sistemi, “Hindu dinine inananların toplumsal olarak örgütlenmesi amacıyla yaratılmış bir sosyal merdiven sistemi” diye tarif ediliyor. Her Hindu mecburen bu kastın içine doğmakta. Her kast, toplumda özel bir konumu olan ve bu nedenle öteki gruplardan kesin sınırlarla ayrılan insan topluluğu sayılıyor.

Kast Sistemi’nin binlerce yıl önce Hindistan’da ortaya çıktığını ve orayla sınırlı kaldığını söyleyelim. Müsebbibi, Ari ırk… Hâlâ egoizmin zirvesini yaşayan bu doyumsuz ırk, bu sistemi o zaman da kendi soyuna en üstte bir konum belirlemek ve bu konumunu korumak amacıyla kurmuştu. Daha sonra kendisi, Kavimler Göçü ile coğrafyayı terk etti ancak kurduğu inanç ve içtimaî sistem hâlâ varlığını korumakta. Bu yapıyı ayakta tutan felsefe, “Varna” adını almakta. Bu felsefenin değişmez gerçeği, tüm insanların doğuştan dört kasta ayrıldığı ezberi...

Bu insanlık dışı ezberin yansıması olarak sistemin en belirgin özelliği, kesin hatlarla ayrılmış olan sınıf farklılıkları olarak karşımıza çıkmakta. Bu sebeple sistem içine doğan çocuklar, hangi kasta dâhilse ölene kadar o basamakta kalmak zorunda. Ama bazı durumlarda kast tabakası altına çekilme hâlinin olduğunu da belirtelim.

Mevzubahis kast sınıfları yukarıdan aşağıya doğru şu şekilde sıralanmakta: Brahmanlar (din adamları ve üst yöneticiler), kşatriyalar (komutan ve askerler), vaysiyalar (tüccarlar ve çiftçiler), sundralar (işçiler ve köleler)… En altta “paryalar” -ki bu kesim, sınıfsal sisteme girememiş olup insan yerine konulmayan “hayvan-insan” olarak tarif edilebilir-… Aslında Kast Sistemi, 1975 yılında resmen kaldırılmış durumda. Ama hâlâ uygulandığını da söylemek lâzım.

Kastın altındaki kimliksiz-kişiliksiz bir tabaka olan parya basamağında hayatına başlayan insan, iyi bir parya olarak yaşamakla mükellef. İyi bir parya olarak ölen kişi, öteki âlemde kalabalık bir “tanrılar konseyi”nin huzuruna çıkıyor ve orada durumu tartışılıyor. Şayet iyi not alır ise söz konusu parya ruh, dünyaya bir üst seviyede tekrar gönderiliyor. Yani böylece bir önceki hayatında “iyi parya” olarak yaşayan birey, sundralar/işçiler ve köleler basamağında yeniden başlıyor hayatına.

Böyle olduğuna inanılıyor.

Eğer ikinci hayatında kişi, bir “iyi sundra” olursa, ölümünün sonunda dünyaya tekrar gönderildiğinde, vaysiya/tüccar ve çiftçi olarak devam ediyor üçüncü hayatına. Hülâsa bu döngü, “yaşam, ölüm ve geri dönüş” şeklinde birkaç kez tekrarlanarak devam edip gidiyor. Tâ ki bireyin brahman/din adamı ve üst yönetici kastına ulaşmasına kadar… Son olarak brahma sınıfında ölen için geri dönüş yok. Artık o, öteki dünyadaki hayatına “insan brahmanları törenle karşılayan ve durumunu analiz eden tanrılar konseyi’nin bir bireyi” olarak dâhil oluyor. Bu nedenle her “iyi brahman”ın ölümüyle birlikte tanrı sayısı bir daha artmış oluyor. Bu anlayışın enkarnelerinin/git-gellerinin felsefî adı, “Nirvana”… Nirvananın en üst seviyesine ulaşanlara da “minerva” deniliyor.

Zalim Kast Sistemi; bir zamanlar, yaşadıkları göç sonunda Hindistan’a ulaşan ve oranın zavallılarını kontrolü altına alan Ari/Aryan/Aryanik ırkın şeytanî bir plânı olarak karşımıza çıkmakta. Günümüz Batı medeniyetinin de sahibi olan Aryanikler, birkaç bin yıl önce ortaya çıktıklarında, bugünkü Mısır-Sudan arasındaki bölgenin hâkimiydiler. Bu kavmin en belirgin özellikği, kendisini diğer insanlardan farklı bir ırk olarak görüyor olmasıydı. Kendi anlayışlarına göre onlar, “Tanrı’nın çocukları”ydı ve bu itibarla “dünyanın/yeryüzünün tanrıları” da onlardı. Kanları maviydi. Tarihe çıkış zamanlarının da “mavi kanlı kutsal hanedanları” olduklarına inanan bu şeytanî varlıklar, başlangıçtan bu yana diğer insanlarla karışmamak yani kanlarını bozmamak için ellerinden geleni yaptılar.

İki ümmet, iki zaman

Hindistan’ın Kast Sistemi de böyle bir düşüncenin/plânın parçasıydı. Bu sistemi kuran Aryanların bugünkü düşünceleri/durumları da değişmiş değil. Hâlâ insanlığın, kendi kafalarından icat ettikleri kastın parçaları olduğuna inanmaya devam ediyorlar. Adı Hindistan’daki gibi açıkça konulmasa da dünya, onların imparatorluk dönemlerinde ve medeniyetleri içerisinde kastlar hâlinde belirlendi. Hattâ bugün kendi milletleri/ulusları gibi duran toplumlarda bile “gizli kast”ın uygulama alanları yaşama dâhil…

Hülâsa Aryanitler, insanları “kendileri ve diğerleri” olarak ikiye ayırmaya devam ediyorlar. Diğerleri, bu dünyanın paryaları… Kendileri ise “yeryüzünün yarı tanrıları/Tanrı oğulları” olarak mavi kan taşıyorlar damarlarında. (Güya!)

Cermenler/Germanlar ve eşdeşlerinin oluşturduğu bu Aryanlar kimler? Biz, Tevrat tarihinden sağılmış ve çeşitli İslâmî kaynaklarda da kısmen konuşulmuş olan bir varsayımdan söz ediyoruz. Hazreti Nuh ümmetinin yıkılışı ile birlikte Tufan’ın bugüne dönük yüzünde oluşan “yeni ümmet”in kök hücresini taşıyan “Nuh’un gemisi”nin yeryüzüne inmesi ile ilgili bir teoriden yani…

Temel hattı itibariyle bu konunun Kur’ân’da da teyit edilmiş durumda olduğunu da söylemiş olalım. Buna göre Hazreti Nuh’un üç oğlu; Yafes, Sam ve Ham, “yeni/modern dünya”nın kök hücresini oluşturacak aile babaları olarak, yeni hayatlarına “Cudi dağı” eteklerinde başladılar. Bazı kaynaklar, söz konusu “üç Nuhoğlu”nun dışında yetmiş ya da iki yüz kadar inanmışın da zamanımız ümmetinin kök hücresi olmak üzere Tufan’ın sonrasına taşındığını söylemekte. Öyle ya da böyle, bu teori yeni insanlığın nereden türediğini ortaya konuyor bu ifadeyle. Dolayısıyla şu anda dünya üzerinde yaşayan tüm kavimlerin babalarının bu “üç oğul” veya onlarla birlikte gelen diğer aileler olduğu kesin!

Bu itibarla türeyiş konusunu üç oğul üzerinden yürürsek, Aryaniklerin de “ikinci ya da üçüncü genetik modifikasyonu devresi”nde Hindistan/İndüstan bölgesinde doğmuş, Yafes ve Sam melezi/kırması olma ihtimâli yüksek.

Ancak bir kısım Batılı Aryanolog -ki bunlar, mavi kanlı yarı tanrılar masalına inananlar olarak karşımıza çıkmakta- bu düşüncede değiller. Türeyiş teorilerini Nuhoğulları ve beraberindekiler üzerine bina etmiyor, tarih öncesi efsanelere dayandırıyorlar. Şayet bunlar türeyiş tasavvurlarını Nuh Peygamber gerçeğine dayandırmış olsalardı sıradanlaşacak ve Nuhoğullarından bir oğul yahut torunlarından bir torun olacaklardı ve tanrılıkları/tanrızâdelikleri söz konusu olmayacak, insanoğlundan sayılacak ya da kanları kırmızılaşacıktı. Bu yüzden “tanrı mîrasçısı” sayılmayacak ve tahakküm/hükümranlık hakları ortadan kalkacaktı. Bundan sebep, “Nuh’tan (aleyhisselam) saymadılar kendilerini. Bu bağlamda Doğu ve Batı efsaneleri anlamında iki teori bina edip Atlantis ve Mu uygarlıklarından söz ettiler/etmekteler.

Bu teoriye göre Doğuluların, Mu halkının enkazından doğduğu, Batılıların da Atlantis halkının enkazıyla genetik bağları olduğu söylenmekte. 

Söz buraya gelmişken, bir bağlam anlamındaki sual şu: Evrim anlayışı sonucunda ulaşılan “yedi kök soy/beşer sektörü”nü hatırlatarak, işin nihâyetinde görülen “iki kök uygarlık” iddiası doğru olabilir mi? Doğruları da olmalı, yanlışları da… Sebebi ve adı her ne olursa olsun, dünyanın her döneminde ya da insanlığın her devrinde kurulan “siyâsî sistemin/sistemlerin” düalist olduğu ön kabulünden hareketle diyebiliriz ki, bir önceki “zamansal paket” olan “Hazreti Nuh ümmeti dönemi”nde de siyasette iki unsurdan söz etmek mümkün! Günümüz “Hazreti Muhammed ümmeti dönemi”nde olduğu gibi iki kutup/iki blok standardından söz ediyoruz. Meselâ NATO bloku, Varşova-Sovyet bloku gibi… Hazreti Nuh dönemindeki iki blokun adı da coğrafyaları itibariyle Atlantis ve Mu bloku olabilir veya bu şekilde isimlendirilebilir yahut nitelendirilebilir.

Lâkin günümüzde de olduğu gibi bu iki bloğun hak ve bâtılın mücadelesinin iki tarafı olduğu kanaatinde değiliz. Ama bu itibarla bir “üniversal bilinç” tarafından bâtılın iki blok olarak şekillendirildiğini de söyleyelim. Bununla birlikte, her iki tarafın da kendi tarifini hak, karşı tarafı bâtıl olarak gördüğünü eklemek lâzım. Üstte “Hazreti Muhammed ümmeti” dedik ya, zamanımızda Hazreti Muhammed ümmetinden kasıtla sadece Müslümanlar akla gelmekte. Oysa O’nun ümmeti, tüm insanlıktı. Günümüzde bunların bir kısmı Müslüman olmuş durumda, kalanların da Müslüman namzetleri olarak nitelendirilmesi lâzım.

Hazreti Nuh ümmetinin âhir zamanında, Hazreti Muhammed ümmetinin bin 500 senede aldığı yolu 800 senede kat ettiği kanaatindeyiz. Bugün Hazreti Muhammed ümmetinin (insanlığın) bin 500 yıllık süre zarfında günümüz teknolojik seviyeye ulaştığına şâhidiz ya, bu süreci Nuh ümmetinin 800 gibi bir zamanda aştığı ve günümüz teknolojik bilgi ve bulgularına ulaştığını tahmin ettiğimizi söylüyoruz. Hattâ diji-gnosis çağın sonuna doğru gelen nükleo-dijital dönemde bugünkü seviyenin ötesine geçtiği de muhtemel... Tabiî ulaşılan tekno seviye, bloklar arasındaki kavgayı da zirveye çıkartmış ve o zamanın 2020’si sonrasına ulaşılmıştı. Hattâ o ortamda iki saklı gücün/illegal karanlık merkezin bu blokların egosunu kışkırttığını ve kıyamet savaşını tetiklemek arzusunda olduğunu da ekleyelim. Yani tıpkı günümüzdeki “Binyılcılar ve Yüzyılcılar” gibi... Hattâ “İki Yahudi” veya kadim ekol ikilemesi olarak Mısır ve Babil gibi…

Zülkarneyn, o dönemde “hakk”ı temsil eden bir gücün yanında. Buna göre şayet iddiamız doğruysa, Mu ve Atlantis’in dışında bir başka merkez/ medeniyet/ devlet/ imparatorluk daha var. Ve “oranın komutanı da “çift boynuzlu miğferiyle ünlü olan Zülkarneyn” idi. 

Zülkarneyn

Bu “iki fitneci gücün/merkezin adı neydi? Muhtemelen Gog ve Magog yani Yecüc ve Mecüc… Lâf madem bu parsele geldi, konuya Zülkarneyn’i dâhil etmek durumundayız.

Malûm, Kur’ân’da da Zülkarneyn’in adının geçmesinin sebebi, Yahudilerin konuyu Hazreti Peygamber’e sormasıyla ilintili… İslâm kaynakları, Zülkarneyn’i peygamber sahip saymama noktasında muğlak bir anlayışa sahip. Kur’ân’daki anlatım tarzına bakılırsa o, bir komutanı temsil etmekte. O hâlde yukarıda altı çizilenden hangi anlayışın komutanı olduğu sorulduğunda, anladığımız kadarıyla “iki siyâsî blok” üstünden insanlığı, zamanın kıyameti plânında çarpıştırmak isteyen Mu ve Atlantis komutanlarından değil. Zira bu iki unsurun da bâtılın iki kanadı olduğunu söyledik ya tıpkı günümüzde olduğu gibi…

Oysa Zülkarneyn, o dönemde “hakk”ı temsil eden bir gücün yanında. Buna göre şayet iddiamız doğruysa, Mu ve Atlantis’in dışında bir başka merkez/medeniyet/devlet/imparatorluk daha var. Ve “oranın komutanı da “çift boynuzlu miğferiyle ünlü olan Zülkarneyn” idi.

Bu noktaya şunu da ekleyelim: Birtakım çevreler, kafasında çift boynuzlu miğfer/tolga taşıyan efsanevî Oğuz Kağan’ın Zülkarneyn olduğunu iddia etmekteler. Biz bu kanaatte değiliz. Zira Oğuz Kağan efsanesi ne kadar eskiye taşınırsa taşınsın, Zülkarneyn’e göre çok yeni ve bizim tarihimize yakın durmakta. Nuhoğlu Yafes’in dördüncü kuşaktan torunu olduğu iddia edilen Oğuz Kağan’ın da dünyanın değişik yörelerine sefer yaptığı hususunda bilgiler var ama arzın dört bir tarafına sefer eyleyen başka hükümdarlar da tanıyoruz. Bu nedenle hayatını yeryüzündeki değişik savaşlarda geçiren her hükümdarı Zülkarneyn saymak, doğru bir tespit olmaz.

Kur’ân anlatımına göre Zülkarneyn, ordusuyla birlikte doğuya ve batıya iki sefer yapmakta. Üçüncüsü de var ama ilgilendiğimiz ilk ikisi… Acaba siyaseten o zamanın doğusu ve batısı, günümüzün doğusu ve batısı mı? Ama tarifi, gündoğumu ve günbatımı olarak anlayalım yine de… Günümüzde neşet ettiği yer ve zaman itibariyle günbatımı, Batı medeniyetini temsil ediyor. Batı’nın karşısında yer alan Doğu olarak Asya’da, meselâ çin’in ya da Seylan/Sri Lanka patlamasıyla birlikte tahmin ettiğimiz gibi yeni Hindistan’ın çıkacağını düşünerek, diyelim ki Zülkarneyn, ilk önce “zamanın doğusu”nda yer alan Çin ya da Hindistan’a yani Çin-Hindistan Küreselcilerinin veya Asya Binyılcılarının, daha doğrusu “Mu kıyametçileri”nin üzerine; daha sonra dünyanın batısında yer alan AB ve ABD’ye veya Avrupa-Amerika Küreselcilerinin veya Batılı binyılcılarının, daha doğrusu “Atlantis kıyametçileri”nin üzerine sefer yaptı. 

Bunlar birer “Kızılelma seferi” miydi? Yani dünyanın gidişatının hiç de iyi olmadığını anlatmak üzere yapılan iki sefer miydi bunlar?

Söz konusu zaman, Hazreti Nuh’un ümmeti dönemi olduğuna göre, Zülkarneyn, Hazreti Nuh’un çağdaşı ve inanmışı olarak, insanlığı felâkete sürükleyen bu iki unsura, “slm” hakikatini anlatmak üzere mi yola çıkmıştı? Muhtemelen...

Ya Yecüc ve Mecüc?

Yukarıda da dedik ya, aslında mevzubahis iki uygarlık, “merkez organizasyonu” değildi. Bu “iki merkez organizasyon”un derinliğine sızmış olan “iki fitneci mikrop/virüs” idi. Böyle diyelim ki adres doğrulsun! Yani günümüze benzeterek izah etmek gerekirse, meselâ Binyılcılığın iki şövalye merkez ekolü veya iki tür kripto sermaye kampı ya da iki Yahudi unsuru…

Peki, Zülkarneyn’in set arkasına sakladığı sır neydi? Zannımızca bu sualin bir seri cevabı var ama biz, total olarak iki başlıkta verelim karşılığı: Ahir zaman medeniyet bilgileri ve kıyamet tetikleyicisi veya mahşerin fünyesi…

İki kök uygarlık

Dönelim “iki kök uygarlık” iddiası istikametindeki anlatıma…

Söz konusu anlayışa göre, ortaya attığımız Mısır ve Babil ekolü Doğulular açısından Mu’ya, Batılılar açısından Atlantis’e dayanmakta. Yani üniversal siyaset anlayışında “Mucu Babil” ile “Atlantisçi Mısır” karşımıza çıkıyor. Bunların dışında bir başka teori daha var. Buna göre bugünkü insanlığın kaynağı sadece Atlantis… Ve çıkış/türeyiş yeri de Mısır ve periferisi… Buradan hareketle “türeyiş çerçevesi”nin orta yerine Milât öncesi 150 bin yıl öncesine uzanan, “iki kere kadim Mısır medeniyeti” başlangıç olarak konulmakta. Bu, 150 bin yılın yarısında yani Milât öncesi 70025 yılında yaşanan bir “büyük felâket”ten söz ediyor. Bu büyük felâket Nuh Tufanı değil! Çünkü aynı uzmanlar, Tufan için Milât öncesi 12000 yılını işaret ediyorlar. Dün yani…

Tabiî bunun aksini söyleyenlerin olduğunu da kayda geçelim. Hattâ aksinin daha doğru olduğu hususunda bir genel kabul de oluşmakta. Ve ondan sonraki dönemde de günümüz insanlarının bina edildiği iddia edilmekte. Buradan hareketle sözünü ettiğimiz Binyılcılık temel aklı da, Yüzyılcılık temel aklı da onlara ait… Ayrı gayrıları yok!

Günümüzde görünen ayrılıklar/farklılıklar ise “Mısır-Sudan-Somali” üçgen aralığında ortaya çıkan “ailedışı evlilikler yasağı” ile sabitlenmiş olan Ari ırkın, iki farklı anlayışa sahip “tanrı babalar”ının hükümranlık konusundaki anlaşmazlıkları sebebiyle sülâleden kendi ailelerini ayırmalarıyla ilgili bir sonuç. Bu “ailevî tanrı krallar”dan “Manu” adlı birinin, bağlılarını yanına alarak bölgeden göçüp önce Arabistan’a, sonra İran’a ve Asya’nın içlerine geçtiği söyleniyor.

İlerleyen zaman içinde, bu iki Ari unsurdan bir kısmı Mısır, bir kısmı da Babil uygarlığının kök hücresini oluşturdu. Böylece dünyayı “iki kutuplu” hâle getirme plânının temel parçaları oldular. Ve husûmetlerini bu kutuplar üzerinden “iki ayrı tanrı anlayışının evlâtları” şeklinde modifiye ettiler. Böylece “ailedışı evlilikler yasağı” gibi “aileiçi inanç ketumluğu” ile sabitlenmiş olan kripto Ezoterizmin iki kanadının ortaya çıktığını tahmin edebiliyoruz. Bir başka tahminimiz de iki ayrı tanrının evlatlârından bir kısmının ülkeleri idare ettikleri, bir kısmının da bu konfordan aciz kaldıkları yönünde. Yani “ülke mâliki hanedanlar” ile “ülkesiz hanedanlar”dan söz ediyoruz: Melikler ve mâlikler...


Böylece ülke sahibi hanedanlar yani melikler, dünyevîleşmeye yöneldiler. Tanrılıklarını dünyada yaşayacaklardı. Bu nedenle kırmızı kanlı insanların üzerlerine bina ettikleri tahakkümlerini ebediyyen sürdürme kararı aldılar. Diğerleri ise ruha yöneldiler; spritüelist bir teknikle Ezoterik-gnostik inançlarında derinleşerek hükümranlıklarını öteki dünyada/boyutta kurmak fikrine kapıldılar. Bu ve öteki dünya anlayışlarının hem Mısırcı, hem de Babilci ekolleri oluştu. Böylece “bu dünya”nın egemenliğine râzı olanlarla “öteki dünya”nın egemenliğini umanlar arasında oluşan ayrılık, günümüzün Binyılcıları ile Yüzyılcılarını doğurdu. Bu, pratik ve teorik egemenliğin belirleyeni/sınırı ise kıyamet savaşı olarak orta yere ikâme edildi. Yani öte dünya egemenliğini bekleyenlerin tek yapacakları şey, bir kıyamet savaşı ile dünyayı bitirip “ahiret dosyası”nı açmakla kaim oldu.

Yüzyılcılar ise egemenliklerini bu dünyada sürdürmek niyetindeler. Bu nedenle kıyamet savaşı, onların inancında yer tutmadı. Hâlâ yok! Onlar “dünya savaşları” ile idare ediyor kan içiciliklerine ve bunu her yüzyılda bir “total savaş” ile teskin ediyorlar. Bu manzaranın nihâyetinde Binyılcılar, Yüzyılcıları mavi kana ihanet ve insanlaşmakla suçlamaktalar. Bu nedenle tanrı oğullarının dünya ve insanlarla kurdukları yersiz ilişkiyi kopartmak için “kıyamet temizliği”ni şart koşuyorlar. Kıyamet temizliği fırsatı da bin yılda bir geliyor. Söz konusu fırsatın Milât sonrasının üçüncü binyılı yaşanmakta. Kıyamet kapısının ardına kadar açıldığı tam tarihi de verelim: “2033-2039” aralığı…

Şu anda yaşananlar, “ön kıyamet” kültür-fiziği olarak algılanmalı. “Hakîki kıyamet” 14 sene sonra başlayacak geri sayıma: 3… 2… 1… Ve önce kıyamet ve peşi sıra mahşer!

Aslında her iki grup da gerek pratik/somut egemenlik, gerek teorik/soyut hükümranlık hususunda insanlara ihtiyaç duymakta. Çünkü kendi Ezoterik dâvâları için çarpışacak şovalyelere ihtiyaçları var. Derin şovalyelere... Bu derinliği oluşturmak için Binyılcılık, ya Hindistan’da olduğu gibi Kast Sistemi ya da dünyanın diğer dinlerinin içerisine sızarak oluşturduğu “sızıntı inanç” alanının gereksinimi için “inisiyasyon tekniği” ile devşirdiği insanları “nirvana eğitimi”nden geçirerek “kutsal şovalyeler” hâline getirmekte. Yüzyılcılar ise kurdukları devletin kanunlarıyla oluşturdukları ordularını kullanıyorlar. Yani Binyılcıların şovalyeleri kutsal, yüzyılcıların şovalyeleri ise askerî… Bu nedenle yüzlerce seneden beri insanlık ya “kutsal şovalyeler” yahut “asker şovalyeler” hâlinde “ekollerin kutsal efendileri”ne hizmet etmek üzere kuruluyor ve çarpıtılmış “hamâset kavramları”nın gölgesinde “kutsal ölüm”ü tadıyorlar (tadacaklar).

Ya biz neyiz?

Üçüncü dünyanın adamları olarak biz, Türkiye, “hakkı ve adaleti temsil eden taraf” olarak “binyıllık ve yüzyıllık plânlar” çerçevesinde “iki politik adres” üzerinden kendini tanzim ve tarif eden “doğru-yanlış yalanı” ya da “hakk-bâtıl aldatmacası” tiyatrosunda ne olacağız, ne olmalıyız? Seyirci mi, oyuncu mu, figüran mı? Ya da ne? Hangi tarafın seyircisi, oyuncusu, figüranı? Yahut bunun dördüncüsü yok mu? Varsa ne? “Olmak ya da olmamak… Bütün mesele bu!”

Yanlış anlaşılmaması için üst paragrafın girişindeki “üç dünya” ifadesine açıklık getirelim ya da ifade de küçük bir değişiklik yapalım:  Elbette şu an Türkiye, üçüncü dünyayı ifade etmiyor. Ama bir üçüncü dünyadan söz edilecekse, bu ifadenin tek örneğinin Rusya olabileceğini de söylemiş olalım. O da şimdilik...

Rusya, Türkiye ve İran’ın Astana, Soçi, Ankara ve Tahran buluşmaları, üçüncü dünya kurma girişimi değil, sadece 21’inci yüzyılın eşiğinde, özelde Suriye, genelde Orta Doğu konusunda Batılıların coğrafya ile ilgili tasavvurlarının antitezini oluşturmak ve sahada var olabilmek için “güç birliği” yapmaktan ibaret bir girişimdi. Bir “taktik siyaset” olduğunu söyleyelim.

Henüz Türk ve dünya kamuoyu 20’nci yüzyılda saplanıp kalmış analizlerin kısırlığı sebebiyle durumu anlamamış olsa da dünya politikasından neşet etmiş bir “Binyılcılık” ve bir de “Yüzyılcılığın” varlığından haberdarız. Birbirinin içine girmiş/sızmış olmaları sebebiyle bir tek varlık gibi algılanan bu iki gücün/unsurun, 21’inci yüzyıl ve üçüncü binyıl eşiğinde olması muhtemel “dünya savaşı”nın ve “kıyamet savaşı”nın iki karşıt şovalyesi/ordusu olma ihtimâli de malûmumuz. Bu durumda, şu an dünya yüzeyinde hüküm süren irili ufaklı 222 devletin bu “iki kamp”tan birini tercih etmelerinin günü gelmiş durumda. Zorunlu olarak hem de…

Tabiî bu arada, durumunu/pozisyonunu belli etmiş olanlar var: Malta ve İsviçre gibi… Bunların dışında, meselâ vaziyetini güncellemiş olan Fransa ve onunla yaptığı “sarıyelek ittifakı” sebebiyle Almanya’nın yarısı yani Bavyera… Muhtemelen Britanya adasında kurulmakta olan “melez hanedanlığın” İskoçya merkezli yeni şekli… Şimdilik bunlar, “binyılcılığın Avrupa ayağı”nı oluşturmakta. İtalya’nın da aynı kampa dâhil olmaya heveslendiğini söyleyebiliriz. Zaten Yunanistan, “kirli çantanın kekliği” durumunda…

Bunun dışında, Amerikan Binyılcılarının küresel müttefikleri de doluşmaya başladı. Başta sınıf başkanı anlamında küreselci adını hak eden Amerikan Demokratları olmak üzere Siyonist İsrail ve Müslümanları şaşkına çeviren politikaları sebebiyle Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri/Emirates/BAE, Bahreyn ve Mısır… Jandarma değillerse bile, Mısır hâriç, diğerlerini “kirli çıkın” fatura ödeyen ahmak hainler olarak saymamız mümkün. Sudan’da yaşanan askerî darbe ile Libya’da yaşanmakta olan “modifikasyon darbesi”nin sebebi, bu kampa söz konusu ülkeleri dâhil etme girişimi olarak hayata geçirilmişti. Bu çerçevede geçen yılki Cezayir’deki olayları Avrupa Binyılcıları adına Fransa’nın şovalye harekâtı olarak algılayabiliriz. Benzeri şekilde Tunus, bu sinemaya bağlanabilir pek yakında… Sudan merkezli olarak başlatılan “kirli bahar harekâtı” ve Cezayir merkezli olarak başlayan “Frankofon olayları”, Binyılcılığın Amerika ve Avrupa ayaklarının “Afrika köle mücadelesi” şeklinde okunmakta.

ABD Başkanı Trump’un Çin’le yaptığı ticaret savaşının apar topar sonlandırılmasını da Afrika üzerinden gözlemlemek lâzım. Çünkü “Amerikan binyıl küreselciliği”, sıranın kendisine geldiği düşüncesiyle “Avrupa şovalye binyılcılığı”nın Afrika emperyalizmini sonlandırmak niyetinde. Bu anlamda Kara Kıta’da en büyük paya sahip olan Fransa ile savaşa tutuşmuş görünüyor. Amerikan küresel binyılcılığı, Afrika’da Çin’i taşeron olarak kullanmak niyetinde. Ticaret savaşlarının bitişinin arka plânı da bu!

Tabiî ki konu, Afrika’nın yeni dünyasında var olmak isteyen Türkiye’yi de alâkadar etmekte. Daha önce Türkiye’nin kulağı Sudan’da çınlatıldı. Bunun devamı olarak Somali, Eritre, Cibuti ve büyük ihtimâlle Etiyopya üzerinden çekilmesi için de bir çınlama söz konusu…

Türkiye’nin Sudan, Somali, Etiyopya, Cibuti ve Eritre bölgesindeki gizli harekâtını “Necaşi Operasyonu” diye adlandırabiliriz. Bu operasyon Sudan’da start aldı. Ancak anladığımız kadarıyla Sevakin adasından çıkmaya niyeti olmayan Türkiye’nin, Sudan binyıl operasyonunu akâmete uğratmak gibi bir çabanın içinde olduğunu da görüyoruz. Sudan halk muhalefetinin 16 Temmuz’unu organize eden aklın Ankara’ya uzandığını söylemiş olalım. Tıpkı aynı aklın Venezuela’nın 16 Temmuz’unu organize ettiği gibi…

Deizme karşı İslâm

Bize tüm bu yaşananların bir yeni dinin temelleri için atılan adımlar mı olduğu soruluyor. Evet, “yeni din” tahmini doğru! Fakat mevzubahis din, inanç veya kült yeni değil, tarih kadar eski. Bu yüzden bir pişirimlik de değil. Asıl amaç, “Tevhid inancı”nı, “Tek Tanrılı ahadiyet anlayışı”nı bozmak…

Tüm tarih içerisinde sızıntı tekniğini kullanan temel politeolojik Binyılcı gruplar/ekoller, gelmiş geçmiş tüm peygamberlerden sonra, getirilen hakikatten birer muharref din çıkarttılar. Bunların tarihen en yakınları, Yahudilik ve Hıristiyanlık olarak hâlen hayatiyetini sürdürmekte. Fakat söz konusu -güya- “dünya yarı tanrı ekolleri”nin amacı, tüm insanlığı “zamanın nihâyetine/âhir zaman”a hâkim kılmayı hayâl ettikleri “Ezoterik tanrı”nın kulları hâline getirmeye dayanmakta. Yani onlar için ne Yahve/Yahova, ne de Baba Tanrı Rab ve oğul tanrı İsa Mesih son durak. Elbette Ahad olan Allah inançları da yok. Gerek Yahudilik-Hıristiyanlık olsun, gerek Müslümanlık ve gerekse diğer inanç ve kültler olsun, bütün dinsel oluşumlara tekrar tekrar sızarak yeni inanç ekolleri oluşturmaktalar. “Sızma ve terkibi bozma harekâtı tâ Kabil ile birlikte başladı, kıyamete kadar da devam edecek” demekte bir mahsur yok.

Dünyanın değişik yerlerindeki din, inanç, kültler ve kavim, topluluk hattâ birey üzerindeki “ifsat çalışmaları”, binlerce değişik aşamada sürmekte. Tertip/operasyon tamamlanan dinler, dinsel inançlar ile klanlar, kavimler, devletler ve medeniyetler, birer birer “çöp kutusunun/kuburu”nun ya da “çöp mezarlığı”nın yolunu tuttular/tutuyorlar/tutacaklar. Son hedef Müslümanlar ve İslâm!

Lâkin burada büyük kayaya çarpa çarpa geliyorlar. Son aşamada kendi kıyametlerinin kayalığına çarpmaları mukadder…


Binyılcıların Kabil ile günümüz ve bundan sonrasındaki ifsat çalışmaları için inisiye tekniğini kullandıklarını/kullanacaklarını bir kez daha söylemiş olalım. İnisiyasyon ile girilen nirvana yolculuğunda çeşitli tanrısal aşamalardan sonra kozmik yolcular, nihâyette Ezoterik tanrıyla buluşturularak yol “teolojik Binyılcılık”, yolcu “kültik Binyılcı” hâline gelmekte/getirilmekte. Bu süreç içerisinde her derecede tekrar tekrar tanıştırılan farklı ilâh modellerinin Ezoterizm ambalajıyla saklı tutulduğu da bilinmekte -her ne kadar “sır” olsa da-. Gerek Binyılcıların, gerek Yüzyılcıların hem siyasal, hem de inançsal düzlemde kendilerine has teorilerinin ve uygulamalarının bulunduğunu söylemiş olalım. Fakat tarih içerisinde Binyılcıların Ezoterik, Yüzyılcıların politik tarafları öne çıkmakta ya da 300 yıldan beri durum böyle görünüyor.

Bu anlamda, nihâyette monarşik durumları öne çıkan Yüzyılcılar için öncelikle bir, “siyâsî inisiye”den söz edebiliriz. Onlar için bu dünyalı siyâsî inisiyasyon sonunda üstünlüğü kabul edilen varlığa politik ve teolojik biat da gerekmekte. Bu anlamda, biat edilen varlık imparator ya da kral ama ona aslında tanrı demek lâzım. Yani ha tanrı, ha kral; her ikisi de aynı soya mensup… Bu nedenle yüzyılcılık felsefesi açısından öncelikle insanların, daha doğrusu tebanın soyut tanrı inancını bozmak ve onların ruh âlemini bu dünya ile sınırlamak ve kralın/imparatorun kulları hâline getirmek yeterli olmakta. İmparatorun/kralın kullarının öteki dünyaya dair ille de bir başka inançları varsa -ki var-, onu da kişinin “lâiklik hapishanesi” kılınan yüreği içinde bloke etmek yeterli olmakta.

Sözünü ettiğimiz Binyılcılık felsefesinin inisiyasyon eğitimi, anlaşılmış olacağı gibi katmanlı “yüceliş”ten oluşmakta. Yani inisiyasyonu basamak basamak, derece derece, sınıf sınıf yücelmek olarak tarif etmek mümkün. Bu “yüceliş öğretisi” esnasında ulaşılan her katmanın bir başka “Ezoteryal sırrın” teozofik alanı olarak yer aldığını söylemeliyiz. Tabiî “sırrın bekçisi”nin bu yolculuğunda bir kılavuzunun olduğunu belirtmek lâzım. “Yüceliş dersleri”ni ve “yücelmenin nihâî kararı”nı veren bir “kutsal kılavuz”…

Duralım burada ve Hindistan’ın sınıf sistemini hatırlayalım. Bu sistemde, kendi nihâyetine eren her canlının, bulunduğu katmandaki yaşamının hesabını vermek üzere bir konseyin huzuruna ulaşıtığına inanılmakta. “Kendi nihâyetine erme”yi “ölmek” olarak anlamaktayız. Nihâyetine eren ya da ölen canlı, ait olduğu katmanda kaldığı sürenin analizinin sonunda verilen notun gereği olarak yeniden dünyaya geldiğinde yücelmekte ve bir üst derecede/sınıfta/katmanda “yeni hayat”ına başlamakta. Bu anlamda “kast yücelişi” ile “inisiyasyon yücelişi” arasında örtüşen teknik bir benzerlikten söz edebiliriz. Ancak birisi ölümle, birisi de ölmeden hayata geçirilen bir teknik… Bu yüzden sanki çıkış yeri aynı felsefî kaynak: Teozofi…

Fakat inisiyasyon, Kast Sistemi’nin ölüm gerektiren son hâlinin insanları zorlaması sebebiyle oluşturulmuş sembolik bir sistem tekniğine benziyor. Denildiği gibi temelde felsefe aynı: Tanrısalın/tanrının/tanrıların huzurunda hesap vererek yücelmek, üst katmanlara çıkmak ve en sonunda tanrılaşmak, tanrılar konseyinin bir parçası olmak… İşte kast ve inisiyasyonun benzeşen yolculuğu ve nihâyeti bu! Gerek Hindistan kast felsefesinde, gerekse inisiyasyon felsefesinde bir cennet ve dolayısıyla cehennemden söz etmek mümkün değil. Bu nedenle “vaktin çocukları” cennetlerini ve cehennemlerini kast ve inisiyasyon yücelişleri ânında, amellerinin karşılığı olarak aldıkları notlara göre yaşamaktalar.

Son bir cümle olarak, burada yücelerek çıkılan katmanları “cennet katları” olarak anlamak mümkün. Mesele her iki felsefede de “kozmik yüceliş yolculuğu”nu en son kata yani “tanrısal katman”a kadar çıkarmak… Bütün çaba buna matuf.

Bu noktada son bir yıldır gündeme düşen “deizm”e gelecek olursak…

“Tanrı’ya doğru tanrısal kozmik yolculuk”ta da görüldüğü gibi, teozofik Binyılcılık felsefesinde deizm gibi nihâî ve stratejik bir plân bulunmamakta. Binyılcılar için deizm bir ara geçit, taktik bir berzah plânı... Ama yüzyıllar içinde deizm; dinlerinden kopartılmış olanların ara yerde, bir nevi “lâiklik kapanı”na kıstırılmaları aşamasında önemli bir istasyon.

Bilindiği gibi deizm, evreni yarattıktan sonra onu kaderine terk eden ve bir daha dünya ve insanlıkla ilgilenmeyen, başka başka evrenler yaratmaya yönelen ve böylece arkasında bir “evrenler mezarlığı” oluşturan “sorumsuz tanrı anlayışı” olarak kullanılmakta. Oysa Binyılcıların kozmik yücelişlerinin nihâî katmanında oturan ancak tüm katmanlarda siluetini göstermekten kaçınmayan Ezoterik tanrısı, değişik bir anlayış içermekte. Dünya ve insanlığın her “teolojik kast”ı ve her “teozofik katman”ındaki her hâlleriyle birebir ilgilenmekte o. Plânlar, programlar yapmakta… Bu uğraş muvacehesinde kavgaların, savaşların, komploların ve siyasetin içinde yer alan bir tanrı/tanrısal güç var ve siyah takım elbiseli adamlar, işte böyle bir anlayışa bağlılar!

Yüzyılcılarınsa bu dünyaya dair “güçlü tanrılar”ı zaten var. Söz konusu “tanrının oligarşisi”nin yarı tanrı kralları ve imparatorları bunlar. Ama yarı tanrı kralların ve tanrı imparatorların kulları bu anlayışla yetinmez ve illâ bir “aşkın tanrı ruhu”ndan söz ederlerse, bu durumda onlar da deist olabilir ya da olmayabilirler. İşte böylesi arzular karşısında imdada lâiklik yetişmekte. Yani “yarı tanrıların kulları”, yarı özgür durumdalar; teori serbest, pratik yasak… Yani gerek dinlerin tanrıları, gerekse inançların tanrı siluetleri bu dünyaya karışmasın, sadece öteki dünyayı tanzim etsin, yeter onlar için. Bu anlamda gerek yüzyılcı yeryüzü yarı tanrılarının, gerekse siyasal binyılcılığın tanrı tasavvuru, kalbe hapsedilmiş ya da insanın ruhsal coğrafyasıyla alâkalı birer “teorik zan”dan ibaret gibi görünmekte.

Fakat “tanrısal zanna” karşı çıkan semâvî dinler farklı… “İnsan ve tanrı” ilişkisi hususundaki tarifleri, (Hıristiyanlar da lâiklik sebebiyle iğdiş edilmiş durumda olsalar da) Müslümanlar ve Yahudilerin algısı daha başka. Gerek Müslümanların, gerekse Yahudilerin inandığı ilâhî güç, mükellefin ruhuna olduğu kadar hayatına da etki etmekte. Yahudiliğin önü, bu mânâda “teolojisi” tahrip edilerek alınmış durumda. Lâkin Müslümanlık, tahrifi mümkün olmayan bir özellik arz etmekte.

Hemen hemen her Müslümanın bildiği ve namazlardan sonra okumaya özen gösterdiği “Ayete’l-Kürsi” var ya, Müslümanların Yaratıcı yani Hâlik olan Allah anlayışını “Hayy ve Kayyûm” diye tarif ediyor. O Allah ki, evvelâ hayatta olan ve âlemi/âlemleri yani “semâvatı ve arzı” yaratan ve devamında “Kayyûm” olan yani yarattığını idare edendir. Yani deizmle taban tabana zıt! Tüm tanrıların (!) yalancılığına şâhit! Tabiî ki bu anlayışa göre Tanrı, asla sorumsuz değil, sonuna kadar sorumlu. Mesele insansa eğer, O, yarattığı insanın hayatının her bir saniyesini dahi tanzim eden, hayatî kurallar koyan olduğu gibi, her şeyin İdarecisi…

Bu anlayışıyla İslâmiyet, Yahudilik dâhil tüm din, inanç ve kültlerden farklı olarak insanların kendisiyle ilişkisi sırasında klas, katman, sınıf, kast ayırmadan, ara yerde, kendisini temsil için herhangi bir yetkili tayin etmeden, zaman ve mekâna randevu vermeden, doğrudan doğruya ve her “Ey Rabbim!” diyene “Buyur kulum!” diyen bir Tanrı/İlâh anlayışı ortaya koyuyor: El-İlâh… Ahad olan Allah...

Bu yüzden İslâm, Tevhid’in karşısında olan herkesle çatışmakta ve de içte ve dışta “Ahadiyet”e muhalif olan herkesin hedefinde! Ve diyor ki, “Allah’tan (CC) başka ilâh yoktur, Muhammed (sav) O’nun Kulu ve Resûlüdür”.

Dijital çağ

Megainisiye projesine gelince… Bu, bir Binyılcılık plânı olarak çıkmakta karşımıza ve şimdiye kadar değişik bölgelerde inşâ edilmiş olan “nirvana merkezleri”nin “kutsal kayyımları” aracılığıyla insanları yücelten faaliyetler, geniş devirler içinde bir anlam ifade etmekteydi. Lâkin devir daraldı, zaman âhirine ulaştı, bu yüzden “kısmî nirvanacılık”, insanlığın inisiyasyonunda/yüceltilmesinde güdük kaldı. Yani daralan zaman nedeniyle “klâsik inisiyasyon” ile bir yere varılamayacağı anlaşıldı. Sözün özü, Ezoterik tanrı acele ediyor. Ona göre kıyamet gelmeden önce, bütün insanlığın inisiyasyonu/yüceltilmesi şart! Yani âhir zamanda bir “megainisiye” gerekmekte. Bu seferberliği eski tekniklerle yani “insanın insanı inisiye etmesi yöntemi” ile tamamlamanın kalmayan imkânı nedeniyle “Ezoterik tanrının hizmetkârları”nın “dijital teknoloji”ye yöneldiklerini görüyoruz.

Bu itibarla şunu söyleyebiliriz: “Dijital teknoloji devresi”ne geçişin yegâne sebebi, “Ezoterik tanrının çağı” diyebileceğimiz “dijital çağ insanlığı”nın çürük temelini atmak yani “dijital inisiyasyon”…

Burada “metafizik” içerikli bir dijital gelecekten bahsediyoruz. Bu yüzden kanaatimizce “dijital insan”ın dini de metafizik bir “dijital kült” olacak. “Total dünya”ya dayatılacak olan dijital kült ise tüm “geleneksel inançlar”ın karşısında ve onları İslâm, Hıristiyanlık, Yahudilik ve diğerleri diye ayırt etmeden hepsini yok etmeye ant içmiş durumda.

Yirmi yıldır “siber âlem”de kıran kırana bir “teozofik savaş”ın verilmekte olduğunu görüyoruz. Hususî terminolojimizde yıllar evvel kullandığımız “dijital savaş” ifadesiyle sözünü ettiğimiz en önemli savaş tekniği bu yaşananlar da değil, şu an siber âlemde verilen savaş, bir anlamda geçiş süreci. Atın büyüğü ahırda! Son birkaç yıl içinde sözü edilen “İnsanlık 2.0” ve “Teknoloji 5.0” ile yapay zekâ, robotik teknoloji, sibernetik yazılım ve benzeri dijital atılımlarla “bilinç ve ruh kontrolü” tamamlanacak ve “topyekûn inisiyasyon/megainisiye” dönemine geçilmeye çalışılacak.

Yersiz bir karamsarlığa kapılmamak niyetiyle şunu da eklemeliyiz: “Ezoterik tanrının misyonerleri”, klâsik Hıristiyan misyonerlerin döneminin tamamlanmasıyla devreye girmiş durumdalar. Yani hedefte sadece Müslümanlar değil, henüz inisiye olmamış olan Yahudiler, Hıristiyanlar ve diğerleri de var. Teozofik Binyılcı saldırı yalnızca Müslümanlara yapılıyor değil. Hattâ ilk önce Hıristiyanlara yapılacağını söyleyelim. Zira onlar kolay av! Yahudiler biraz daha zor… Müslümanlar ise olabildiğince kapalı kutu… (Lâkin açılmaması imkânsız değil.)

Müslümanlar üstündeki inisiyasyon operasyonu şimdilik klâsik/geleneksel yöntemlerle devam ediyor. Geri kalmışlıkları nedeniyle “dijital cihazlar ve yazılım teknolojisi”ni zamanında kullanıyor olmaktan uzak oluşları da bir başka sebep(ti). Dijital inisiyasyonda kullanılacak/kullanılması muhtemel çeşitli “süper teknolojik gelişmeler”in mucidi de, üreticisi de Müslümanlar değil, lâkin kullanıcısı onlar...

Bu çerçevede özellikle Hint Müslümanları üzerinde durulmalı. Çünkü “gelişkin Batılılar”ın dijital işlerinde ve tabiî ki teozofik Binyılcıların, “mega inisiyasyon savaşçıları” olarak Hint bilişimcileri “ırgat” kimliğinde görüyoruz. Amerikan Silikon Vadisi’nin mühendislerinin neredeyse tamamı Hint kıtasından… Epey zaman evvel Amerika’dan transatlantiklerle getirilen “hurda bilgisayarlar”, Hindistan baldırıçıplaklarından zamanımızın en mâhir bilgisayar mühendislerinin çıkartmaya yaradı. Bilgisayarların yapımında kullanılan bir iki gramlık altını ele geçirmek için “pense-tornavida savaşı” veren Hindistanlı çocuklar, çoktan beri mühendis. Bizim çocukların böyle bir şanssızlığı (!) olmadı ne yazık ki…

Dijitalizm konusunda gittikçe biraz daha nal toplamaya aday bir ülke olarak Türkiye’nin bir an evvel “kefeni yırtması” lâzım. Bunun için Hint bölgesinden “dijitalizm mühendisleri ithal edilmeli ve bu konuda özel bir üniversite kurmalı”! Neo-Sanayi Devrimi diyebileceğimiz “dijital çağ”ın resmî başlama tarihi 2025…

Yeni hüküm savaşı

Topyekûn inisiyasyonun son noktası ise daha başka! Bunun için gökten indirilecek sahte ve dijital bir Mesih/Mehdi’nin bu hususta önemli bir eşik olacağı anlaşılıyor. Son zamanlarda Mesiyanik propagandalar hızlanmış durumda. İnsanların gözü, umutsuzluk içinde ve “medet” umuduyla gökyüzüne çevrili. Tüm insanların Mesiyanik beklenti içerisine girmesi ise “üniversal nirvanacılar” için artık dijital sahte Mesih/Mehdi’nin gökyüzünden indirilmesinin düğmesine basılabileceğini gösterecek. Bu olduğunda neredeyse tüm insanlar, “megainisiye” kuyruğuna girmek zorunda kalacaklar. Zira başka çârelerinin kalmadığı algısı oluşturulacak zihinlerde.

“Minaret” adlı bir “Mesiyanik organizasyon”un bu konuda yoğun ve gizli çalışmalar yaptığını söyleyebiliriz. Buna bağlı olarak, internet ortamında bazı “kozmo-dijital” görüntüler de izlendi. Meselâ Kâbe’nin üzerinde uçan kanatlı melek görüntüleri gibi…

Yanlış bir kanı/sanı olarak kıyametin insanlar arasında günahın yaygınlaştığı esnada beklendiğini biliyoruz. Yani kıyamet, dizboyu ahlâksızlık üzerine kopacak. İnsanın insanlığı aldattığı ve toplumların birbirlerine düştüğü zamanlarda beklenir kıyamet… Yani cinayetler artınca, hırsızlık çoğalınca, zina sıradanlaşınca... Oysa “günah” kategorisine giren bu ve benzeri nâhoş durumlar kıyameti tetiklemek için yeterli değil. Zira bütün bu ve benzeri günahların panzehri mevcût: Tövbe…

Bu yüzden kıyamet için işlendiği andan sonra silinmeyen bir şey lâzım. Kıyametin kopmasının tek nedeni olaraksa “şirk” yani Allah’a eş ve ortak koşmayı yazabiliriz. Ancak tek başına “şirk”in de bu meseleyi tetiklemeye kâfi geleceğini zannetmiyoruz. “Münferit şirk” hâdisatının ötesinde, daha büyük bir “toplumsal şirk/kolektif şirk” yaşanmışlığına ihtiyaç hissedilebilir. Fakat burada sözü edilen ihtiyaç da tarih içinde kıyametle değil, peygamberlerle karşılanabilmiş görünmekte. Genel olarak zaten “peygamberlerin de günaha batmış toplum ve kavimlerden çok şirke bulanmış olanların üzerine gönderildiğini” biliyoruz.

Şirk; terkip olarak, insanın bir başka insana ya da insan dışı varlıklara/putlara tapınması anlamına gelmekte. Bu nedenle kıyamet için yeterli bir neden olamamakta… Yarası peygamberlerle sarılmakta… Lâkin tarih; kur’ani kıssalarda anlatıldığı şekliyle sadece bazı kavimlerde “İlâhî öfke” olarak kendisini gösteren “yok oluşlara” tanıklık etmekte. “İlâhî gazap” olarak adlandırılan bu anlamdaki lâhuti öfkenin kimi kavimlerin bir nevi kıyameti olarak algılanması mümkün ya da en büyüğünü Hazreti Nuh kavminin yaşadığı Tufan’ın küçük ölçekli olanları da bu örneklerden...

Hâlbuki kıyamet için salt insanlığın, topyekûn olarak kendisini tanrı zannetmesi/tanrının yerine koyması ifade edilebilir. Dikkat edilirse, son cümlede “insanın kendisini tanrı yerine koyması yani tanrılaşması” demedik. Topyekûn/yekpare beşeriyetten söz ettik. Tarihin başından beri kendisini tanrı yerine koyan insanlar gibi tanrısal sülâleler de çıktılar. Bunlar çoğu zaman İlâhî gazaba gerekçe olamadılar. Üstelik böylelerinin örnekleri günümüzde de klanlar, kavimler, milletler, kutuplar, bloklar ölçeğinde dünyaya ve insanlara hükmetmeye devam ediyorlar. Ve onları yani tanrısal sülâleleri, genel anlamda monarşist Yüzyılcılar olarak tarif ettik. Fakat bunların insanlardan oluşan bir tebanın hükümdarı olarak kendilerine tanrılık payesi verdiklerini de söyledik. Şöyle ilâve edelim: Öte dünyalar diğer boyutlarda değil, diğer gezegenlerle sınırlı... Yani dünyada işleri bittiğinde krallıklarını Mars’ta, Venüs’te kurmak gibi projeler tasarlıyorlar. O nedenle uzay, onların alanı… Bu iş için füzeler, roketler yapıp yukarıya çıkma denemelerini sürdürüyorlar.

Yüzyılcıları anladık, peki, yine kendilerini tanrı zanneden ve tek amaçları kıyameti tetiklemek olan öteki ekolün yani Ezoterik binyılcıların monarşist yüzyılcılardan farkı ne? Ezoterik binyılcılar, bu dünyada sıradan insanlardan oluşan bir “teba” bulup onlara hükmetmenin ötesinde ya da devamında başka bir şey plânlıyorlar. Nihâî menzilleri, yüzyılcılar gibi dünyada ebedî hükümranlıklar kurmak ve o olmazsa uzaya çıkıp oralarda da “tanrı krallar” olarak tahta oturmak olmayan Binyılcılar, “arka boyuta/paralel evrenlere” sızmak, oralarda “ruhsal krallıklar” kurmak niyetindeler. Yani Ezoterik Binyılcıların yegâne tasavvurları, tanrılıklarını “insanların toz toprak dünyası”nda değil, “tanrılar âlemi” olduğuna inandıkları “ruhsal/spritüel evrenler”de hayata geçirmek… Bunun zor bir yolu var: Kıyameti başlatmak…

Peki, nasıl? Tek yolu var: Mega inisiyasyon... Zira kıyametin kopması için insanın ona buna değil, sadece “kendisine tapınması” şart! İşte “nirvana yücelişi”nin insanı peyderpey, katman katman tanrılaştırmasının en belirgin ve tarihî olgusunun Hindistan Kast Sistemi olduğunu yukarıda bu yüzden yazdık. Ve kast ile inisiyasyonun teknik açıdan aynılık ifade ettiği de kayıtlarımıza geçti. Yani kozmik bir yolcu olan insanı öldüre öldüre yücelterek, yeniden dünyaya döndürerek peyderpey tanrılaştırmak ya da bir nevi “ölmeden ölmek/öldürmek formülü” ile katman katman yücelterek tanrısal ruh yüklemek ya da ilâhî zan üfleyerek tanrılaştırmak…

Tarih içerisinde Ezoteryal binyılcı sabii aklı, mevzubahis tanrılaştırma işini/mesleğini gerek “Hindu kastı” ve gerekse “gnostik inisiyasyon” tekniklerini kullanarak çeşitli “nirvana merkezleri”nde görevli kılavuzlar tarafından manuel olarak yapmaktaydı. Fakat bu yöntemlerle bir “topyekûn insanlık tanrıcılığı”ndan söz edilmedi ve nihâ3i menzilden oldukça uzak kalındı. Ve zaman bitti! Dedik ya, Ezoterik tanrı acele ediyor. Bunun için Hazreti Nuh ümmetinin birikimi ele geçirildi. Son 300 yıl içerisinde 30 bin yıllık zamana şâmil medeniyet şifreleri çözüldü. Şifrelerdeki kadim teknikler birer birer üretildi ve tüketildi, netîcede “dijitalizm”e ulaşıldı. Zorlanarak “dijital çağ” başlatıldı. Ve sıra geldi dijital inisiyasyona!

Artık inisiye meselesi, “minervalar” ya da “kılavuz adamkadmonlar” tarafından değil, “dijital yazılım ve siber teknoloji” ile yapılmaya hazırlanıyor. Bu operasyonun sonunda; tüm insanlık, Ezoterizme inisiye edilecek ve “dünyevî kast” tamamlanmış olarak “yücelen beşeriyet”, kendisini “Ezoterik tanrının son versiyonunun/modelinin” katında “tanrı insan” olarak tarif etme noktasına ulaşmış olacak. (Güya!)

Ama şu beklenti doğru: Sözü edilen insanlığın tamamının “tanrı insan” olarak kendi kendine tapınma parseline ulaştığında, “İlâhî” plânda dünyanın ve beşeriyetin işi bitmiş demektir. Dolayısıyla kıyametin düğmesine basılır. Zaten onlar da düğmeye basılsın diye bu çabanın içinde değiller mi? Âhir çağın proje kültü bu ve doğal olarak şeytana ait...

Şundan adımız kadar eminiz: Kıyamet; Şânı Yüce allah’ın, “toprak temelli insaniyet projesi”nin içinden türeyen “Mevlâ’ya satanik isyan damarı”nın tüm insanlığı kapsamasının sonunda, insanın kendisini tanrı katına çıkarması ve özüne tapınması sebebiyle kopmayacak. Yani Ezoterik Binyılcıların -haşa- Allah’a meydan okuyan “kıyamet projesi”nin sonunda ulaşılacak nokta, sabiilerin kendi kıyametleri olacak. Bu bağlamda dünya, Yüce Allah’ın doğal kıyametine kadar devam edecek. Bu itibarla Binyılcılar ile Yüzyılcıların arasındaki kavgadan üretilen kıyamet savaşı, hâddizatında kıyamet savaşı süsü verilmiş üçüncü bir dünya savaşı olarak sıradanlaşacak.